4 Aralık 2014 Perşembe

Sanata Bütünsel Yaklaşım Üzerine

Yaptığımız her edim dünyayı anlamak ve onu değiştirmek için yapılmış bir girişimdir. Ancak insanlar yaşadıkları çağın dönemsel koşullarından etkilenip tarihsel gerçekliğin bütünlüğünü görme imkânlarına her zaman sahip olamamaktadırlar. İnsanların, bütünle olan bu ilişkilerindeki her kopma onların nesnel gerçekliği anlamasına engel olmaktadır. Bu yüzden tarihsel rolünü tamamlamış ve ölüm sancıları çeken üretim biçimleri her zaman bütünlüğü parçalamaya çalışmaktan kendilerini alı- koyamazlar.

İşte bu yüzden, kapitalizmde mevcut bulunan teori ile pratik, ekonomi ile siyaset, sanat ile hayat arasındaki ayrımlar aslında kapitalizmin kendini yenileyememesinde ve kapitalizmin tarih sahnesine veda etmek üzere olduğunun göstergeleri arasındadır. Eğer biz hayatımızla ilgili herhangi bir şeyi anlamak istiyorsak önce tarihsel bütünlüğü anlamamız gerekmektedir. Eğer bu bütünlüğü anlayamazsak ne kapitalist sistemin dönüşümünü ne de günümüzdeki sanat anlayışını anlayabilmiş olacağız.

Bundan dolayı kapitalist sistemin ideolojik savunucuları her zaman ayrılıklar ve olgular üzerinden hareket ederler. Yani demek istediğimiz şey aslında şudur: eğer bir durum olgular üzerinden okunursa yani sadece mevcut durum üzerinden bir değerlendirme yapılırsa, böylelikle değişimin asla olamayacağı sonucu bu ideologlar tarafından çıkarılmış olur. Çünkü olgularda şu an vardır, ilerisi yoktur, diyalektik bulunmamaktır. Sadece mevcut durumunun statükosu vardır. Ancak tarihsel bütünlük içinde olaylara yaklaştığımızda, güncel devrimci özne ve geleceğin toplum yapısı ve sanat anlayışı üzerine doğru bir değerlendirme yapma imkanına sahip oluruz.

Yukarıda genel bir hat çizdiğimize göre artık bütüne bakabiliriz. Bilindiği üzere kapitalist sistem, kendi önceli olan feodalizme göre daha merkezi bir ekonomi yapısına sahiptir. Diğer bir değişle kapitalizm, parçaların özerkliğinden çok parçaların bağımlılığına dayanan bir yapı üzerinde kurulmuş bulunur. Bundan dolayı eskiden devrimci bir özne olarak hareket etme imkanına sahip olamayan proletarya, artık devrimci bir özne olarak tarih sahnesine çıkmanın somut zeminini kendinde bulmuş olur. Proletaryanın artık devrimci bir özne olarak tarih sahnesine çıkmasının nedeninin tam da merkezileşmiş ekonomik yapıda aranması gerekmektedir. Çünkü kapitalist sistemde mevcut olan üretimin toplumsallaşmasına karşın(toplumsal ilke) bireyselliğinden artmasından kaynaklanan(sermayenin özel mülkiyet içindeki işlevi,bireyci ilke) karşılıklı çelişki kapitalizmin kuyusunu kazmaktadır. Buna ek olarak kapitalizmde mevcut olan bireyin asla dokunulamayacak olan kendi mülkü üzerinde tasarrufta bulunma hakkı ile planlı ekonomi sayesinde burjuva sınıfı arasında ütopik bir ekonomik uzlaşma arayışı çabaları yüzünden bireyin tasarruf hakkına görece engel olunması, kapitalizmin içinde bulunduğu ve ölmeden kurtulamayacağı krizi gözler önüne sermektedir.

Burjuvazi, gerici bir sınıf olmasına rağmen, kendi kendini lağvetmeye kalkışamayacağı için yapacağı tek bir şey kalıyor o da; kendini ekonomik fenomenlere bilinçli bir şekilde egemenmiş gibi gözükerek öbür sınıfların gözlerini boyayıp onları yollarından saptırmaya çalışmaktır. Burjuvazi böylece yöntemsel olarak nedenden değil sonuçtan, bütünden değil bölümden, esastan değil ârazdan yola çıkmaktadır. Eğer biz hala kapitalist sistemde yaşıyorsak bunun nedeni proletaryanın bütünü kavrayacak şekilde bir büyük anlatıyı 21.yy’da kuramamasında yatmaktadır. Haliyle proletaryanın özne olarak görece geri kaldığı dönemlerde, sınıfsal konumundan dolayı küçük burjuvazi egemen sınıfın etrafında mevzilenmiş halde kendini buluyor (hayatın her alanında). İşte bu yüzden proletarya, hayatın her alanında zafer kazanmak istiyorsa sadece dış düşman olan burjuvaziye karşı değil aynı zamanda kendi kendisine yani kendi sınıf bilinci üzerinde mevcut olan yıkıcı ve aşağılayıcı etkilere karşı mücadele etmelidir.

Sanat konusuna girmeden önce çoğu insanın kafasında olan bir yanlış anlaşılmaya değinmekte fayda var. Sanat, hayattan bağımsız bir şey değildir yani çoğu insanın kafasında bulunan, sanatın saf bir biçimde iyi bir şey olduğu algısı doğru değildir. Sanat, hayattaki bütün kötü yanları içerir ve onlardan olumlu ya da olumsuz bir şekilde etkilenir. Bu yüzden sanat sanılanın aksine meleklerin gökten indirdiği bir iyilik timsali değil ayaklarının üzerine doğrulmuş hayvanların yaptığı kültürel bir üretimdir.

Şimdi bundan hareketle 20.yy’ın önemli sanat akımlarına bakalım ve onların tarihteki yerini anlamaya çalışalım.

Fütürizmin tarihsel gelişimini incelediğimizde, sanatın yaşam ile bağını daha iyi görebiliriz. İtalya’nın Avrupa kıtasındaki çoğu ülkeden ekonomik ilerleme açısından görece daha bir geri durumda olması, İtalya’yı birinci paylaşım savaşı öncesi daha saldırgan bir dış politika ve endüstriyel bir atılım çılgınlığına itmişti. Fütürist akımın temsilcilerinden Marinetti’nin ilk “Fütürist Akşam”ını Trieste’de yapması dönemin yaygın şovenist ve yayılmacı politikalarının bir yansımasıdır. Fütürist sanatçıların içinde bulunan şovenist ve militarist duygular tiyatro sahnelerinde ortaya çıkmaktaydı. İzleyicileri provoke eden oyunlarıyla hep bir öteki yaratmanın derdinde olan Fütüristler aslında finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist sınıfın özlemlerini sanat alanına yansıtmaktaydılar.

20.yy’da ortaya çıkmış olan diğer bir sanat akımı olan Dadacılık ise birinci paylaşım savaşında ortaya çıkan yıkıma karşı bir protesto niteliği taşımaktadır. Savaşın insanlar üzerinde bıraktığı derin yaralar bu akımın mensuplarını etkilemiş ve eskiden hegemonyası altında bulundukları burjuvazinin değerlerine karşı “yıkıcı” bir sanatsal faaliyete girişmişleridir. Tzara’nın şu sözleri egemen sınıfa karşı hissettiği güvensizliği yansıtmaktadır:

"bir zamanlar onur, ülke, ahlak, aile, sanat, din, özgürlük, kardeşlik gibi kavramlar, insanların gereksinimlerine karşılık verebilmekteydi. Ama artık bu tür kavramların içi boşalmış, ,değerlerden geriye anlamsız bir kurallar silsilesi kalmıştır."(1)

Dadacılar, kendi “yıkıcı” duygularını belirtmek için tesadüflere ve doğaçlamaya dayanan çeşitli yöntemler kullanmışlardır. Tzara’nın meşhur şiir yazma yöntemi Dadacıların içinde bulunduğu çaresizliğin ve dünyayı değiştirmeye olan inançsızlıklarının göstergesidir. Bu yönteme göre gazeteden bir metin kesilir ve ardından metni oluşturan sözcükler de bire birer kesilip bir torbaya koyulur. Torba karıştırıldıktan sonra sözcükler torbadan teker teker çekilerek bir kağıda yazılır. Tzara’ya göre bu “cahil çoğunluğun anlayamayacağı bir orijinal sanat eseridir!” Dadacıların kitlelerden ve gerçeklikten bu kadar kopuk olmasının nedenini bu akımın temsilcilerinin sınıfsal konumunda aramamız gerekir. Yani küçük burjuva yaşam tarzını sanatsal bir biçimde ifade eden Dadacıların temsilcilerinden George Grosz’un hiçlik içinde olmasında, sınıfsal açıdan şaşılacak hiçbir şey bulunmamaktadır:

“Her şeye hakaret ediyor, hiçbir şeye saygı duymuyor, her şeye tükürüyorduk: işte bu Dada'ydı. Mistisizm değildi, Komünizm değildi, Anarşizm değildi. Bütün bu saydığım hareketlerin bir planı, programı vardı. Bizse tam anlamıyla nihilisttik, simgemiz hiçlikti, boşluktu, boş bir delikti.”(2)

Gerçeküstücülüğe baktığımızda ise 1920’li yıllarda kurulan ve Dada’nın mirasını devam ettiren bir sanat akımıyla karşı karşıya kalmış oluruz. Tıpkı Dada gibi geleneksel burjuva değer yargılarına karşı olan Gerçeküstücüler, kelimenin küçük burjuva anlamında mevcut düzene tepkiseldirler. Bilinçaltıyla, rüyalarla,  görünen gerçekliği aşabileceğini sanan Gerçeküstücüler böylece ahlaken iflas ettiğini düşündükleri kültürel ve toplumsal yapının sınırlarını geçebileceklerine inanmaktaydılar. Dadacılarla bütün bu benzerliklerine rağmen Gerçeküstücüler, Dadacılardan farklı olarak belirli ilkeler içerinde hareket etmişlerdir. Gerçeküstücüler için Breton’un manifestolarının yol gösterici olması Dadacılık ile Gerçeküstücülük arasındaki sanatı kavrama şeklindeki farklılığı göstermektedir. Ancak bütün farklılıklarına rağmen Gerçeküstücülükte sanat ve hayat arasında diyalektik bir bağ kuramamakta ve dünyayı değiştirme amacı taşımamaktadır. Louis Aragon’un aşağıdaki söyledikleri Gerçeküstücülüğün sanat konusundaki statükocu tavrına iyi bir örnektir.

“ Devrim sözcüğüyle gerçeküstücülük sözcüğünü birleştirmemizin nedeni, bu devrimin ilgisiz, tarafsız ve hatta umutsuz karakterini ortaya koyabilmektir. İnsanoğlunun adetlerini değiştirmek gibi bir iddiamız yoktur, amacımız ne kadar kırılgan olduğunu ve titrek yuvalarımızı ne denli değişken temeller, ne denli büyük mağaralar üzerine inşa ettiğimizi gösterebilmektir.”(3)

Gerçeküstücülerin yukarıda bahsettiğimiz hayatı algılamalarındaki olumsuz, negatif ve iddiasız tavırları yüzünden buradan devrimci bir sanat anlayışının çıkması imkansızdır. Hayatı bütünsel olarak kavramayan ve dünyayı değiştirebileceği iddiası taşımayan bütün toplumsal aktörler ve onların kültürel yansımaları çürümeye ve yok olmaya mahkumdur.

Postmodernizme baktığımızda aynı eleştiriler bu akım içinde geçerlidir. Postmodernist sanat anlayışı, biçim ve üslup bakımında bütünlüğe karşı çıkmaktadır. Yani postmodernist sanat anlayışı da dünyayı değiştirmenin, büyük anlatı yaratmanın, gerçekliğe ulaşmanın peşinden gitmez. Bu sanat akımı da yukarıda bahsettiğimiz diğer sanat akımları gibi kapitalist sistem içinde kalmış bir muhalefetin yollarını aramakta ve bu tarzda ürünler vermektedir. Postmodernizmin sanatı bu tarzda edinmesinde tabi ki Soğuk Savaştaki güç dengelerinin A.B.D lehinde değişmesinde ve dünyanın tek kutuplu bir aşamaya evrilmeye başlamasının etkisi son kertede belirleyici olmuştur.

Postmodernistler, iletişim teknolojisindeki büyük ilerleme sayesinde bir “medya toplumu” haline gelindiğini, artık gerçekliğe ulaşmanın imkansız olduğu, toplumsal düzeni göstergeler sisteminin belirlediğini, sanatçının görevinin ise göstergeler sistemiyle oynayarak ve onları sahiplenerek “sorgulama” sürecini başlatmak olduğunu belirtmişlerdir.

Aslında postmodernistler bireyi pasif bir tüketici konuma indirgeyerek, sanatın sınırlarını gösterge dedikleri düzlemin dışına çıkılacak bir şey olarak hayal edemeyerek, kitlelerin, ezilenlerin, işçilerin bundan sonra özne olarak tarih sahnesinde yer alacağına inanmayarak aslında burjuvaziye koşulsuz şartsız teslim olduklarını dile getirmektedirler. Postmoderizmin sanatsal anlamda yaptığı her yapıt (resim, heykel, enstalasyon, fotoğraf vs.) burjuvaziye teslimiyetin birer yansımasıdır.
Sonuç olarak, eğer biz yeni toplum yaratmak için yola çıkan tarihin yapıcıları isek, hayatı tarihsel bir bütünsellik içinde değerlendirmemiz ve buna uygun bir sanat anlayışını yeniden yaratmamız gerekmektedir. Sanat anlayışımız tam da bu yüzden tarihin yapıcılarının(proletaryanın) hizmetinde ve nesnel gerçekliğin ışında olmalıdır. Özetle bizlerin çabası, teori ile pratiğin, sanat ile hayatın birleştirilmesi çabasıdır.

Dipnotlar:

(1) Ahu Antmen, 20.Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, İstanbul: Sel yayıncılık, 2013, s. 123
(2) Ahu Antmen, A.g.e., s. 131

(3) A.g.e., s. 140

4 Kasım 2014 Salı

Devrimin Güncelliği Üzerine: Lucaks ve Brecht

Bir kişiyi, grubu ve kurumu söylediği sözlere, yazdığı yazılara göre değerlendirmememiz gerektiğini aslında hepimiz biliyoruz. Bu kişileri, grupları ve kurumları yaptıkları eyleme göre değerlendirmemizin şart olduğu konusunda aslında çoğumuz hemfikiriz. Lakin bizler için  Marx’ın vakti zamanında belirtmiş olduğu bu olgu, bugün bizim adımıza ne kadar içselleştirilmiş bir şey olarak gözükmektedir?

Bu soruya hemen acele bir şekilde cevap verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü Türkiye ve Kürdistan’da bulunan bütün “devrimci” örgütler bu olguyu “içselleştirdiklerini” söyleyeceklerdir. Lakin gene işçi sınıfının içindeki politik mücadele tarihinden kesitlere baktığımızda sırf yazılanlar ve söylenenler üzerinden bir değerlendirme yaparsak en devrimci kişinin Kautsky olacağı kuşku götürmez bir hal almış olur, ancak gerçeklik bunun tam tersidir.
Aşağıda yapacağımız işçi sınıfının, politik mücadele tarihinden vereceğimiz kesitlerle, günümüz sosyalist hareketinin aslında hangi ekolü temsil ettiğini, devrimin güncelliğine dair inancını ve bundan dolayı oluşmuş sanat anlayışını en genel hatlarıyla incelemeye çalışacağız.
Yazımızda neye değinmek istediğimizi biraz açtığımıza göre artık tarihsel örneklere geçebiliriz. Bilindiği gibi Rus burjuvazisinin vakti zamanındaki ideolojik ve örgütsel temsilcilerinden olan Menşeviklerin, Rusya’nın kapitalist yoldan gelişmesi zorunluluğunu mekanik bir şekilde kabul etmeleri yüzünden ortaya çıkan sonuç, Rusya’nın bir an evvel kapitalist gelişmesini tamamlaması gerektiği olmuştu. Menşeviklerin, bu mekanik bakış açısı yüzünden, bu gelişmenin öncü kuvveti mutlaka burjuvazi olmak zorundaydı. Lakin bu gelişme hayli ilerledikten sonra burjuvazi, feodalizmin kalıntılarını saf dışı etmeyi başardığı anda ve onun yerine modern, kapitalist, demokratik bir ülke kurduktan sonra, ancak o zaman proletarya bağımsız bir aktör olarak tarih sahnesine çıkmalıydı. Dolayısıyla proletarya, Menşeviklere göre burjuvazinin yedeği olarak dikkate alınmalıydı.

Görüldüğü gibi bu bakış açısıyla Menşevikler devrimin güncelliği sorununu reddetmekte ve proletaryayı özne olarak görmemektedirler. Haliyle proletaryayı burjuvazinin yedeği olarak gören bu bakış açısının 1.paylaşım savaşında kendi emperyalist ülkelerini destekleyip ‘anavatan savunması’ altında burjuvaziye yedeklenmelerinde şaşılacak bir şey yoktur. İşte Lenin ise bu bakış açısının aksine toplumsal durumu çok iyi değerlendirip devrimin güncel bir sorun olduğu tespit etmiş ve burjuvazinin artık ilerici bir özelliği kalmadığını saptayıp, emperyalizm çağındaki tek devrimci sınıfın proletarya olduğunu belirtmiştir. Lenin bunları saptamakla da yetinmemiş işçi sınıfının ideolojik olarak burjuvazinin etkisinde kalmaması için işçi sınıfının öncü bir partiye ihtiyaç duyduğunu belirtmiş ve öncü partinin işçi sınıfına toplumsal kırılma anlarında yol gösterme sorumluluğunun olduğunu belirtmiştir.

Lenin’e göre devrim, artık 20.yüzyılda bizim irademizden bağımsız bir şekilde güncel bir şeydir. İşte Lenin’in mevcut durumu dahiyane bir şekilde okuyarak ve ona göre bir hazırlık içinde bulunarak 1917 Rusya’sında Ekim devrimi zaferle sonuçlanmıştır. Ekim devriminin zafere ulaşmasında Lenin’in iradesinin yanında Lenin’in iradesinden bağımsız olguları doğru bir şekilde iradi olanla birleştirmesinin yapmış olduğu katkıyı unutmayalım.

Peki Lenin vakti zamanında devrimin güncelliğini tespit edip ona göre hareket ederken, 21. Yüzyıldaki Türkiye ve Kürdistan’daki sosyalist hareketler nasıl bir politik çizgi belirlemiştir? Bu soruya cevap vermeden önce şunu açıklayalım. Lenin’in, devrimin güncelliği tespitini yaparken kullandığı enstrümanlar arasında diyalektik, evrensellik, büyük anlatı, özne, yabancılaşma vardır. Günümüz sosyalist hareketine bakınca illa öncü olarak işçi sınıfı demese bile, günümüz sosyalist hareketi eylemde yani gerçekte tarihin öznesi olarak hangi sınıfı görmektedir? Evrenselci midir? 21.yy’da bir büyük anlatı oluşturabilmiş midir? Diyalektiği ne kadar kullanıyordur? Yoksa mevcut yapıyı(kapitalist sistemi) kabul edip onun içinde mi politika yapıyordur? Yapının değiştirileceğine dair inancı kalmış mıdır?

Bu sorulara cevap vermek gerekirse günümüz sosyalist hareketinin lafta ne kadar diyalektiği, evrenselciliği, büyük anlatıyı, özne olma durumu kabul etse de aslında bunların hiçbirini uygulamamakta ve kendisinin bunları uygulanabileceğine de ihtimal vermemektedir. Üstelik devrimin 20.yy’daki gibi güncel olma durumu 21.yy’da hala mevcut iken. Ezilenciliği, halkçılığı, sola sempati duyan en ileri halk kesimlerini yanlış okuyan günümüz solu bu kesimleri örgütlemek için bu kesimlerin peşine takılmıştır.

Yani günümüzün sosyalist hareketi kendiliğindenciliğin esiri olmuş durumdadır. Yeni çıkan Birleşik Haziran hareketinden tutalım, HDP’sine ve hatta Halk Cephesine hepsi günümüzün Menşevikleridir, hepsi Kauskycidir, hepsi ne kadar farklı görünseler de aynı düzemde siyaset yapmaktadırlar. Çünkü hepsi kültürcüdür, hepsi etnik siyaset üzerinden siyaset yürütmektedir, hepsi devrimin güncelliğini aslında (komünist bir devrimi) reddetmektedirler. Bu kesimlerin tek bir hedefi vardır demokratik reform ve ya devrim. Hiçbirinde evrenselcilik ve büyük anlatı yoktur, hiçbiri aslında kendini öncü olarak görmemektedir, hiçbiri diyalektiği bir yöntem benimsememiştir.
İşte bu yüzden Marx’ın aşağıda belirttiği olgular 21.yy’ın sosyalist hareketleri için bir anlam taşımamaktadır:

“Belli bir çağda devrimci düşüncelerin var olabilmesi için devrimci  bir sınıfın var olması şarttır.”(Marx,Engels,Lenin,Sanat Ve Edebiyat Üzerine,Sayfa:55)

“Kendinden önce egemen olan sınıfın yerine geçen her yeni sınıf, sırf kendi amacına ulaşmak için kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermek ve bunları akılsal, evrensel olarak geçerli biricik düşünceler olarak göstermek zorundadır.” (Marx,Engels,Lenin,Sanat Ve Edebiyat Üzerine,Sayfa:56)

Sosyalist Hareketin İçinde Bulunduğu Durumun Sanata Yansıması: Lukacs’a Karşı Brecht

Sosyalist hareketin içinde bulunduğu bunalım yıllarının haliyle sanat alanında da yansımaları olacaktır. Toplumsal olarak devrimci bir durum altında bulunuyorsak mutlaka bu sanat alanına da yansır. Örnek olarak Ekim devriminin ilk yıllarında Sovyetlerin sinemadaki ilerleyişi ve bir nebze de olsa Gezi ayaklanmasında gördüğümüz sanatsal kıvılcımlar devrimci bir andaki sanatın canlılığına örnektir.

Eğer biz devrimin güncelliğini kabul ediyorsak ve komünist bir toplum kurma yolunda ilerliyorsak mutlaka sanattaki felsefi akımların etkisine bir göz atmalıyız. Felsefi anlamda diyalektiği, hümanizmi, yabancılaşmayı ve evrensel bir insanın özünü benimsemişsek, yani kendimizi tarih yapıcı olarak görüyorsak, bunun sanattaki karşılığı gerçekçilik olmalı ve yeni bir insanın nasıl olması yönünde eserler yaratılmalıdır. Bu tarz aslında Lukacs’ın tarzdır yani büyük anlatının izinden giden devrimci bir anlayıştır.

Komünistlerin içinde bulunduğu çağda devrimin güncelliği devam etmesine rağmen neden sanatta ayağa kalkmayı başaramadığı tartışmalı bir sorudur Ostrovski gibi bir yazar neden 21.yy’da yoktur? Neden Ostrovski’yi ilerletecek bir edebiyatçı çıkmamıştır da Orhan Pamuk gibi biri edebiyatta söz sahibi olmuştur? Mekanik düşünen insanlar bunlara yapısal sorunlar deyip işin işinden sıyrılacaktır halbuki hiç de öyle değildir. Sığ düşünen insanlar, devrimin güncelliğini görmez. Sığ düşünen insanlar günlük toplumsal bunalımlardan ileriye doğru bir çıkarım yapamazlar. Herhangi bir gazeteyi elinize alıp 3. Sayfadaki haberlere baktığınızda orada devrimin güncelliğini görmüyorsanız kendinize komünist demeyin.

Brecht: Kendiliğindenci Hareketin Sanata Yansımış Hali

Sosyalizmin günümüzdeki sorunlarının aslında tarihsel bir arka planı olduğu kuşku götürmez bir gerçek. Bu sorunları yaratanlardan bir tanesi de Brecht’in sanat anlayışıdır. Aşağıda da görecemiz gibi Brecht’in sanat anlayışı, kitleleri değiştirmekten çok kitlelerin peşine takılmanın anlayışıdır.

“Teknikleri bozmakla değil geliştirmekle uğraşır. İnsanın yeniden insan olması yığınlardan bir adım önde gitmekle değil, yığınlara daha derin gömülmekle olur.”(Bertolt Brecht, György Lukacs’karşı)

“Bir öncü, yolu çıkmaza da götürebilir, güvenilir bir yere de. Öylesine önden gidebilir ki, gözden kaybolduğu için ya da benzeri bir nedenle, asıl gövde onu izleyemez.” (Bertolt Brecht, György Lukacs’karşı)

Brecht’in bu anlayışı öncü partinin de, özne olma durumunun da reddidir. Brecht aslında komünist bir sanat anlayışının yerleşeceğini düşünmemektedir onun tek derdi mevcut durumun yansıtılması ve korunmasıdır. Aslında Brecht her ne kadar dünyayı yapan tarihi değiştiren bir halk var dese de gerçekte öyle midir? Halk ne zaman tarihte öncü olmuştur? Halkın ilerici kesimi dediği şey aslında kimdir? Bu sorulara cevap vermek için Brecht’in halkçılık tanımına bakmak gerekiyor.

“Halkçı şu anlama gelir: geniş yığınlarca anlaşılabilir olmak, onların anlatım biçimlerini benimseyip zenginleştirmek/ onların görüş açısını kabul edip bunu pekiştirmek ve düzeltmek/ halkın en ilerici kesimini yansıtarak onun önderliği elde etmesine yardım etmek ve böylelikle öteki kesimlerine de bunu anlatmak/ geleneklerle bağ kurup geliştirmek.” (Bertolt Brecht, György Lukacs’karşı)

Brecht aslında, geniş yığınlar mevcut koşullarda ne kadar anlıyorsa, bu kesimlere anladıklarından fazlasıyla gidilmemesi gerektiğinin teorisini yapmaktadır. Onların görüş açılarının benimsenmesi, pekiştirilmesi, geleneklere bağ kurulması ve düzenlenmesi aslında bu kesimin yeniden üretimdir. Bu kesimin gelenekleriyle bağ kurmak, görüş açılarını kabul etmek aslında küçük burjuvaziyi halkın en ilerici kesimi olarak görüyorum demenin başka bir şeklidir. Bu yüzden Brecht’in yazısındaki bir sürü kafa karışıklığı ve mevcut durumdan duyduğu endişenin nedeni şu anda açığa çıkmış durumda! Brecht’in  komünist bir sanat anlayışının oluşmaması için gösterdiği çabalar ve ‘sanatsal manevralar’ gerçekten insanı hayran bırakıyor:

“Kapitalizmin ilk ağaçlarının dikildiği erken dönemlerde bireyler bireylere ve grup halinde bireylere karşı savaşıyorlardı. Bireyselliklerini belirleyen de bundan başka bir şey değildi. Bizlere şimdi aynı biçimde yapılmış ama doğal olarak bunlardan farklı olacak bireyler yaratmaya, yeniden bireyler yaratmaya devam etmemiz salık veriliyor. Öyleyse?... aileler, içinde bireylerin ‘yetiştiği’ organizmalardır. Özel mülkiyetin kalmasıyla, genellikle kabul edildiği üzere aile bireyleri biçimlendiremez olacağı için böyle hücreler mi yoksa Sovyetler ve fabrikalar mı kurmalıyız? 

Günümüzde bireyleri biçimlendiren ve şüphesiz çok yeni olan bu kurumlar aileye karşılaştırıldığında, tam anlamıyla ‘monte’ edilerek oluşmuşlardır.” (Bertolt Brecht, György Lukacs’karşı)
Brecht böyle diyerek sırf komünist bir sanat anlayışının inşa edilmesine karşı duyduğu çekinceleri dile getirmemektedir aynı zamanda mülk sahiplerinin düşünsel  ‘özgürlüğünü’ de savunmaktadır. Brecht böyle tarihi bir hatayı, bilinçli bir şekilde mi yoksa bilinçsiz bir şekilde mi yaptığı tartışma konusudur. Ancak, proletarya iktidarı ele geçirdiğinde bile burjuvaziden görece güçsüz olduğu bir gerçek değil midir? Burjuvaziyi ideolojik olarak zayıflatmak için onun ideolojik ve sanatsal damarlarını kesmek, Lenin’in uyguladığı bir tarz değil midir?(burjuvazinin basın ve diğer kurumlarını kapatması gibi). Haliyle aşağıda vereceğimiz alıntı ile Brecht hangi sınıfın hakkını savunmaktadır?

“Ama ben, özgürlük edimlerinin de her zaman ciddiye alınması gerektiğine inanıyorum. Bugün hala birçok insan, özgürlükçü edimlerin sırf özgürlükçü oldukları için baskıya uğramasından kaygı duyarak bunlara toptan saldırılmasını hoş karşılamıyorlar, çünkü böyle saldırılarda, mülk sahiplerini anlatmaya yarayan anlatım biçimlerini, mülk sahipleri kendileri ortadan kalktıktan sonra bile korumak niyetini seziyorlar.” (Bertolt Brecht, György Lukacs’karşı)


Özgürlükçü edim nedir? Kime özgürlük hangi kesime özgürlük? Brecht açık açık demese de niyetini belli etmektedir. Sonuç olarak 21.yy’ın komünist hareketi devrimin güncelliğinden hareket edip her anlamda(ekonomik, politik , sanatsal) bir atılım mı yapacak yoksa mevcut yapı içinde kalıp kapitalist sisteme daha mı bağlanacak? Bundan sonra bizim için iki seçenek var: “Ya Kautsky ya Lenin” “Ya Menşevizm ya Bolşevizm” “Ya Lucaks ya Brecht”. İşte asıl sorunumuz bu! Ne kadar kapitalist sistemle bir derdimiz var? Ne kadar Komünistiz? 

26 Ağustos 2014 Salı

Aydınlanma, Post-Modernizm ve Radikal Demokrasi Üzerine

Bilindiği gibi insan, özne olarak varoluğu sırada bulunduğu dönemin toplumsal koşullarından etkilenmekte ve ona göre kendi özne olma konumunu belirlemektedir. Aynı şeyi  komünist özne için de söyleyebiliriz komünist özne(ler) de tarihin belli aşamasında yükselişe geçmiş ve kendi özne konumunu daha aktif hissettirmişken tarihin belli aşamalarında da politik bir özne olarak sıkıntılar yaşamıştır.

Tarih, determinist-volantarist bir süreç olarak işlediğinden ne özneden herşeyi beklemek mümkündür ne de özneyi yok sayıp buradan 'yapı' kavramını kabullenip burjuvazinin hizmetinde bir yaklaşım benimsemek doğrudur.

Tarihi iniş ve çıkışları olan düz bir çizgi halinde düşünmemiz mümkündür. Artık kimse köleci toplum biçiminin yeniden inşa edileceğini düşünemez (kapitalizm içindeki kölelikten bahsetmiyorum çünkü kapitalist sistem de köleleri dışlayan bir sistem değildir) çünkü köleci sistem tarihin çöplüğünde kalmıştır. Fakat artık köleci toplum biçimine geri dönemeyecek olsak bile yaşadığımız dönemde tarihsel anlamda gerici özneler tekrar güç kazabilirler, kazanmışlar ve kazanacaklardır. Bunun nedeni ise tarihin iniş ve çıkışları olan çizgisel özelliğinden kaynaklanmaktadır.

Örnek olarak, feodalizm döneminde insanın doğaya bağımlılığı kapitalist döneme göre daha fazlaydı ve kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla birlikte ticari malların dağılımı, yeni tarzda gemilerin yapımı, yeni liman şehirlerinin kurulması işlemleri hız kazandı ve bunun da etkisiyle insanlar üstyapısal oluşumlarının bir kısmını değiştirmeye başladı. Artık inancın yerini bilgi, teolojinin yerinin bilim, tanrının yerini ise insan aldı.

Aydınlanma dönemi olarak adlandırabileceğimiz bu dönem teknik ilerleme ile insanın esaretinin sona ereceği düşüncesindeydi. Yalnız, tıpkı bu zamanın post-modernistlerinin yaptığı gibi teknolojik gelişime aşırı önem vererek ve teknik ilerlemenin arkasındaki sınıfsal konumu göz ardı ederek; aslında bir sorunu doğru koyamamakta ve yanlış bir reçeteyi çözüm olarak sunmaktaydılar. Tıpkı günümüzün aydınlanma düşmanı post modernistleri gibi.

Her ne kadar Marksizm ile modernite arasında bir benzerlik kurulmaya çalışılsa da aslında ikisi birbirinden farklı olgulardır. Marks'ın modernite tanımına baktığımızda ne dediğimiz belki daha kolay anlaşılacaktır.

“Marks, modernite ile şunu kasteder: Modernite, ‘burjuvazinin yükselişini, ekonomik gelişmeyi ve bu gelişmeye eşlik eden siyasal-toplumsal süreç’tir.” (Yener Orkunoğlu, Nietzche ve Postmodernizmin Gerçek Yüzü,Sayfa:29,Ceylan yayınları)

Marks modernite ile ilgili iki sapmaya karşı amansız mücadele etmiştir. Bunlardan birincisi modernitenin sorunsuz bir ilerleme getireceğini düşünen liberal aydınların dahil olduğu sapmadır. İkincisi, kapitalist gelişmeye salt negatif anlam yükleyen küçük burjuva devrimcilerin dahil olduğu sapmadır. İkisi de aslında bir bıçağın farklı yüzlerinde duran aynı yapının unsurlarıdırlar. Marks ise bu iki sapmanın da dışında olan; onlar gibi kapitalist sistemin içinden konuşmayan birisiydi. Çünkü Marks, ekonomik ilerlemenin emek sömürüsü ile beraber gittiğini bilmekte bunun da işçiler arasında "yabancılaşma" "değersizleşme"ye neden olduğunu görmekteydi. Aslında Marks moderniteyi ilerleme ile çöküşün aynı anda işlediği bir süreç olarak gördü ve buradan komünist toplumun çıkacağı savını geliştirdi. Özetle Marks, modernist bir düşünür değildi. Modernizmin ocağına incir ağacı diken bir düşünürdü.

Peki ne oldu da Marks günümüzün akademisyenleri tarafından modernist bir düşünür olarak lanse edilmeye başlandı? Ne oldu da günümüzde entellektüel anlamdaki hegemonya Marksistlerden Yapısalcılara ve Post-Modernistlere geçti? Bu soruların cevapları oldukça uzun olmasına rağmen biz elimizden geldiğince cevapları kısaltmaya ve aktarmaya çalışacağız. Bunun için komünist ideolojinin gerilemeye başladığı 50'li yıllara bakmakta fayda var. Komünist  öznenin yavaş yavaş güç kaybetmeye başladığı bu dönemde bu bunalımın ideolojik yansıması olarak akademik anlamda komünizmin yerine yapısalcılık güç kazanmaya başladı. Tarihsel anlamda statüko döneminde ortaya çıkan yapısalcılık da haliyle statükonun savunuculuğunu üstlenen bir ideolojik biçimde kendini göstermekteydi

“İşte tam böylesi bir ortamda, hümanizmi eleştiren, özneyi sıfıra indirgeyen ve özneyi yok sayan yapısalcılık düşüncesi aydınların yardımına koşar. Fransız aydınları arasında yapısalcı olma modası başlar.” (Yener Orkunoğlu, Nietzche ve Postmodernizmin Gerçek Yüzü,Sayfa:59,Ceylan yayınları)

İşte tam böyle bir ortamda toplumsal statükonun korunması için burjuvazinin yardımına yapısalcı yöntem koşuyor ve onun yaralarına merhem oluyordu. Burjuvaziye göre bundan sonra insanların derdi özne olarak dünyayı değiştirmeye çalışmak olmamalıyıdı; 'yapı'ları anlamak ve bu yapıları sorunsuz bir biçimde yaşatmak insanların baş çelişkisi olmalıydı. İşte bu yüzden yapısalcı yöntem tarihsel gelişmeyi incelemeye yanaşmıyordu çünkü tarihsel gelişmeyi incelese kendi efendisinin de değişebileceğini kanıtlamaktan korkuyordu. Bu yüzden nesnelerin kökenlerini incelemeyi bir kenara bıraktı ve onun yerine dış nedenlere dayanmadan nesnenin 'yapısal' özelliklerini açıklamayı tercih etti.

Böylece yapısalcılık bir yapıdan diğer yapıya nasıl geçileceğini açıklamakta üç maymunu oynuyor ; bu soruyu ne duyuyor ne görüyor ne de bunla ilgili konuşuyordu. Çünkü yapısalcılık anti-tarihselci olmasaydı özel mülkiyetin oluşum tarihini bilmek ve bu toplumun yapısını anlamış durumda olacaktı. Bir yöntem olarak yapısalcılık hepimizi güncele mahkum etmekte ve toplumu daha derinlemesine anlamamıza engel olmaktadır.

“Örneğin L. Strauss şu fikri ileri sürer ’Akrabalık totem sistemlerinde gördüğümüz, karşılıklı biçimlerini açıklamak için insan zihninin bazı yapılarına bakmamız gerekir’. Görüldüğü gibi L.Strauss somut toplumsal ilişkileri incelemez. Somut toplumsal koşulların, insanın “zihinsel yapı”sını nasıl etkilediğini göstermez. ‘Zihinsel kategoriler’in ve ‘zihin yapısı’nın önceliğini vurgular.” (Yener Orkunoğlu, Nietzche ve Postmodernizmin Gerçek Yüzü,Sayfa:81,Ceylan yayınları)

Ünlü yapısalcı L.Strauss'unda yaptığı bizzat buydu. L.Strauss toplumsal ilişkileri incelemeyerek zamanında burjuvaziye çok ciddi ideolojik katkılarda bulunmuştu. Ama artık Yapısalcılığın miladı dolmuştu. Aklımızda şöyle bir sorunun oluşması muhtemeldir "Peki o zaman Yapısalcılık neden eski gücünü kaybetti?" Bu sorunun cevabı aslında oldukça basit. 90'larda dünyadaki Sovyet Sosyal-Emperyalizmi ile ABD arasındaki statükonun yıkılmasıyla oluşan tek kutuplu dünya ile birlikte yapısalcılık ve post-yapısalcılık artık eski popülerliğini kaybetti bunun nedeni ise burjuvazinin güncel çıkarlarına uygun düşmemesiydi. Gene her zaman olduğu gibi kapitalist sistemin kendi içindeki sorunlarına cevap arayan bir düşünce sistemi arayan düşünürler çareyi kapitalist sistemin aşılamayacağının ideolojik savunuculuğunu yapan post-modernist düşünce sisteminin limanına demirlemekte buldular.



Post-modernist düşünce de tıpkı yapısalcılık ve post yapısalcılık gibi bütünselliği, evrenselliği ,özneyi ve nedenselliği reddetmektedir. Aslında modernist düşünce ile yapısalcı düşüncenin hibritlenmiş hali olarak düşünebileceğimiz post-modernist düşünce ezilen sınıfları esaret altında tutmanın teorisini 'naif' ve 'duygusal' ve kulağa hoş gelir bir biçimde yapmaktadır. Baudrillard'ın teknolojiye gereğinden fazla önem veren düşüncesi ve sınıfsal ilişkileri görmezden gelişi aslında post-modernistlerin gerçek niyetini ortaya çıkarmaktadır.

Post-modernistlerin kurtlanmış düşünceleri güzel ambalajlara sarıp halkın kullanımına sürmesi elbetteki masum değildir. Evrensel doğrulara karşı çıkıp herkesin kendi doğrularının olduğunu belirtip bu yüzden her görüşün ve tercihin hoş ve kabul edilmesi gerektiğini belirtmesi başka insanın kulağına çok hoş gelse bile aslında yapılmakta olan kirli bir oyunun parçalarından biridir. Ezilen sınıfları esaret altına almanın kurgusunu yapmış post-modernist düşünürler çok kültürlü, çok kimlikli ayrıca başka seslerin varlığını kabul etmesine rağmen ezilen sınıflar arasındaki farklılıkları ve özgünlükleri abartır ve çeşitli kimlikler ve kültürlerden gelen ortak özellikleri göz ardı ederek ezilenlerin birbirinden tecrit olmasını hızlandırır ve iktidar karşısında daha kolay yem olmasına zemin hazırlar. Haliyle bu ideolojinin özgürlük kisvesi altında halka esaret sunduğu kuşku götürmez bir gerçekliktir.

Her görüşe saygı duyma, farklılıkların kutsanması ütopyası ezilen sınıflar için neyin iyi neyin kötü olduğunu;  neyin doğru neyin yanlış olduğunun anlaşılmasına engel olmaktadır. Ezilen sınıfların evrensel çıkarlarını bütünselliği redderek bir kenara koyan post-modernizm ezilen sınıfları esarete mahkum etmektedir. Çünkü iyi ile kötü arasında doğru ile yanlış arasında ayrım yapılmadığında ezilen sınıfları bir adım öteye taşıyacak olan eleştiri silahından emekçi kitleler mahrum bırakılmaktadır. Bir şey iyi ya da kötü değilse eleştirilebilir mi? Buradan bir ilerleme çıkabilir mi?


Tabi ki buradan ne bir eleştiri ne de bir ilerleme çıkabilir aslında post-modernistlerin istediği de tam da budur: ezilen sınıfların kurtuluş ümidini boğmaktır. Bu tarz düşünürler tekelci devletlerle ideolojik birlik halinde ezilenlere karşı suç ortaklığı yapmaktadırlar. Toplumsal sınıfları gözardı ederek, toplumu karşıtlıklar içermeyen bir örgütlenme olarak görerek sınıfsal antagonizmanın üzerini kapamaya çalışmaktadırlar.

Post-Modernizmin Siyasal Alanında Olan Bir Proje: Radikal Demokrasi

Radikal demokrasi projesi de post-modernist düşünürlerle paralel bir hat çizerek evrenselcilik söylemini terk etmiştir ve bunun yerini her biri kendi söylemini kuran seslerin karmaşası almıştır. Aslında kurulan oyun post-modernist proje ile birdir: düzen dışına çıkmamak.

" Radikal demokrasi anlayışına göre tamamıyla farklı bir sistemi düşlemeyi bir kenara bırakmalıyız; fakat sermaye birikimini düzenlemenin olanaklı birçok farklı yolu olduğunu ve bunlardan bazılarının eşitlik mücadelesi zeminine daha uygun olduğunu da dile getirmekten geri kalmamalıyız." ."(Gökhan Demir,Postmarksizm ve Radikal Demokrasi,Sayfa:169,Patika Kitap)

Radikal demokrasi anlayışına göre komünist unsurlar demokrasinin radikalleşmesi anlayışı ile yetinmek zorundadır. Artık, kapitalist sistemden keskin bir kopuşa yeltenmemeli ve devrim fikrini terk etmelidir. Görüldüğü gibi evrenselcilik, ilerleme ve özne olmayınca ister yapısalcılık olsun, ister post-modernizm olsun, ister radikal demokrasi olsun hepsi burjuvazinin arka bahçesinde yedeklenmiş durumda olmaktadırlar. Hatta daha beteri komünist özneleri bile kendilerine yedeklemek istemekdirler.

"Sosyalizm bir radikal demokrasi tasarısının bileşenlerin biridir, radikal demokrasi sosyalizmin bileşeni değil." ."(Gökhan Demir,Postmarksizm ve Radikal Demokrasi,Sayfa:172,Patika Kitap)

Radikal demokrasi fikri komünizmin önemli unsurlarından olan sınıf çatışmalarının komünist aşamada çözüleceğini fikrine karşı gelmektedir. Bu fikriyata göre toplumsal uzlaşma asla tesis edilemeyecektir. Demokratik konsensüs ancak çatışmaya dayalı bir şekilde tesis edilebilir bu da düşmanlar arasından değil muarızlar arasındaki çatışmadır.

"Muarızlar birbirleriyle mücadele eder, fakat konumlarının meşruluğunu sorunsallaştırmazlar. Muarızlar, liberal demokrasinin etik-siyasi ilkelerine ortak bağlılığı paylaşırlar." ."(Gökhan Demir,Postmarksizm ve Radikal Demokrasi,Sayfa:191,Patika Kitap)

"Bu durumda demokrasinin radikalleşmesi, demokrasinin hiçbir zaman uğruna mücadele verilmesi gereken ama asla ulaşılamayacak bir proje olarak kalacağını anlamayı ve nihai hedef diye bir şey olamayacağının kabul edilmesini gerektirmektedir. Demokrasi sürekli ileriye doğru işletilen bir süreçtir." ."(Gökhan Demir,Postmarksizm ve Radikal Demokrasi,Sayfa:193,Patika Kitap)

Çatışmanın bitemeyeceği tezi ile demokrasinin hiçbir zaman aşılamayacağı ve ulaşılamayacak bir proje olarak kalacağını kabul etmiş olur. Aslında radikal demokrasi ne demokrasi getirmekte ne de komünizme gidişte bir basamak olabilmktedir. Çünkü hep kendi çemberi altında kendi kısır çatışmalarını yaşanması onun doğasında vardır.

Sonuç: HDP ve Radikal Demokrasi


Kurulduğu ilk günlerde ezilen sınıfların büyük bir ilgisini çeken HDP projesi Türkiye ve Kuzey Kürdistan ekseninde bazı ilklerin yaşanmasına neden oldu. Lakin HDP projesinde bir çok devrimci özne olsada komünistlerin HDP projesinde özne olma rolü maalesef sınırlıdır. HDP radikal demokrasiyi benimsemesinden ötürü düzen içinden asla çıkamayacak bir fikriyata sahiptir ve komünistlerin nihai hedefi ile çatışma halindedir. HDP'deki radikal demokrasiyi benimseyen unsurlar ile komünistlerin ileride muarrız olmadan öte antagonistik çatışmalara girmesi iki öznenin doğası gereğidir. HDP ya radikal demokratların güdümünde düzen ile uzlaşan bir parti olacaktır ya da komünistlerin daha aktif olmasıyla birleşik devrime yürüyecektir. Komünistler mutlaka HDP içinde özne olma konumlarını artırmalıdırlar. Birleşik Devrim fikriyatı ancak HDP'deki radikal demokrat unsurların güç kaybetmesiyle olabilir. Şimdi karşımızda şu sorun vardır Cihangir solculuğu ve radikal demokrasi mi? yoksa Birleşik Devrim ve Radikal Komünizm mi?

7 Haziran 2014 Cumartesi

Gezi Ayaklanmasını Yanlış Okumanın Sonuçları

Bir durum tespiti yapmanın vakti geldiğine inanıyorum özellikle Gezi ayaklanmasının yıldönümünün üzerinden bir seneden daha uzun bir zamanın geçmiş olması ve bu ayaklanmanın yarattığı politik sonuçların ne olduğu üzerine bir analizin proletaryanın ve ezilenlerin yapması gereken bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum.

İlk önce her sosyalistin bir olguyu değerlendirirken mutlaka somut durumun somut tahlili ilkesine göre hareket etmesi gerektiğini düşünmekteyim çünkü somut durumun somut bir tahlilini yapamazsak bu bizi idealizmin sularına sürükleyecek ve neticesinde yaptığımız değerlendirmeler burjuvazinin hanesine artı olarak yazılacaktır.

Bundan yola çıkarsak sosyalistlerin, Gezi ayaklanması, Yolsuzluk operasyonu, Soma’daki katliam ve diğer meydana gelen olayları somut durumun somut tahlili ilkesine göre değerlendiremediğini söylemek zorundayım. Sosyalistler her ne kadar kendilerinin tarihsel materyalizme bağlı olduklarını ilan etseler de maalesef fiiliyat bunun tam tersidir.

Sosyalistlerin azımsanamayacak kadar büyük bir kısmı Gezi ayaklanmasını ve bu ayaklanmadan sonraki dönemi yanlış okumuştur. Daha Gezi ayaklanmasının ilk meydana geldiği sırada toplumsal zafere aç sosyalistlerimiz Gezi parkında bir komün kurulduğunu söyleyecek kadar ileriye gitmişlerdir. Bunu söylemelerinin birçok nedeni olabilir fakat Gezi’de bir komünün kurulmadığı kesindir. Komün dediğimiz olgu bir üretim biçiminin yansımadır. Gezi parkındaki dayanışmayı komün diye adlandırmak komün olgusunu değersizleştirmek ve komün gerçeğini çarpıtmaktan öteye geçmez. Herkes en sıradan bir izci kampında bile yemeklerin ortak bir şekilde yapılıp yendiğini, çadırların birlikte kurulduğunu vs. bilir o zaman yazarların mantık yürütmesine göre her izci kampını da komün diye adlandırmamız gerekmektedir.

Sorun tam da burada çıkmaktadır en ufak başarıya bile aç kalmış sosyalistlerimiz en ufak bir galibiyette bile hemen başarı sarhoşluğuna kapılmakta ve sosyal olguları mitolojik bir sosa bulayıp kitlelerin önüne sermektedirler. Gezi ayaklanmasının politik düzlemdeki tarihsel ve sınıfsal bir analizini yapacakları yerde bu ayaklanmanın mitolojik bir okumasını yapmaktadırlar. Okuduğumuz çoğu yazıda Gezi ayaklanmasını değil Gezi mitolojisini gördük ve görüyoruz.

Bir sosyalist, toplumsal bir olguya sınıfsal durumun incelemesinden yola çıkarak bir değerlendirmede bulunur. Hatırlanacağı üzere Lenin Nisan Tezleri Ve Ekim Devrimi kitabında 1917 Ekim devrimine giden süreçte o dönemin sınıfsal bir analizini yapmıştır. Sosyalistlerin başarıya ulaşması için kendi döneminin sınıfsal bir değerlendirmesini yapmaları gerekmektedir. Fakat sınıfsal bir değerlendirme yapma iddiasında olan sosyalistler bile Gezi ayaklanmasının ve ondan sonra oluşan politik atmosferin sınıfsal bir değerlendirilmesini doğru bir şekilde yapamamıştır.

Gezi ayaklanmasının küçük burjuvazinin ideolojik hegemonyasında olduğu tespitini yapanların sayısı bir elin parmağını geçmez. Biz her ne kadar bunun böyle olmadığına dair kendimizi kandırmaya çalışdıysak da gerçekler bize kendini dayatmaktadır. Ya gerçekleri görüp ona göre politika yapacaktık ya da yenilginin şarabını tadacaktık. Biz ikincisini seçtik.

Sosyalistlerin politika üretememenin politikasını yaptıkları özellikle Gezi ayaklanmasından sonraki süreçte daha net bir şekilde görüldü Gezi ayaklanmasının kendiliğindenci bir özellik taşıyan niteliği ve politik öznelerin hegemonyasının altına girmemesi ancak bu öznelerin politik yetersizliği ile açıklanabilir. Lenin’in Ne Yapmalı kitabını yazdığından beri her sosyalist kendiliğinden hareketleri kendi partilerinin hegemonya alanı altına sokmak ister ve buna uğraşır. Sosyalistler bunu denemelerine rağmen başaramamışlardır. Deve kuşu gibi başlarını toprak altına gömüp bu durumun bir özeleştirisini vermekten bile korkmuşlarıdır. Her dergide,kitapta,blogda,internet sitesinde “Gezi Zaferi, Gezi Komünü” gibi söylemler gırla dolaşırken Gezi ayaklanmasının eksik ve başarısız olan yanları görmezden gelinmiştir. Bir sosyalist nasıl gerçeklere küser? Nasıl gerçeklere sırt çevirebilir? Gerçeklere sırt çeviren bir sosyalist olabilir mi? İşte sorun tam da buydu sosyalistler Gezi ayaklanmasından sonra gerçeklere karşı sırt çevirmeyi daha çok arttırmışlardı. Toplumdan izole olmaları Gezi ayaklanması ile ayyuka çıktı. Bir noktada sosyalistler gerçekten kelimenin tam manasıyla marjinal olmuşlardı(öncü olmaları gerekecekleri yerde)

Gezi ayaklanmasını yanlış okumanın sonuçları

Yaşadıkları toplumdan yabancılaşmış olan sosyalistlerimiz Gezi ayaklanmasını yanlış okudukları için bundan sonra ortaya çıkacak durumu doğru okumalarını beklemek herhalde polyanacılık olurdu. Gezi ayaklanması gibi bir kırılmayı değerlendiremeyen sosyalistlerimiz maalesef Gezi’nin altında kalmışlardır. Yolsuzluk operasyonları ve Soma Katliamı gibi kendi coğrafyalarında olan süreçleri bile doğru okuyamamış ve değerlendirememişlerdir. Halkın büyük bir kesimi yolsuzluk operasyonuna “komplo” ve Soma Katliamına “kader” demiştir. Sosyalistlerin bu süre zarfında yaptığı onca refleks eylem her seferinde daha az bir katılımla gerçekleştirilmiştir. Halbuki beklenti bunun tam tersiydi. Yapılan eylemlerden tutun da kitlelerin ideolojik hegemonya altına alınmasına kadar her alanda burçları burjuvaziye teslim eden sosyalistlerimiz hala öz eleştirel bir değerlendirme yapmamaları düşündürücüdür. Geziden sonra Kadıköy’de eylemlere tencere tava çalarak destek veren “teyzeler”in Soma eylemlerinde eylemcileri polise ihbar etmelerine götüren olguda sosyalistlerin uyguladıkları yanlış politikalar yatmaktadır.

Kendi eliyle bir alanı kurutan örgütlerin öncü olması da o toplumun haklarının savunucusu da olması beklenemez. Örnek olarak hangi örgüt kelimenin tam manasıyla bir işçinin, Alevinin, ezilen bir cinsin, vs. hakkını savunuyor. Bir işçi gibi düşünmeyen ve yaşamayan biri nasıl işçilerin haklarını savunabilir ya da işçilerin güvenini kazanabilir? İşçilerden, Alevilerden, Gençlikten, küçük burjuvaziden diğerlerinden sosyalistler o kadar çok uzaklaşmış ki ne onları anlayabiliyor ne onlar gibi düşünebiliyor ne de onların sorunlarına çözüm bulabiliyor.

Ne demek istediğimi daha da somutlaştırırsam. Şu ana kadar sosyalistler işçiler ve diğer ezilen unsurlar için en fazla basın açıklaması, eylem, bildiri dağıtımı gibi aslında o kesimler için soyut faaliyette bulunmaktadırlar. Örnek olarak “Zorunlu din dersi kaldırılsın” demek bir sosyalistin Alevinin hakkını savunduğunu göstermez ve de onun güvenini kazanmasını sağlamaz. Bir sosyalistin Alevinin hakkını savunması için Alevi halkın bunu pratik olarak anlaması gerekmektedir. Bunun için sadece Aleviler için eylem yapmak yetmez hayatın her anında Alevilerin yanında olmak gerekir. Mesela onlarla birlikte yaşamak gerekir, onlarla oturup çay içmek gerekir, onların hayatlarında yaşadıkları sorunların dinlemek ve onların arkasında olmak gerekir, Bir saldırı anında onlarla birlikte faşist saldırıyı püskürmeye çalışmak gerekir vb. yani özetle bir öncü olmak için hizmet ettiğin katmanla yediğinin içtiğin ayrı gitmemesi gerekir onların hassasiyetlerini bilmek ve buna göre politikanın belirlenmesi gerekmektedir.

Yoksa sonuç Gezi ayaklanmasından maksimum kazanımla ayrılacağımız yerde minimum kazanımla ayrılmamıza neden olmakta, Kadıköy’de halkın olumsuz tepkisine neden olmakta ve diğer alanlarda politika yapmamıza engel olmaktadır. 600 kişinin öldüğü(resmi 301 kişi) Soma’da Türkiye’deki halkın bu kadar tepkisiz(aktif bir tepki yerine pasif bir tepki vermeleri) kalmalarına neden olan şey sosyalistlerin yanlış politika gütmeleridir. Kendi coğrafyamızı ütopik okumanın olumsuz sonuçlarını Kürdistan coğrafyasında yaşanan maden kazasında görmekteyiz. Kürt halkı haklı bir şekilde neden Soma için gösterilen tepkiler orada(Kürdistan’da) ölen madenciler için gösterilmedi dediğinde sosyalistlerden doyurucu bir cevap gelmemesine şaşırmamak lazım. Çünkü kendi politik alanında bile gerçekçi politika üretemeyen sosyalistler nasıl Kürdistan’da olan bir olay için kendi alanlarında yani Batı’da gündem yaratabilirler? Kendi halkından bile yabancılaşmış bir örgütler denizi(Türkiye sol hareketi) nasıl kendi halkını harekete geçirip bir toplumsal duyarlılığa neden olabilir?

Sonuç


Ütopyalar, yabancılaşmalar, hayaller aleminde olan sosyalistlerimiz maalesef Gezi dozerinin altıda kalmışlardır. Güncel politikanın bir numaralı ihtiyacı olan örgütlenme meselesini yanlış tahliller ve yanlış politikalar ile yerle bir etmişlerdir. Hatta sorun öyle bir hal almıştır ki örgütlerin çoğunda örgütsel krizler kronik hale gelmiş ve ayrışma ve tartışma süreçleri yaşanır olmaya başlamıştır. Sosyalistler bu krizden çıkmak için çok geç kalmışlardır(bütün Türkiye solu) fakat zararın neresinden dönülürse kardır. Bu yüzden bir an önce ütopyalar,yabancılaşmalar ve hayaller alemine bir son verilmesi gerekmektedir.

23 Nisan 2014 Çarşamba

Stalin'i Savunmadan Sosyalist Olunamaz

Kendini anti kapitalist diye tanımlayan bazı sosyalistlerimiz her ne kadar kendilerini sosyalist olarak tanımlasalar da aslında burjuva yaşam tarzından ve onun değerlerinden vazgeçememektedirler. Bu tarz sosyalistler farkında olsalar da olmasalar da burjuvaziye hizmet etmektedirler. Bu hizmet sevdaları onların hem pratiğine hem teorilerine yansımaktadır. Radikal bir şekilde Stalin’i eleştiren birini hiçbir zaman radikal bir pratiğin içinde bulamazsınız. Bundan dolayı teorik olarak sosyalizmin tarihsel miraslarına “öz eleştirel” bakıyoruz diyen bu kişiler her ne kadar “öz eleştirel” okumalarını sosyalizmin gelecekteki çıkarları için yapıyoruz deseler de aslında bu gibi kişi ve grupların yaptıkları “öz eleştirel” okumalar burjuva tarzda bir öz eleştiri ve burjuva tarzda bir günah çıkarmadır.

Bu gruplar kitlelere en yaygın bir biçimde Stalin’in kendisiyle aynı düşünmeyen “masum” insanları “irrasyonal” bir şekilde öldürdüğü dezenformasyonunu yayıyorlar. Stalin döneminde halkın düşünce özgürlüğünün olmadığını, insanların baskı altında olduğunu ve Stalin’in acımasız bir diktatör olduğu gibi buram buram burjuva tarzda eleştiri kokan yorumları sosyalist bir sosa bulayıp halkın önüne seriyorlar.

Bu teori uzmanları Stalin’in düşünsel manada burjuva etkide olan kişileri öldürmediğini bilmelerine rağmen bu yalanı sürekli ısıtıp ısıtıp gündeme getiriyorlar. Stalin’in sadece pratik anlamda karşı devrimciliğe bulaşmış olanları öldürdüğünü bilmelerine rağmen Stalin’in acımasızlığından bahsediyorlar.

Şu olguyu açığa çıkarmak lazım sosyalist bir sistemde bir insanın düşüncesi yüzünden öldürülmesinde hiçbir sakınca yoktur. Bir insanın düşünce suçundan dolayı öldürülmesi proletarya diktatörlüğünün gücüne bağlıdır. Eğer proletarya diktatörlüğü yeterince güçlüyse bir insan düşüncesi yüzünden öldürülmez ama eğer proletarya diktatörlüğü yeterince güçlü değilse proletaryanın iktidarı sallantıda ise bir insan düşüncesi yüzünden öldürülebilir. Yani bir insanın düşüncesi yüzünden öldürülmesi proletaryanın güncel çıkarlarına bağlıdır. Stalin döneminde bir insanın düşüncesi yüzünden öldürülmesini gerektirecek kadar kriz yaşanmadığı için insanlar düşünce suçlarından dolayı öldürülmemiştirler.

Soruna şuradan bakarsak daha açıklayıcı olacağımızı düşünüyoruz. Sovyetler Birliği proletarya diktatörlüğü prensibinde hareket eden bir devlettir. Diktatörlük kendi sınıfının çıkarları dışında kimseye yaşam hakkı tanımamaktır. Sovyetler Birliği’nde bu grup burjuvazi, kulaklar ve onlara yardım eden işbirlikçilerdir. Bir insanın toplumsal bilinci(felsefi,siyasal vb.) toplumun iktisadi sistemini yansıtır. Eğer Sovyetler kurulduktan sonra hala alışkanlık gücünden dolayı burjuva toplumunun toplumsal bilincini yansıtan insanlar varsa bu insanlara karşı nasıl bir tavır takınılacağına proleter iktidarın gücü belirleyici rolde olur. Çünkü proletarya diktatörlüğü burjuvaziye yaşam hakkı tanımamaktır (hem ekonomik hem bilinçsel).

Bu sosyalist görünümlü burjuva teorisyenleri bunları bilmelerine rağmen kasti bir şekilde bu gerçekleri çarpıtmaktadırlar. Her ne kadar masum görünürse görünsün hiçbir okuma masum değildir. Stalin’i insanlık adına eleştiren bu zatı muhteremlerin okumaları da aynı şekilde masum değildir. Şimdi aşağıda Sovyet dönemini ele alıp bu tarz eleştirmenlerin karşı devrimci özelliklerini açığa çıkaralım.

Bilindiği Lenin döneminde sosyalizm ekonomik manada kurulmaya çalışılmış fakat başarılamamıştı. Lenin NEP adı altında kapitalist işletmelerin proletarya diktatörlüğü altında(proleterlerin kontrolünde) açılmasına razı olmak zorunda kalmıştı. Lenin NEP’i kapitalizmin restorasyonundan öte sosyalizme geçiş için bir ara basamak olarak görüyordu ve bunda haklıydı da. Haliyle bu ara basamağın da bir sınırlı ömrü vardı ve artık çubuk sosyalizmden yana bükülmek zorundaydı bu görev ise tarihsel olarak Stalin’e verilmişti.

“Asıl politik soru Lenin’in 1924’teki ölümünden sonra ortaya çıktı. NEP’i sürdürmek mi yoksa yeni bir gelişme basamağını zorlamak mı? Kapitalist unsurlarla başka uzlaşmalar yapmak mı, yoksa Sovyetleri, özel pazarın ekonomik kıskacından bağımsızlaştırmak mı?”(Thomas Angotti, Stalin Dönemi: Tarihin Perdesini Aralamak, Dünya Solu Dergisi, Sayfa:46)

Bunun için yani sosyalizme geçiş için 3 temel görev vardı birincisi tarımın kollektivizasyonu, ikincisi ağır sanayinin kurulması, üçüncüsü ise merkezi planlı bir ekonominin kurulmasıydı. Bilindiği gibi muhalefet tarımın kollektivizasyonuna karşı çıkmakta, ağır sanayinin kuruluşuna itiraz etmekte(hafif sanayiye dayalı bir kalkınma önermekteydiler) ve son olarak merkezi planlı bir ekonomiyi reddetmekteydiler. Yani özetle sosyalizmi kurulmasına karşıyım demekteydiler sadece bunu süslü cümlelerle açıklamaktaydılar.

“Plan üç bölümden oluşuyordu: 1) tarımın kolektivizasyonu; 2) bir ağır sanayi temelinin kurulması; ve 3) merkezi planlamanın kurumsallaşması. Bu, 1929’da Stalin’in liderliği altındaki Bolşevik Devrimin “Büyük Sıçrayışının” esasıdır. Üç madde de aralarında bağıntılıydı. Tarım ağır makinalar olmadan kollektivize edilemezdi(Örn. Traktörler). Ağır makinalar, kollektivizasyon yöntemleriyle kırsal bölgelerden çekilen emek fazlası olmadan üretilemezdi, ve ülke çapındaki bir üretim sistemi, bu geniş ülkede merkezi bir plan ve bütçe olmadan etkin olarak kurulamazdı.” (Thomas Angotti, Stalin Dönemi: Tarihin Perdesini Aralamak, Dünya Solu Dergisi, Sayfa:46)

Buharin’in aşağıdaki cümlesini nasıl değerlendirmek lazım Buharin bu cümleyi kurduktan sonra nasıl masum olabilir?

“Buharin “köylüler, kendinizi zenginleştirin” çağrısıyla, kırdaki kapitalist gelişmeyi yüreklendirdi. Onun stratejisi sosyalizm için değil, kapitalist restorasyon için bir reçeteydi.” (Thomas Angotti, Stalin Dönemi: Tarihin Perdesini Aralamak, Dünya Solu Dergisi, Sayfa:54)

Sovyetlerde Sınıfların Ortadan Kaldırılması

İşte Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde sosyalizm bu koşullar altında kurulmaya çalışıldı ve 1930’lu yıllarda kuruldu. Sınıflar ortadan kaldırılınca haliyle ortada antagonist sınıflar kalmamıştı. Her ne kadar güncel burjuva düşünürleri Stalin döneminde Sovyetlerde antagonist sınıflar var olduğunu söyleseler de gerçek bunun tam tersidir. Stalin döneminde sınıfların kaldırıldığı bir olgudur. Bu bir olgu olduğu için bu konu üzerinde sorgulama yapılamaz. Bu yüzden burjuva düşünürlerin sınıfların kaldırılmadığına dair kanıt olarak öne sürdükleri mücadeleler, sınıfların kaldırılmadığı anlamına gelmez. Devam eden mücadeleler kitlelerin alışkanlık gücüdür ve bu alışkanlık gücünün kuşaklar boyunca süreceği kesindir. İşte bu yüzden Sovyetlerde iç mücadeleler devam etmiştir. Sosyalizm kurulduktan sonra zor aygıtı dış düşmana ve içerideki alışkanlık gücüne sahip unsurları baskı altına almaya yönelik olarak yeniden organize edilmiştir.

“Herhangi bir kapitalist ülkeden farklı olarak bugünkü Sovyet toplumunun özelliği, içinde antagonist düşman sınıflar olmamasıdır; sömürücü sınıflar tasfiye edilmiş, Sovyet toplumunu oluşturan işçi,köylü ve aydınlar dostça işbirliği temelinde yaşıyor ve çalışıyorlar. Kapitalist toplum, onun iç durumunu güvensiz kılan işçilerle kapitalistler, köylülerle toprak sahipleri arasındaki uzlaşmaz çelişkilerle parçalanırken; sömürü boyunduruğundan kurtulmuş Sovyet toplumu böyle zıtlıklar tanımıyor, sınıfsal çatışmalar ona yabancıldır ve o, işçiler, köylüler aydınların dostça işbirliği tablosunu sunuyor.” (Josef Stalin,Leninizmin Sorunları, Sayfa:739, İnter Yayınları)

“Ve şöyle muhakeme yürüttüler: Eğer sınıfsız toplumdan söz ediliyorsa, bu, sınıf mücadelesi zayıflatılabilir, proletarya diktatörlüğü zayıflatılabilir ve bir bütün olarak devlete, o zaten gelecekte sönüp gitmek zorunda olduğundan, bir son verilebilir demektir. Ve yakında artık sınıfların olmayacağı, —yani sınıf mücadelesinin de, hiçbir sorunun ve huzursuzluğun da olmayacağı— beklentisiyle, yani artık silahların bir kenara koyulabileceği ve sınıfsız toplum beklentisiyle kendini rahatça uykuya verebileceği beklentisiyle kendilerinden geçtiler. Kafalardaki bu karışıklığın ve bu düşüncelerin, eskinin kendiliğinden yeniye dönüşmek zorunda olduğu ve günlerden bir gün, farkında olmadan, sosyalist topluma varacağımız yolundaki sağ sapmacıların bilinen görüşlerine tıpatıp benzediğine hiç kuşku yoktur. Gördüğünüz gibi, yenilgiye uğratılan anti-Leninist grupların ideolojilerinin kalıntıları kesinlikle yeniden canlanacak durumdadır, ve yedi canlılıklarını yitirmiş olmaktan uzaktır. Şu açıktır: Eğer görüşlerdeki bu karışıklık ve bu Bolşevik olmayan ruh hali Partimizin çoğunluğuna egemen olsaydı, Parti terhis edilmiş ve silahsızlandırılmış kalakalırdı.” ( Josef Stalin,Leninizmin Sorunları, Sayfa:596, İnter Yayınları)

Stalin bunun yanında komünizmin, sırf üretim araçlarının mülkiyetinin değiştirilmesi ile kurulacağına inanmıyordu. Stalin komünizmin ekonomik olarak tam anlamıyla kurulabilmesi için işçilerin yeterli bir kültürel seviyeye sahip olması gerektiğini belirtiyordu ve komünizme ilerlerken bir sorunun ancak yönetici sınıfın yanlış tutumundan kaynaklanabileceğini belirtiyordu.

“Gerçekte kafa ve kol emeği arasındaki çelişkinin kaldırılması, yalnızca işçi sınıfının kültürel ve teknik düzeyinin mühendislerin ve teknisyenlerin düzeyine çıkarılmasıyla sağlanabilir. Bunun gerçekleşemeyeceğine inanmak gülünç olurdu…Düşünsel ve bedensel emek arasındaki çelişkinin
temellerini yalnızca işçi sınıfının böylesi bir kültürel ve teknik gelişiminin ortadan kaldırabileceğinden, yalnızca onun sosyalizmden komünizme geçişe başlamak için gerekli olan yüksek emek
üretkenliğini ve tüketim araçları bolluğunu garanti edebileceğinden kuşku duymak için hiç bir neden yoktur.” (Josef Stalin,Leninizmin Sorunları, Sayfa:630, İnter Yayınları)

“Eğer yönetici kurumlar doğru bir siyaset uygularlarsa, bu çelişkiler, uzlaşmaz çelişkiler halinde soysuzlaşamazlar ve üretim ilişkileri ile toplumun üretici güçleri arasında bir çatışmaya varamazlar. Yaroşenko yoldaşın önerdiği gibi yanlış bir siyaset izlersek, durum bambaşka olur. O zaman bir çatışma kaçınılmaz olur, ve üretim ilişkilerimiz, o zaman üretici güçlerin sonraki gelişmesi için çok ağır bir engel olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.”(Stalin,Son Yazılar,Yaroşenko Yoldaşın Başlıca Yanlışı) 

Moskova Duruşmaları

Burjuva aydınların bize empoze etmeye çalıştıkları Moskova Duruşmalarında yargılananların “melek,masum” olduğu iddiası gerçekleri yansıtmaktan çok uzaktır. Moskova Duruşmalarında ceza alanların hepsi suçludur. Bu reddedilemez bir gerçektir. Burjuva aydınların, tutukluların Moskova Duruşmalarındaki savunmalarını zorla verdiğini iddia etmesi kara propagandadan başka bir şey değildir. Yeni yapılan araştırmalar gösterdi ki tutukluların bir kısmı Moskova Duruşmasından önce de parti toplantılarında suçlarını itiraf etmişlerdi. Burjuva aydınlar sanıkların bu itirafları karşısında sessiz kalması bizce her şeyi açıklamaktadır. Buharin’in aşağıdaki itirafı her şeyi açıklamaktadır.

“Buharin konuşmasını bitirirken de Trotskiycilere karşı “kutsal öfkesini” bir kez daha ifade etmeyi unutmadı ve üstelik onları faşistlerle kıyasladı:
“ Şu anda, genel olarak bakıldığında, parti açısından en temel ve en önemli mesele, gayet gizli, büyük yer altı deneyimine sahip, yeni mücadele usullerini iyi bilen, güçlerini adamakıllı konumlandırmış bir terörist parti örgütünün kurulmuş olmasıdır… Ben bütün bu Trotskiyciler, sabotajcılar ve kundakçıların yok edilmelerini ifşa edilmelerini yüzde yüz, tamamen doğru ve zorunlu buluyorum.” Tabi ki Buharin temelde kendini aklamak için konuştu; ancak o da kendine yöneltilen suçlamalar kadar asılsız ve kanıtsız bir savunma yaptı. Üstelik bunu yaparken, kendisinin “sağ”cı muhalefet içindeki aktif rolünü de birkaç kez itiraf etmek zorunda kaldı:
Ben 1928-1929 arasında partide muhalefet mücadelesi yaptığımı hiç inkar etmedim…1928-1929 arası partiye karşı çok günah işledim. Bunu biliyorum. Bunların kuyrukları bugüne kadar uzanıp gelmektedir. O zaman peşimden gelenlerin bir kısmı, Tanrı bilir nerelere varana kadar evrim geçirdiler. Bunu bilmem; fakat teorik olarak bunu inkar etmiyorum… Ben gerçekten 1928-1929 yılları arasında, verdiğim beyanatlarla partiye karşı suç işlemiştim. Son beyanatımı 1930 kışında “örgütlenmiş kapitalizm hakkında” konuşurken vermiştim.”(Yuriy Jukov, Öteki Stalin,Sayfa:302-303,Lena Yayınları)

Görüldüğü gibi Buharin bile kendisinin sütten çıkmış ak kaşık olduğunu söylemiyor aksine kendisinin suçlu olduğunu itiraf ediyor. Buharin’in bu itirafından sonra burjuva aydınların Moskova duruşması sanıklarını savunmaları oldukça düşündürücü bir hal aldığı kuşku götürmeyecek kadar net bir şekilde ortaya çıkıyor.

Burjuva aydınların bir diğer yalanı ise Moskova Duruşmasında yargılanan kişilerin “kendilerine empoze edilen bütün suçlamaları kabul etmek zorunda kaldıkları” iddiasıdır. Burjuva aydınlar bu iddia üzerinden Moskova Duruşması tutanaklarında verilen ifadelerin “yalan” olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Fakat tutanakları okuduğumuzda durumun çok farklı olduğunu görüyoruz. Çünkü sanıklar kendilerine yönlendirilen her iddiayı kabul etmemektedirler. Bu da sanıkların ifadelerinin zorla verildiği iddiasını çürüten bir delil niteliği taşımaktadır. Buharin’in Moskova Duruşmalarında verdiği aşağıdaki ifadesi burjuva aydınları yalanlar niteliktedir.

“Ben soruşturma makamının ve yoldaş hakimler, sizin önünüzde neden teslimiyet gerekliliğine vardığımı anlatmak istiyorum. Bizler yeni hayatın sevinçlerine karşı en adi araçlarla mücadele ettik. Ben Vlademir İlyiç’in hayatına suikast suçlamasını reddediyorum ama karşı devrimci arkadaşlarım ve onların başında da ben, Stalin tarafından muazzam başarılarla sürdürülen Lenin’in eserlerini yıkmak istedik.”(Buharin, Duruşma Tutanağı, Moskova 1938, 847-848)

1936-1938 döneminde temizlenenler aslında kimlerdi?

Yukarıda da aktardığımız gibi Stalin, sosyalizmin Sovyetler Birliği’nde inşa edilmesi için 1-tarımın kollektivizasyonunu, 2- ağır sanayi sanayinin kurulması, 3- merkezi planlı bir ekonominin organize edilmesini istiyordu. Muhalefet ise sosyalizm kurulmasın diye tarımın kollektivizasyonuna karşı çıkmakta, hafif sanayiye dayalı bir kalkınma planı önermekte ve merkezi planlı bir ekonomin kurulmasına karşı çıkmaktaydı. Muhalefet sosyalizmin kurulmasını önlemek için bürokratik tarzda önlemler almakta ve sabotaj eylemleri düzenlemekteydi. Hatta yeni anayasanın yürürlüğe girmesini engellemeye çalışmaktaydılar. Bunun nedeni ise yeni anayasanın partideki bürokratik tabakayı tasfiye etmeye yönelik hazırlanmış olmasıydı. Stalin’in en iyi yaptığı işlerin başında partideki bürokratik unsurlara karşı mücadele geliyordu.

Stalin’in lider olması imtiyazlı parti bürokratlarının büyümesini değil, tersine onların temizlenmesinin izlediği gerçeğidir. Sosyalizmin inşasında kendi dar çıkarlarını ikinci derecede tutmaya isteksiz hala NEP’in getirdiği çıkar mantığına bağlı ve yetersiz teknotratlar yeni bir kuşak kadroyla değiştirildi. 1930’larda işçi sınıfından gelen teknik kadronun sayısı ve oranı, fabrika ve çiftlik yönetiminden gelenlerden fark edilir derecede büyüdü. Bu, Bolşevikler tarafından kurulan Sovyet Üniversite ve teknik enstitülerden çıkan ilk işçi sınıfı teknisyenleri kuşağıydı. Bunlar doğallıkla parti ve devlette lider durumuna geldiler ve Lenin’in NEP’ten bahsederken eksikliğini vurguladığı işçi sınıfı uzmanlarının yeni kuşağı oldular.” (Thomas Angotti, Stalin Dönemi: Tarihin Perdesini Aralamak, Dünya Solu Dergisi, Sayfa:49-50)

Parti Temizliği Nasıl yapıldı?

Burjuva ayınlar Sovyetler Birliği’nde yapılan parti temizliğinde temizlenen kadroların “öldürüldüğü” yalanını ortaya atmaktaydılar. Fakat her zaman olduğu gibi gerçek bunun tam tersiydi. Sovyetler Birliği’nde temizlenen kadroların büyük çoğunluğu “emekli edilerek” tasfiye edilmişti yani diğer bir değişle Sovyetler Birliği’nde tasfiyeler bürokratik unsurların öldürülmesi şeklinde yapılmadı. Bu yüzden burjuva aydınlar ne diyorsa sosyalistler gerçek bunun tam tersidir diye düşünürse hakikati bulacaklarına eminim.

“Üçüncü olarak, tekil parti üyelerinin temizlenmesinin genel nedeni, muhbirlik ve karşı-devrim destekçiliği değil, bürokratik sorumsuzluktu.” (Thomas Angotti, Stalin Dönemi: Tarihin Perdesini Aralamak, Dünya Solu Dergisi, Sayfa:57)

“1938’de 1.6 milyon üyenin ihraç ya da istifasını getiren bir süreç yaşandı. Son olarak, Bolşevik partiden temizlenenlerin büyük çoğunluğu, şiddete ve ölüme maruz kalmadı. Çoğu basitçe emekli edildi.” (Thomas Angotti, Stalin Dönemi: Tarihin Perdesini Aralamak, Dünya Solu Dergisi, Sayfa:57)

Zaten Stalin Moskova Duruşmalarını yapmasaydı ve 1936-1938 arası parti temizliğini gerçekleştirmeseydi burjuva aydınlar Sovyetler Birliği Komünist Partisini bürokratların ve kariyeristlerin esiri olduğu propagandası yapacaktı. Parti temizliği yapıldığı için ise burjuva aydınlar laf değiştirmiş ve “partideki cadı avı başarılı oldu” şeklinde dezenformasyonlarını piyasaya sürmekteydiler. Aslında yukarıda değindiğim her iki eleştiride burjuvaların ve tekellerin işine yaramaktadır. Görüldüğü gibi “aydın” olmak, “sınıflar” ve “hizipler üstü” olmak böyle kirli bir şey.

Burjuva Düşüncedekiler İçin: Bir İhtimal Daha var(Moskova Duruşmaları Üzerine)

Burjuva düşüncesindeki insanlar için bir ihtimalin daha olduğunu akıllarında bulunmasını istiyoruz. Burjuva düşüncesine sahip insanların(proleter ve müttefikleri) Stalin’e karşı haksız sekter ve uzlaşmaz tavırlarını son vermeye çağırıyoruz. Moskova Duruşmasındaki ifadelerin doğru olduğuna dair büyükelçi raporlarını dikkate almaya çağırıyoruz. Ayrıca çoğu insan için Nikaragua ve Küba’ya CIA’in ajan sızdırdığı kuşku götürmez bir gerçek olduğu düşünülüyorsa neden Almanların Sovyetler Birliği’ne ajan sızdırdığı iddiası gerçek olmasın?

“Mahkemelerde bulunan tanıkların yazdığı, takibatı haklı çıkarabilecek anılara ya da el yazmalarına bakılmıyor bile. Birkaç yorumcu, örneğin ABD’nin Sovyetler Birliği elçisi Joseph Davies tarafından yazılan belgeleri ciddiyetle ele alıyor. Davies, Moskova mahkemelerini izlemiş ve Devlet Sekreterliğine verdiği raporda, “haklı bir kuşkunun ötesinde” suçlananların ihanet ettiğini yazıyor ve mahkemeleri izleyen çoğu diplomat “davanın korkunç bir politik karşıtlığı ve aşırı ciddi bir noktayı ortaya koyduğuna” inanıyor.(Davies,1941, 271-272) Davies’in izlenimleri, gelişigüzel bir okumayla dahi, itirafların mantıksal olarak tutarlı olduğunu ve suçlananların hiç birinin zora maruz kaldığını belirtmediğini (bunu yapsalar da kaybedecek bir şeyleri yoktu hatta uluslar arası gözlemcilerin varlığı nedeniyle avantaj sağlayabilirdi) ortaya koyuyor. Bir İngiliz avukatı ve parlementeri D.N.Pritt şöyle diyor: “Davaların gelişimini izleyen herhangi biri için, mahkemede sözlü olarak yapılan itirafların düzmece ya da ezberlenmiş olamayacağı çok açık”(Pritt,1937).” (Thomas Angotti, Stalin Dönemi: Tarihin Perdesini Aralamak, Dünya Solu Dergisi, Sayfa:58)

“CIA’in Sandinistlerin, Kübalı ve Vietnamlı komünistlerin arasına sızdığına inanabiliyorsak, neden Nazi gizli servisinin Bolşevik Partiyle bağlantı kurmaya cesaret edebileceğine inanmayalım? Amaçlarına ulaşmak için silaha ve paraya gereksinim duyuyorlarsa ve bunlar da ancak emperyalist ülkelerde mevcutsa, Sovyet muhalefetinin, Sovyet ülkesini Almanlarla Stalin yönetimin devrilmesinden sonra(Buharin’in mahkemesinde itiraf ettiği gibi) bölüşmek konusunda anlaştığına inanmak neden o kadar zor olsun?” (Thomas Angotti, Stalin Dönemi: Tarihin Perdesini Aralamak, Dünya Solu Dergisi, Sayfa:58)

Kişiye Tapınma Üzerine

Bilindiği gibi kişiye tapma eleştiri ilk kez sistematik bir şekilde XX.Kongre’de geliştirilmiştir. Stalin’den sonraki Sovyetler Birliği Genel Sekreteri Kruşçev  XX.Kongre’nin gizli oturumunda Stalin’e karşı düzenlemiş olduğu iftiradan birini de kişiye tapınma oluşturmaktaydı. Fakat gerçek gene bunun tam tersidir. Maddeler ilk göründükleri haliyle algılandığında Stalin dönemi anlamak bir paradoks durumuna dönüşüyor. O yüzden maddenin ilk görünen halini icat eden Kruşçev ve buna çölde vaha görmüş gibi atlayan burjuva aydınların tezlerinin arkasında yatanlara bakmamız lazım. Stalin hayatı boyunca kendisini öven insanları eleştirmiş ve bunun gereksiz olduğunu bildirmiştir.

“Bana karşı “bağlılığınızdan” söz ediyorsunuz. Bu sözlerin ağızdan tesadüfen dökülmüş olması mümkündür. Ama eğer bu sözcükler ağızdan tesadüfen çıkmadıysa, o zaman size kişilere karşı bağlılık “prensibi”nden vazgeçmeyi öğütlerim. Bu Bolşevik bir tarz değildir. İşçi sınıfına, onun partisine, devletine bağlı olun. Bu gerekli ve iyidir. Ama bu bağlılığı kişilere karşı bağlılıkla, bu boş ve yararsız aydınca tumturaklı parlak sözlerle karıştırmayın.”(Josef Stalin,Eserler Cilt:13,Sayfa:28)

“Kendinizi “Lenin ve Stalin’in öğrencisi” olarak tanımlamanıza karşıyım. Benim öğrencim yok. Lenin’in öğrencisi olarak tanımlayın kendinizi, Şatzkin’in eleştirilerine rağmen buna hakkınız var. Ama kendinizi Lenin’in öğrencisinin öğrencisi olarak tanımlamanızın hiç nedeni yok. Gereksiz.”(Josef Stalin,Eserler Cilt:9,Sayfa:126)

Stalin Hangi Konuda Yetersiz Kaldı?

Bu kadar Stalin savunusu yaptıktan sonra bazı okuyucuların aklında şu soru oluşmuş olabilir “Stalin eleştirilemez mi?” Stalin dönemi tabi ki eleştirilebilir ama kelimenin burjuva manasında değil. Bu yüzden Stalin’i eleştireceksek yukarıdaki gibi burjuva tarzı eleştirileri sosyalist tarzda bir eleştiri olarak görmemiz mümkün değildir. Yukarıda değindiğimiz iddialar bir iftira ve dezenformasyon çalışmasının bir ürünüdür. Bu yüzden o iddiaları kabul etmemiz, saygı duymamız  ve hak vermemiz mümkün değildir. Stalin’in eksik kaldığı noktalardan biri kulakların ve ağır sanayi burjuvazisinin artıklarının tamamını öldürmemiş olmasıdır.

Bir milyon aileye yakın güçleriyle köylü nüfusun yüzde 4’ünü oluşturan kulaklar üretim, ticaret ve tefecilik yoluyla büyüyerek zenginlik kazanmakla kalmadılar spekülatif amaçlarla büyük miktarda buğday yığmaya başladılar.” ?”(Thomas Angotti, Stalin Dönemi: Tarihin Perdesini Aralamak, Dünya Solu Dergisi, Sayfa:45

Yukarıda verdiğimiz alıntı Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde 4 milyon kulak olduğunu göstermektedir. Stalin Sovyetler Birliği’nde toplam 2 milyon kişiyi öldürmüştür(yüzde 70’i hırsız ve tecavüzcü yüzde 30’u politik karşı devrimci suçlu bknz.Maria Sousa Sovyetler Birliğine İlişkin Yalanlar ve Gerçekler) Ayrıca Lenin kendi döneminde 2 milyon kulak olduğundan bahsetmekte ve bunların hepsine “Bu kulaklara karşı amansız savaş onlara ölüm!”(Lenin,Seçme Eserler cilt:8,Sayfa:145-146) sloganı ile savaş açmıştır. Lakin ne Lenin ne de Stalin tasfiye edilen sınıfların mensuplarının hepsini öldürememiş, bu eski sömürücü sınıflar alışkanlık gücünden dolayı Sovyetleri yıkmaya çalışmış ve 2. Paylaşım Savaşında 20 milyon komünistin ölümünden sonra 1936-1938’de kaybettikleri güçlerine tekrar kavuşmuşlarıdır. Bu karşı devrimci özneler Stalin’in ölümünden sonra XX.Kongre ile birlikte zafer kazanmış ve Sovyetler Birliğinde Kapitalizmin restorasyonuna girişmişlerdir.


Sonuç olarak Stalin dönemi eleştirilecekse bu eleştiri Stalin’in yeterince karşı devrimci sınıf mensubunu öldürememesi şeklinde olmalıdır. Stalin eğer bu grupları yok edebilseydi şu anda işçilerin oraklı çekiçli bayrağı beyaz sarayda dalgalanıyor ve kapitalizmin esamesi okunmuyor olurdu. İşte Stalin döneminden öğreneceğimiz hata budur. Hatasıyla doğrusuyla proletaryanın ve müttefiklerinin çıkarı için mücadele eden tarihsel mirasımız ve tarihsel önderimiz Josef Stalin izindeyiz! Bıraktığın yerden devam ediyoruz!