6 Eylül 2015 Pazar

21.yy Tasfiyeciliğine Karşı 20.yy Devrimciliğini Savunmak


Kapitalizmden, ezilen sınıfların büyük bir kısmının rahatsızlığı olduğu hepimiz tarafından bilinmektedir. Ancak ezilen sınıfların bu rahatsızlığının kapitalizme alternatif bir sistem yaratmaya yetmediği de somut bir gerçekliktir. Yaygın bir görüşün aksine ezilen olmak kendi başına pozitif bir şey değildir. Kapitalizmden rahatsız olunmasına hatta ciddi bedeller ödenebilmesine rağmen ezilen sınıflar kendi başına devrimci bir içeriğe sahip olamaz. Bu yüzden ezilen sınıflar kendilerine yön verecek bir pusulaya ihtiyaç duyarlar. Bu pusula olmadan ezilenlerin bütün pratikleri göle maya çalmaya benzer. Ya tutarsa şeklinde yapılan eyleme geçme hali, karanlıkta el yordamıyla gideceği yeri bulmaya çalışan bir kişinin durumuna eşdeğerdir. Pusulayı yani devrimci teoriyi takip etmeyen her oluşum hüsrana uğramaya mahkumdur. Bundan dolayı teori bir “lüks”, “boş zamanı değerlendirme aracı”, “vakit kaybı” değil, proletaryayı iktidara taşımak için olmazsa olmaz bir önkoşuldur.

Devrimci saflarda bile pratiği her şeyin üstünde tutan ve sırf pratiğe önem veren dar kafalı pratikçiler mevcuttur. Bütün enerjilerini arı gibi afiş yapmaya, eylemlerde en militan şekilde çatışmaya harcayan kişiler bulunmaktadır. Lakin bu kişiler için afişin içeriği ya da çatışmanın neden olduğuna dair analiz yapma “zaman kaybıdır”, “gereksiz bir iştir” “devrimcilikten uzaklaşmaktır”. Hal böyle olunca, çatışmaların sığ analiziyle yetinerek, kitlelere içi boş söylemlerle propaganda yaparak bir başarının elde edilmesi mümkün olamamaktadır. Teori ile birleşmeyen ve aslında “inanarak” o andaki coşku ile yapılan eylemler, devrimci pratiğin en büyük düşmanıdır. X kişisinin çok militan olmasına rağmen bir anda mücadeleden düşmesi ya da çok sekter duran birinin sorguda çözülmesi gibi pratik yansımaları olan durumların nedenlerinden biri de komünizmi içselleştirememe olduğu bilinmektedir. Görüldüğü üzere bu kadar pratikle iç içe olmasına rağmen teoriye gereken önem verilmemesinin sebebi devrimci saflardaki yozlaşmadır. Bundan dolayı kapitalizmden rahatsız olmak, çok iyi çatışmak, çok bedel ödemek devrimciliğin tek göstergesi değildir. Devrimci olmak ancak teori ile pratiğin bütünleşmesi sayesinde gerçekleşebilir.

Bu yüzden yükselen sınıfı yani proletaryayı (ne kadar reddedilse de hala yükselmektedir) yanlış yönlendirenler teori ile pratiğin birleşmesinden yana olanlar değil, burunlarının ucundan ilerisini göremeyen ve karşılarına çıkan her engeli aşılmaz gören pratik politikacılardır. Komünistlerin asgari ve azami programını uygulamaya dönük pratik geliştirenlere “kitleler hazır değil” “demokrasinin sınırlarının dışına çıkamayız” “kitlelerden böyle talep yok” şeklinde somutlaşan durum aslında kitle kuyrukçuluğundan başka bir şey değildir.
Kendiliğindenliğe tapan bu dar pratikçilerin devrimci saflarda egemen bir güç olduğu tespitini yapmak zorundayız. Eğer bunu yapmazsak asla bir taşın üstüne taş koyamaz ve hayal ettiğimiz dünyayı asla gerçekle buluşturamayız. Sanıldığının aksine kendi hatalarımızla ortaya çıkmak ve özeleştiri yapmak tehlikeli değildir. Aksine büyük bir sıçrama yapmak için olması gereken koşulların başında gelmektedir.

Sürekli olarak ideolojik bombardımana maruz kaldığımız bir seçim sürecinden sonra bazı kavramları açıklamamız gerekmektedir( Özellikle erken seçimin gündemde olduğu bugünlerde aynı hataların bir daha yapılmaması için).  Bundan dolayı “unuttuğumuz hafızamıza” geri dönüş yapmak zorundayız. “Yeni Yaşam”, “Yeni Umut” “Syriza ile yükselişe geçen sol”, “barış” şiarını ve bunun altında gizlenmiş tasfiyeci görüşleri açıklamak zorundayız. Bunun için başa yani sınıfların nasıl oluştuğuna dönmemiz gerekmektedir. Çünkü bütün bu söylemler, sınıflarla ve bunların ilişkileri ile bağlantılıdır. Şimdi bütün her şeyi başa saralım ve adım adım gidelim.

Bilindiği gibi hayvanların hayatını sürdürebilmesi için belli bir durumu fark etmesi ya da kendini bu duruma göre ayarlayabilmesi gerekmektedir. Tekrar eden ve nesiller boyu değişmeyen koşulların ağırlıkta olmasına rağmen nadiren değişik şekilde ortaya çıkan başka koşullar da mevcuttur. Hayvanların hayatlarını devam ettirebilmek için değişen durumları fark etmeleri zorunludur ve bunun için x durumuna uyum sağlayabilecek bir zekaya sahip olmaları gerekir. Bir hayvan türünün yaşam koşulları ne kadar hızlı değişiyorsa zekası da o ölçüde gelişkin olur. İnsanın farkı tam da burada ortaya çıkar; insanların yaşam koşulları o kadar hızlı değişmiştir ki zekası da buna bağlı olarak çok hızlı bir şekilde gelişmiştir. İnsanoğlu zekasının artmasıyla birlikte alet ve silah yapabilme özelliğine sahip olmuştur. Yüksek zekanın bir ürünü olarak ortaya çıkan teknik gelişim aynı zamanda insanın zekasını da geliştiren bir özelliğe sahiptir. Silahların ve aletlerin yapımı eskisinden dahi iyi bir yaşam koşullarını sağladığı için insanlar dahi iyi şekilde beslenme, daha çok boş zaman, daha çok güvenlik ihtiyacını karşılama olanağına sahip olurlar ve bu yüzden diğer canlılar sadece canlı oldukları için yaşamak isterlerken, insanlarda durum başkadır.

İnsanlar, silahlar, aletler, yapay organlar yaparken ortaya bir sorun çıkar. Bu sorun insanların yaptıkları ürünlerin bölüşümüyle alakalıdır. Bu aletler bütün topluluğun mülkiyetinde olabileceği gibi tek bir bireyinde mülkiyetinde de olabilmektedir. Haliyle aletlere ve silahlara sahip olanlar buna sahip olmayan insanlardan daha farklı yaşam koşullarına sahip olurlar ve toplumsal sınıflar ve sınıf karşıtlıkları da işte böyle ortaya çıkar.

Varlığını kabul etmemiz gereken yaşama isteği bizim için çıkış noktası olmalıdır. Bu isteğin her birey, sınıf ve ulus altında alacağı biçim ve bu biçimler altında kendini ifade etmesi farklılıklar gösterecektir. Ezen ve ezilen sınıfların birbirine karşıt iradeler geliştirdikleri yerde çelişkili koşullar bulunmaktadır. İradelerin bu çelişkili koşulları kendilerini üç biçim altında ifade eder: 1-çıkar, 2-sınıfların güçlerinin bilincinde olmaları, 3- sınıfların gerçek güçleri. Sınıfların savaştaki çıkarı ne kadar büyük olursa  irade de o kadar güçlü olacak, savaşanlar ne kadar cesur olursa bu çıkarı sağlamak için o kadar çok enerjilerini sarf edeceklerdir.

Bu yüzden komünistlerin direnme güçleri de bu üç koşulun pratikte uygulanmasıyla ortaya çıkmaktadır. Direniş destanı yazan komünistlerin alameti farikası bu koşulların bilincinde olmalarına bağlıdır. Bu sebeple proleter bir devrim için gereken koşullar, ülkede çoğunluğa sahip olmak değil ezen sınıflarla karşı amansız ve çetin mücadelede yatmaktadır. Oportünistlerin sürekli olarak bahsettiği “iktidar ancak niceliksel çoğunluk ile ele geçirilebilir” şiarı kaba bir dogmatizmin ürünüdür. Tarihin deneyimleri göstermiştir ki seçim ile ne devrim olmuş ne de proletarya doğru düzgün rahat nefes almıştır. Bu yüzden “Syriza ile yükselişe geçen sol” “HDP bir barajı geçsin her şey düzelecek” şeklindeki yorumlar tarihin diyalektiğini anlamamaktır. Faşist diktatörlükle hatta burjuva demokrasisi ile yönetilen ülkelerde bile parlamenter mücadele, parlamento dışı mücadelenin örgütlenmesi için bir okul, yardımcı bir araç olarak kullanılması gerekirken; bu coğrafyada parlamentarist mücadeleye verilen önem bambaşkadır. Bazı sosyalist siyasetçilerin “kriz çıkaran değil kriz çözen özne olacağız”, “sırf işçinin değil işverenin de hakkını savunacağız” söylemleri parlamentodan yararlanmanın değil, düzen içene girmenin ve burjuva siyaset anlayışında politika yapmanın görüngüleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Halbuki proleter hareketin asli sorunlarının şiddet yoluyla ve proletaryanın dolaysız mücadelesi ile çözüleceği Marksizmin alfabesidir. Ancak sosyalist hareketler maalesef geçmişin devrimci özünü unuttuklarından işçi sınıfının çıkarına olmayan politikaları güncel olarak uygulamaktadırlar.

Bundan ötürü “yeni yaşam” “yeni umut” gibi söylemlerin nesi “yeni” diye insan düşünmeden edemiyor.  Aynı şeyi “barış” fetişi üzerinden de kurabiliriz. Sosyalistlerin büyük çoğunluğu “savaşa karşı barışı savunalım” söylemleri üzerinden politikalarını inşa etmektedirler. Lakin bir Marksist her savaşa karşı değildir. Gerici ve devrimci savaş ayrımı yapar ve devrimci savaştan yana tavır takınır. Bu yüzden Marksistler her koşulda barıştan yana olmazlar. Türkiye'deki durum yani her koşulda barıştan yana tavır takınmak pasifizmin bir göstergesidir. Sözde çözüm sürecinin şu anda askıya alınması ile birlikte sosyalistlere düşen görev barış çağrıları yapmak değil, devlet tarafından katliama uğrayan bir halkın yanında durmaktır ve onun yürüttüğü devrimci savaşı selamlamaktır. Çünkü eşyanın doğası gereği “savaşları yok etmek için emperyalizmi yıkmak gerekir” tespitini maalesef tarihin bir cilvesi olarak unutan sosyalistlerimiz idealizmin bataklığında dolanmaktadırlar. Ezen sınıflar ise tarihlerinde hiç olmadıkları kadar materyalist davranmaktadırlar. Ezen sınıflar ilk verdiğimiz örnekte olduğu gibi “aletlerin ve silahların tek sahibi benim seninle paylaşmayacağım, aramızda bir uzlaşma asla olamaz, ya biat edersin ya da seninle savaşırım” derken gayet gerçekçi bir tavır takınırken sosyalistlerimiz ise “ artık bu kan dursun, daha fazla gözyaşı olmasın herkes için özgür bir dünya mümkün” derken materyalizmden uzaklaşıp idealizmin sularına doğru yelken açmıştır. Suruç'taki katliamdan sonra devletin başlattığı savaştan sonra sosyalistlerin, demokratik mücadeleyi yükseltelim ve barışı yeniden inşa edelim demeleri olmayacak duaya amin demektir. Sosyalistlerin yaptığı barış çağrısı aslında burjuvazinin çıkarı için politika yapmaktır. Bir zamanlar burjuvazinin ideologlarının kullandıkları ütopik sınıf uzlaşmacı söylemleri bu sefer işçi sınıfının “kurmayları” kullanmaktadır. Özetle 21.yy’da sınıfsal saflar değişmiş gibi görünmektedir. Burjuvazi materyalizmin savunuculuğunu yaparken sosyalistlerimiz ise idealizmin savunuculuğunu yapmaktadır. Eğer sosyalist hareket zafer kazanmak istiyorsa sahip olduğu küçük burjuva gururdan kurtulup bir an önce özüne dönmelidir. Yapılan politika ve gidilen yolun yol olmadığı çok nettir. Geçmişi hatırlamak ve “müzelik düşünceleri tekrar piyasaya sürmek” tarihte proletarya için hiç bu kadar elzem olmamıştır.

Devlet sadece emperyalizme ekonomik anlamda değil aynı zamanda emperyalizmin emrine milyonlarca asker sunması anlamında da(Nato ordusu olduğu için) A.B.D emperyalizminin muazzam bir yedeğidir. Bu yüzden kim hükümete, faşist diktatörlüğe vurmak ve onu devirmek istiyorsa mutlaka emperyalizme karşı da savaşmak zorundadır. Bu yüzden AKP’nin iktidardan düşmesiyle yetinmekle kalmayıp onu kökünden temizlemek için emperyalizmin de içten devrilmesi gerekmektedir. Bu yüzden hükümetle, devletle savaş emperyalizmle savaş biçimine bürünmüyorsa buradan ne bir zafer ne de barış gelme imkanı mevcuttur. AKP’ye, devlete karşı yapılacak devrim, emperyalizme karşı proleter devrime varmak ve onu aşmak zorundadır. Aksi halde yapılacak her şey düzenin sınırları içinde kalmakla sonuçlanacaktır.


Sonuç olarak sosyalist hareketlerin bir an önce kendi içlerideki kendiliğindencilikten, kitle kuyrukçuluğundan, darkafalı parlamenter diplomasi ve parlamenter kombinasyonundan, idealist barış sevdasından bir an önce kurtulması gerekmektedir. Yani geçmişine, özüne, kendi teorik ve pratik mirasına geri dönülmesi şarttır. Dar pratikçiliğin altında şekillenen, tasfiyeci düşünce yapısının ve onun yansımalarının son bulması ve tasfiyecilerin sosyalist hareketten tasfiye olması ve tekrar proleter devrimcilerin güç kazanması için aktif mücadele etmek boynumuzun borcudur. Yoksa sonuç komünistler için hezimet olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.