13 Kasım 2015 Cuma

Özyönetimin Karşısında Proletarya Diktatörlüğünü ya da Tito'ya Karşı Enver Hoca'yı Savunmak

Marx’ın 1848’deki “komünizmin bir hayaleti dolaşıyor” söyleminin değiştiğini kabul etmemiz gerekir. İster kabul edelim, ister etmeyelim kitlelerin beynindeki şiar şu anda artık “komünizmin bir hayaleti dolaşıyor” yerine “kapitalizmin bir virüsü bütün herkesi ele geçiriyor” şeklindedir. Üstelik bu virüs artık burjuvazinin eskisi gibi yönetemediği, kendi iktidarını korumak için kitlesel katliamlara giriştiği bir dönemde yayılıyor. Kendine güvenini kaybetmiş komünist partiler, kitlelerin gördüğünün ötesini görmesi gerektiği halde kitlelerin gördüğünden ötesini görememektedir. Olgular üzerinden dönemi okuyan ve geleceğe dair bir çıkarım yapmaktan yoksun komünist partilerin kendi ideolojilerini güncel görmemelerine şaşırmamak gerekir.

Burjuvazinin, sınıflar arası yaşanan iç savaştan çıkmak için türlü türlü yöntemleri denediği, bir yönetim sisteminden diğerine geçmek için çaba sarf etmesi, bireylerin, kişilerin delilikleri ya da hayallerinden öte kapitalist sistemin temel çelişkisinden meydana gelmektedir. Burjuvazinin bir zamanlar diğer sınıflara karşı giriştiği ödünler sisteminden(Türkiye’de demokratikleşme süreci diye anılan) zor sistemine geçiş kendi öz durumunun temel çelişkisinden kaynaklanmaktadır. Burjuvazi sınıflar arası iç savaşı ödünler sistemiyle aşamayınca tekrardan zor sistemine dönmüş ve süreci doğru tahlil edemeyen kitleler ve özneler şaşkınlık içerisinde kalmıştır.

Türkiye’de bir iç savaşın olduğunu kabul etmeyen, iç savaş tespiti yapanları çılgınlıkla suçlayan sözde komünist öncüler bu süreci doğru okuyamadıkları için bu sürecin altında kalmışlardır. Komünist bir partinin görevi kitlelerin gördüğünden ötesini görebilmek olduğunu lafta kabul eden özneler Türkiye’nin batısında bir iç savaş yaşandığı tespitine katılmaması tesadüfi bir şey değildir. Bilindiği  gibi Marx, Paris Komünü zamanında Fransa’da iç savaşın Paris’te barikatlar kurulduğu zamandan önce başladığını belirtmiştir. Marx, hükümetin işçileri silahsızlandırmaya başladığı zaman Fransa’da iç savaşın başladığı tespit etmiştir. Yani Marx kitlelerin gördüğünden ötesini görmüştür ve mevcut durumun doğru bir tahlilini yapmıştır. Türkiye’nin ortalama komünist partileri ise şu anda batıda patlayan bombalara(Reyhanlı, Suruç, Ankara), kitlelerin yığınlar halinde ayaklanmasına(Gezi ayaklanması), Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük sivil katliamlara rağmen Türkiye’nin batısında bir iç savaşın olduğu tespitini yapamamaktadırlar.

Güncel durumu doğru tahlil etmeyen, kendi ideolojisine ve öz gücüne güvenmeyen ortalama komünist partilerin Marksizmi güncel görememesinde şaşılacak hiçbir şey yoktur. Onların yapacakları tek şey burjuva politikacıların peşinden sürüklenmek ve en demokratik olanına dahil olup “yüksek politika” yapmaktır. Bir anda “büyük insanlığı” “inadına barışı” “özyönetimi” “demokratik özerkliği” keşfeden komünist partilerin komünistliğinin ancak tabelalarında kaldığı yaptıkları “yüksek politika” nedeniyledir.

Demokratik merkeziyetçiliği, Sovyet tipi örgütlenmeyi, Proletarya diktatörlüğünü güncel ve uygulanabilir görmeyen komünist partilerin ademi-merkeziyetçiliği, özyönetimi, demokratik özerkliği desteklemeleri, savunmaları ve bir alternatif olarak sunmaları utanç vericidir.
Özellikle Enver Hocacı gelenekten gelen partilerin bugün HDP içinde olmaları ya da HDP’yi desteklemeleri ve bir alternatif olarak özyönetimi savunmaları bu partilerin nasıl bir ideolojik savrulma yaşadığını iyi bir şekilde göstermektedir. Bir zamanlar Titoculuk diye eleştirilen özyönetimin bizzat bu partiler tarafından savunulmaları yukarıda bahsettiğimiz tespitlerden bağımsız değildir.

Özellikle ESP’nin özyönetimi bir alternatif olarak Türkiye halklarına sunması Enver Hocacılıktan, Titoculuğa geçtiğinin bir göstergesidir.

“Titocular sosyalizmin inşasına taraftar değillerdi. Onlar, Yugoslavya Komünist Partisi’nin Marksist-Leninist teoriyi kılavuz edinmesini de istemiyorlar ve proletarya diktatörlüğünü reddediyorlardı… Gerçekte, Titocular, sosyalist toplumsal bir düzene ve Sovyet tipi devlet örgütlenmesi biçimine ne taraftardırlar, ne de taraftar olabilirlerdi. Çünkü, Tito iktidarın kendi kliğinin elinde olacağı kapitalist sisteme ve esas olarak burjuva demokratik bir devlete taraftardı.” (Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim,Sayfa:42)

“Titoculuk, Yugoslav sistemin “gerçek sosyalist” bir düzen biçimi, “yeni bir toplum”, “bağlantısız bir sosyalizm”… şeklinde propaganda üretti… Troçkist ve kapitalist burjuvazisi tarafından harekete geçirilen diğer anarşist unsurların Lenin döneminde Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşunu baltalamak amacıyla kurmak istedikleri yönetim biçimlerini Yugoslav revizyonistleri kendi ülkelerinde benimsediler.. Yugoslavya Cumhuriyetleri, yönetimde ve örgütsel siyasal önderlik alanında, demokratik merkeziyetçiliğin tasfiye edildiği ve Yugoslavya Komünist Partisi’nin rolünün silindiği bir yapı kazandılar. Yugoslavya Komünist Partisi adını değiştirdi ve “Yugoslavya Komünistleri Birliği” oldu. Bu görünüşte Marksist bir adlandırmaydı. Ama gerçekte bu Birlik, içeriği, kuralları, görevleri ve amaçları bakımından anti-Marksistti. Birlik, karar yetkisi olmayan bir cephe haline geldi, Marksist-Leninist bir partinin çizgilerini kaybetti, eski biçimini korudu ama artık işçi sınıfının öncüsü rolünü oynamıyordu.” .”(Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim,Sayfa:44-45)

Hem proletarya diktatörlüğünü savunup hem de özyönetim savunusu tabi ki olamaz ayrıca özyönetim ile demokratik devrimin birbirinden farklı şeyler olduğu da aşikardır. Ancak ESP’ye göre hem özyönetimi savunup hem de proletarya diktatörlüğü savunulabilir ayrıca özyönetim ile demokratik devrim birbirinden ne kadar farklı şeyler olsa da ESP’ye göre bunlar bir ve aynı olabilmektedir. Kulağa çok hoş gelen bürokratizme karşı mücadele, işçilerin, halkın kendi kendisini yönetmesi özyönetimin özellikleri olarak lanse edilse de aslında gerçek öyle değildir. Titocu özyönetim ile Öcalan’ın özyönetim modelleri bir ve aynı olmasa bile birbirleriyle çok büyük oranda benzemektedirler. Burada komünistler için hangi tarihin mirasçılarıyız sorusu büyük bir önem taşımaktadır. ESP, Kürt özgürlük hareketinin gücünden kaynaklı özyönetimi savunmasıyla hangi tarihin gerçek mirasçısı olduğunu aslında belirtmiş oluyor.
21.yy’da Tito yaşaydı herhalde modeli Türkiye’de övgü üzerine övgü alacaktı. Tito’nun kulağa çok hoş gelen modeline biraz daha yakından bakmamız lazım.

“Ben sadece şu örneklere değineceğim. Birincisi, devlet yönetiminin özellikle ekonomide yerelleşmesi. İkincisi, fabrika  ve iktisadi teşebbüslerin genel olarak kendi kendilerini yöneten çalışma kolektiflerine dönüştürülmesi. Hayatın  ekonomik, politik, kültürel ve diğer yanlarının yerelleşmesi sadece derinden bir demokratikleşme, doğal olarak merkezileşmenin dönüşümünün tohumlarını içermek değil, mekanik bir güç olarak devletin de yerelleşmesi anlamına gelir. Bu gerçeği isteyen buradan kontrol edebilir…Sovyetler Birliğinde durum Ekim Devriminden otuz bir yıl sonra nasıl görünüyor? Ekim Devrimi, devlet için üretim araçlarının ele geçirilmesini mümkün kıldı. Fakat bu araçlar otuz bir yıl sonra bile hala devletin elindeler. “Fabrikalar işçiler içindir” sloganı uygulamaya konmadı mı? Şüphesiz ki hayır. İşçiler hala fabrikaların yönetiminde söz sahibi değiller… Sovyetler Birliğinde devletin ortadan kalkma konusu ne durumdadır? (Burada devlet, uygulamayla aynı olmadığı gibi coğrafi ve ulusal bir kavram değil). Bu ülkede devlet fonksiyonlarını ekonomik ve siyasi olarak daha alt organlara bırakmak gibi bir eğilim var mı? Özyönetim oluşumunun bir sinyali var mı? Şimdiye kadar bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Tam tersine, burjuvazi, bürokrasi ve merkezi devletin en aleni özelliği olarak esnek merkeziyetçilik söz konusu. Bu tür merkezileşmenin en belirgin özellikleri şunlardır: a) bütün ekonomik, siyasi, kültürel ve diğer fonksiyonların tek merkezde toplanması; b) muazzam bir bürokratik aygıt; c) milisler gibi devlet aygıtının iç silahlı güçlerinin azalması yerine artışı, NKVD gibi.”(1)

Görüldüğü gibi Tito sözde işçi sınıfının hakkını savunuyormuş gibi görünmek için özyönetimi alternatif bir model gibi göstermeye çalışmaktadır. Ancak bürokratizmle, merkezi devletle mücadele kisvesi altında önerilen özyönetim modeli işçi sınıfı üzerinde bir baskı mekanizması olarak işlev gördü. Başlangıçta fabrikalar için geliştirilen özyönetim modeli daha sonra siyasal alana da yayılmış ve değişik cumhuriyetler ve bölgeler arasında yavaş ve eşitsiz bir gelişmeyi toplumsal ve sınıfsal büyük farklılıkları, ulusal anlaşmazlık ve baskıya ve manevi yaşamın çürümesini Yugoslavya’ya beraberinde getirmiştir. Titocu özyönetimci sistem demokratik merkeziyetçiliğin reddi ve devletin yönetici rolünün reddedilmesi ile anarko-sendikalist sapmanın sosyalist kılığa bürünmüş halidir. Özyönetim modeli ile zamanla kendi işyerini ve kesimini öne çıkaran burjuva düşünceler işçi sınıfının içinde bireyci bir anlayışı hakim kılarak işçi sınıfının bir kesimini diğeri ile rekabete sokarak sınıf içi bir bölünmeye yol açmıştır. Özyönetim modeli ile Tito Yugoslavya’da işçi sınıfının devlet ve toplumdaki egemen rolünü elinden alarak onun genel çıkarlarını savunmasını ve birlik içinde davranmasını engelleyecek koşulları da zorla kabul ettirmiştir.

“ “Özyönetim”, ilk önce ekonomik bir sistem olarak ortaya çıktı, daha sonra devlet örgütlenmesi alanına ve ülkenin yaşamının tüm alanlarına yayıldı. Yugoslav “özyönetimi”nin teorisi ve pratiği, Marksizm-Leninizmin öğretilerinin ve sosyalizmin inşasının genel yasalarının açıkça reddedilmesidir. “Özyönetimci” ekonomik ve siyasal düzen, uluslararası sermayeye boyun eğmiş bir ülke olan Yugoslavya’da hüküm süren burjuva diktatörlüğünün anarko-sendikalist bir biçimidir.” (Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim, Sayfa:46)

Titocu özyönetim özü itibariyle böyledir. Kürt özgülük hareketi lideri Abdullah Öcalan’ında “bütün dünya halkları” için sunduğu “özyönetim” “demokratik özerklik” düşüncesi de özü itibariyle anarko-sendikalist sapmanın 21.yy’da ete kemiğe bürünmüş halinden başka bir şey değildir. Nasıl ki Tito 1920’ler Troçkist muhalefetin öne sürdüğü anarko-sendikalist sapmayı Yugoslavya’da uyguladıysa. Abdullah Öcalan’da bunu bugün başta Ortadoğu halkları için bu modelin uygulanmasını önermektedir. Yukarıda belirttiğimiz kendi öz gücüne ve kendi ideolojinin haklılığına inanmayan ortalama komünist partilerin politika yapmak için “istemeyerekte” olsa Marx’ın, Lenin’in Stalin’in, Enver Hoca’nın yargıladığı ve mahkum ettiği modelleri “yeni dönem koşullarına uygun politika” diye sahiplenmekte ve bu politikayı evrensel bazda uygulanabilecek rasyonal bir yönetim şekli olarak düşünmektedirler. Böylece de proletarya diktatörlüğünü, demokratik merkeziyetçiliği, Sovyet tipi yönetim modelini reddetmekte ve Hopa Özyönetim olsaydı başka olurdu diyebilmektedirler. Neden “Hopa’da Sovyet tipi yönetim modeli olsaydı” diye bir yazı yazılmadı diye insan düşünmeden edemiyor.

Özyönetim, yerinde yönetim, yerel yönetim, demokratik özerklik adıyla tanımlanan sistem, merkezi hükümetin birtakım görev ve sorumluluklarının devralınması; sağlık, eğitim, sosyal politikalar, ekoloji, yerel ekonominin güçlendirilmesi gibi konularda yetki ve karar hakkının yerel yönetimlere devredilmesi demektir. Yerel yönetimler de köy, kasaba, ilçe, mahalle ve kent meclisleri üzerinden şekillenen demokratik bir işleyişle vücut bulacaktır… Şimdi sorumuzu bir kez daha soralım: Hopa'da özyönetim olsaydı, felaket bu düzeyde yaşanır mıydı? Rahatlıkla "Kesinlikle hayır" diyebiliriz. Özyönetimin "bölücülerin" işi olmadığını, tüm Türkiye halklarına daha kolay ve açıklıkla anlatabilecek bir örnek Hopa'da yaşananlar… Hopa Halk İnisiyatifi, adı konulmamış bir meclis deneyimi aslında. Yaptıkları, kısa zamanda üstlendikleri görev, çoktan "boylarını" aştı. İşini yapmayan resmi güçlere adeta ders verircesine, halk inisiyatifinin nelere kadir olabileceğini gösterdi. Bu anlamda, Hopa Halk İnisiyatifi gibi örneklerin güçlendirilmesi ve çoğaltılması, deneyim biriktirmek açısından da önemli… Hopa Halk İnisiyatifi, bir ilk ve işaret fişeği olarak başkaca sipariş felaketlerin önüne geçmek için, kültürel ve ekonomik hakların elde edilmesi için (çay fiyatlarının belirlenmesi gibi), halkın inisiyatif alarak kendi gerçek sorunlarına çözüm üretmesi için iyi bir örnek. Kürdistan'daki benzerlerinden deneyimleri öğrenerek kendini geliştirebilir. Bunun önünde bir engel de yok. Özyönetim dediğimiz şey işte bu kadar basit, bir o kadar da elzem.”(Fuat Uygur, Hopa’da Özyönetim Olsaydı)

Özyönetimin tarihte ne zaman nerede gerçekleştirildiğine, evrensel tarifinin ne olduğuna değinmeyeceğim. Bunun teorisine girmeye gerek de yok. Bugünün pratiğinde, hangi düzeyde olursa olsun Kürt ulusunun kendisini yönetme çabasıdır. Kürt ulusunun sömürgeciliği tümden yıkıp atarak kendisini yönetme hakkı en doğal demokratik hakkıdır… Özyönetim, anaların ak sütü gibi Kürt halkımızın hakkı, halklarımızın demokratik geleceğinin buzkıranıdır. Destekleyelim, yaygınlaştıralım, geliştirilmesine katılalım.”(Ziya Ulusoy, Özyönetim Kürtlerin Hakkı Değil Mi?)

Fuat Uygur’un yazısında da gördüğümüz gibi sunulan özyönetim modeli aslında Titocu tarzdaki bir özyönetim modelidir. Titocu özyönetimin işçi sınıfı düşmanı uygulamaları ve sonuçları aynı şekilde bu coğrafya için önerilen özyönetim için de geçerlidir. Ayrıca Ziya Ulusoy’un yazısında özyönetimlerin tarihine girmemesi ve bunun evrensel tarifini yapmaktan kaçınması bence bu sorunun çözümünü bize göstermektedir. Çünkü Ziya Ulusoy özyönetimlerin tarihine girse ve bunun evrensel bir tarifini yapsa karşına, karşı devrimciliğin kalesi Yugoslavya ve onun lideri Tito’nun çıkacağını çok iyi bildiği için bu konuyu atlamayı tercih etmiştir. Özyönetimlerin bizim anladığımız gibi anti-kapitalist bir içerik taşımadığı ve sosyalizmle alakalı bir ekonomik içeriği olamadığını Abdullah Öcalan’ın yazılarına baktığımızda görebiliriz.

3-Ekonomik Boyut : İnşa edilen demokratik ulusun bir de ekonomik politikası olur. Nasıl bir ekonomi olmalıdır, bu belirlenir. Barajlar, yeraltı-yerüstü kaynakların bir politikası olur. Vergiler alınacak ise nasıl ve ne kadar alınır? Ekonomik boyutla bunlar belirlenir. Ekonomik sistem olarak kapitalizmi kabul edemeyiz. Belki kapitalizmi tam olarak ortadan kaldıramayız ama önemli oranda kapitalist ekonomik sistemi değiştirebilir, onu aşındırabilir, kendi ekonomik sistemimizi kurabiliriz. Bu sistemde halkın ekonomisi olur. Bir kısmını da özel ekonomi oluşturur. Yani özel şirketler olur. Bütün bunlar tartışılmalıdır.”(2)

“Mülkiyetin bölünmesi, büyük toprak mülkiyeti tekelini yadsır, onu kaldırır, ama ancak onu genelleştirerek. Tekelin temelini, özel mülkiyeti ortadan kaldırmaz. Tekelin varoluşuna karşı çıkar, ama özüne karşı çıkmaz. Bunun sonucu, özel mülkiyet yasalarının etkisi altında kalır. Toprak mülkiyetinin bölünmesi, gerçekte sınai alandaki rekabet hareketine karşılık düşer..  bu parçalara ayrılma, rekabetin tekele dönüşmesi gibi, zorunlu olarak yeni baştan birikime dönüşür…Tekelin ilk kaldırılışı, her zaman onun genelleştirilmesi, varoluşunun genişletilmesidir.”(Marx,1844 Elyazmaları)

Kapitalizmi tam olarak kaldıramayız demek kapitalizmin karşında bir sistem önermiyorum demektir. Daha açık bir şekilde söylersek benim modelim kapitalizmin krizine çözüm sunacak ve kapitalizmi yok etmek yerine onu güncele uyarlayacak bir modeldir demektir. Bu da zamanında Marx’ın tekellerin varoluşuna karşı çıkan akımlarla ilgili söylediklerini aklımıza getirmektedir. Marx’ında belirttiği gibi bu akımlar tekelin varoluşuna karşı çıkmakla birlikte özel mülkiyeti kaldırmaz ve onun özüne karşı çıkmaz. Böylece bu akımlar sayesinde tekeller kaldırıldığında onun genelleştirilmesine ve yaygınlaştırılmasına neden olmaktadır. Abdullah Öcalan’ın sunduğu ekonomik ve yönetimsel modelde Marx’ın tekel karşıtı hareketler için belirttikleriyle uygun düşmektedir. Özetle Öcalan kapitalizmin kurtuluşu için anti-tekelci bir yönetim önermekte ve bunu evrensel anlamda her yere uygulanabileceğini düşünmektedir. Sorun Abdullah Öcalan’ın küçük burjuva hayalinden ziyade ortalama komünist partilerin kendi ideolojilerini haklı görememesindedir. Sonuç olarak kapitalizm artık kendi kendini yönetememekte ve kurtulmak için bir çözüm aramaktadır. Sınıflar arası iç savaşın bu kadar kızıştığı bir ortamda iç savaşı görememek ve komünizmi güncel görmeyip küçük burjuva ütopyasını uygulanabilir görmek bir komünist için utanç verici bir durumdur. Enver Hocacı gelenekten gelenleri politik olarak küçük burjuva gericiliğin etkisinde görmek gerçekten çok üzücü.

Dipnotlar:




6 Eylül 2015 Pazar

21.yy Tasfiyeciliğine Karşı 20.yy Devrimciliğini Savunmak


Kapitalizmden, ezilen sınıfların büyük bir kısmının rahatsızlığı olduğu hepimiz tarafından bilinmektedir. Ancak ezilen sınıfların bu rahatsızlığının kapitalizme alternatif bir sistem yaratmaya yetmediği de somut bir gerçekliktir. Yaygın bir görüşün aksine ezilen olmak kendi başına pozitif bir şey değildir. Kapitalizmden rahatsız olunmasına hatta ciddi bedeller ödenebilmesine rağmen ezilen sınıflar kendi başına devrimci bir içeriğe sahip olamaz. Bu yüzden ezilen sınıflar kendilerine yön verecek bir pusulaya ihtiyaç duyarlar. Bu pusula olmadan ezilenlerin bütün pratikleri göle maya çalmaya benzer. Ya tutarsa şeklinde yapılan eyleme geçme hali, karanlıkta el yordamıyla gideceği yeri bulmaya çalışan bir kişinin durumuna eşdeğerdir. Pusulayı yani devrimci teoriyi takip etmeyen her oluşum hüsrana uğramaya mahkumdur. Bundan dolayı teori bir “lüks”, “boş zamanı değerlendirme aracı”, “vakit kaybı” değil, proletaryayı iktidara taşımak için olmazsa olmaz bir önkoşuldur.

Devrimci saflarda bile pratiği her şeyin üstünde tutan ve sırf pratiğe önem veren dar kafalı pratikçiler mevcuttur. Bütün enerjilerini arı gibi afiş yapmaya, eylemlerde en militan şekilde çatışmaya harcayan kişiler bulunmaktadır. Lakin bu kişiler için afişin içeriği ya da çatışmanın neden olduğuna dair analiz yapma “zaman kaybıdır”, “gereksiz bir iştir” “devrimcilikten uzaklaşmaktır”. Hal böyle olunca, çatışmaların sığ analiziyle yetinerek, kitlelere içi boş söylemlerle propaganda yaparak bir başarının elde edilmesi mümkün olamamaktadır. Teori ile birleşmeyen ve aslında “inanarak” o andaki coşku ile yapılan eylemler, devrimci pratiğin en büyük düşmanıdır. X kişisinin çok militan olmasına rağmen bir anda mücadeleden düşmesi ya da çok sekter duran birinin sorguda çözülmesi gibi pratik yansımaları olan durumların nedenlerinden biri de komünizmi içselleştirememe olduğu bilinmektedir. Görüldüğü üzere bu kadar pratikle iç içe olmasına rağmen teoriye gereken önem verilmemesinin sebebi devrimci saflardaki yozlaşmadır. Bundan dolayı kapitalizmden rahatsız olmak, çok iyi çatışmak, çok bedel ödemek devrimciliğin tek göstergesi değildir. Devrimci olmak ancak teori ile pratiğin bütünleşmesi sayesinde gerçekleşebilir.

Bu yüzden yükselen sınıfı yani proletaryayı (ne kadar reddedilse de hala yükselmektedir) yanlış yönlendirenler teori ile pratiğin birleşmesinden yana olanlar değil, burunlarının ucundan ilerisini göremeyen ve karşılarına çıkan her engeli aşılmaz gören pratik politikacılardır. Komünistlerin asgari ve azami programını uygulamaya dönük pratik geliştirenlere “kitleler hazır değil” “demokrasinin sınırlarının dışına çıkamayız” “kitlelerden böyle talep yok” şeklinde somutlaşan durum aslında kitle kuyrukçuluğundan başka bir şey değildir.
Kendiliğindenliğe tapan bu dar pratikçilerin devrimci saflarda egemen bir güç olduğu tespitini yapmak zorundayız. Eğer bunu yapmazsak asla bir taşın üstüne taş koyamaz ve hayal ettiğimiz dünyayı asla gerçekle buluşturamayız. Sanıldığının aksine kendi hatalarımızla ortaya çıkmak ve özeleştiri yapmak tehlikeli değildir. Aksine büyük bir sıçrama yapmak için olması gereken koşulların başında gelmektedir.

Sürekli olarak ideolojik bombardımana maruz kaldığımız bir seçim sürecinden sonra bazı kavramları açıklamamız gerekmektedir( Özellikle erken seçimin gündemde olduğu bugünlerde aynı hataların bir daha yapılmaması için).  Bundan dolayı “unuttuğumuz hafızamıza” geri dönüş yapmak zorundayız. “Yeni Yaşam”, “Yeni Umut” “Syriza ile yükselişe geçen sol”, “barış” şiarını ve bunun altında gizlenmiş tasfiyeci görüşleri açıklamak zorundayız. Bunun için başa yani sınıfların nasıl oluştuğuna dönmemiz gerekmektedir. Çünkü bütün bu söylemler, sınıflarla ve bunların ilişkileri ile bağlantılıdır. Şimdi bütün her şeyi başa saralım ve adım adım gidelim.

Bilindiği gibi hayvanların hayatını sürdürebilmesi için belli bir durumu fark etmesi ya da kendini bu duruma göre ayarlayabilmesi gerekmektedir. Tekrar eden ve nesiller boyu değişmeyen koşulların ağırlıkta olmasına rağmen nadiren değişik şekilde ortaya çıkan başka koşullar da mevcuttur. Hayvanların hayatlarını devam ettirebilmek için değişen durumları fark etmeleri zorunludur ve bunun için x durumuna uyum sağlayabilecek bir zekaya sahip olmaları gerekir. Bir hayvan türünün yaşam koşulları ne kadar hızlı değişiyorsa zekası da o ölçüde gelişkin olur. İnsanın farkı tam da burada ortaya çıkar; insanların yaşam koşulları o kadar hızlı değişmiştir ki zekası da buna bağlı olarak çok hızlı bir şekilde gelişmiştir. İnsanoğlu zekasının artmasıyla birlikte alet ve silah yapabilme özelliğine sahip olmuştur. Yüksek zekanın bir ürünü olarak ortaya çıkan teknik gelişim aynı zamanda insanın zekasını da geliştiren bir özelliğe sahiptir. Silahların ve aletlerin yapımı eskisinden dahi iyi bir yaşam koşullarını sağladığı için insanlar dahi iyi şekilde beslenme, daha çok boş zaman, daha çok güvenlik ihtiyacını karşılama olanağına sahip olurlar ve bu yüzden diğer canlılar sadece canlı oldukları için yaşamak isterlerken, insanlarda durum başkadır.

İnsanlar, silahlar, aletler, yapay organlar yaparken ortaya bir sorun çıkar. Bu sorun insanların yaptıkları ürünlerin bölüşümüyle alakalıdır. Bu aletler bütün topluluğun mülkiyetinde olabileceği gibi tek bir bireyinde mülkiyetinde de olabilmektedir. Haliyle aletlere ve silahlara sahip olanlar buna sahip olmayan insanlardan daha farklı yaşam koşullarına sahip olurlar ve toplumsal sınıflar ve sınıf karşıtlıkları da işte böyle ortaya çıkar.

Varlığını kabul etmemiz gereken yaşama isteği bizim için çıkış noktası olmalıdır. Bu isteğin her birey, sınıf ve ulus altında alacağı biçim ve bu biçimler altında kendini ifade etmesi farklılıklar gösterecektir. Ezen ve ezilen sınıfların birbirine karşıt iradeler geliştirdikleri yerde çelişkili koşullar bulunmaktadır. İradelerin bu çelişkili koşulları kendilerini üç biçim altında ifade eder: 1-çıkar, 2-sınıfların güçlerinin bilincinde olmaları, 3- sınıfların gerçek güçleri. Sınıfların savaştaki çıkarı ne kadar büyük olursa  irade de o kadar güçlü olacak, savaşanlar ne kadar cesur olursa bu çıkarı sağlamak için o kadar çok enerjilerini sarf edeceklerdir.

Bu yüzden komünistlerin direnme güçleri de bu üç koşulun pratikte uygulanmasıyla ortaya çıkmaktadır. Direniş destanı yazan komünistlerin alameti farikası bu koşulların bilincinde olmalarına bağlıdır. Bu sebeple proleter bir devrim için gereken koşullar, ülkede çoğunluğa sahip olmak değil ezen sınıflarla karşı amansız ve çetin mücadelede yatmaktadır. Oportünistlerin sürekli olarak bahsettiği “iktidar ancak niceliksel çoğunluk ile ele geçirilebilir” şiarı kaba bir dogmatizmin ürünüdür. Tarihin deneyimleri göstermiştir ki seçim ile ne devrim olmuş ne de proletarya doğru düzgün rahat nefes almıştır. Bu yüzden “Syriza ile yükselişe geçen sol” “HDP bir barajı geçsin her şey düzelecek” şeklindeki yorumlar tarihin diyalektiğini anlamamaktır. Faşist diktatörlükle hatta burjuva demokrasisi ile yönetilen ülkelerde bile parlamenter mücadele, parlamento dışı mücadelenin örgütlenmesi için bir okul, yardımcı bir araç olarak kullanılması gerekirken; bu coğrafyada parlamentarist mücadeleye verilen önem bambaşkadır. Bazı sosyalist siyasetçilerin “kriz çıkaran değil kriz çözen özne olacağız”, “sırf işçinin değil işverenin de hakkını savunacağız” söylemleri parlamentodan yararlanmanın değil, düzen içene girmenin ve burjuva siyaset anlayışında politika yapmanın görüngüleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Halbuki proleter hareketin asli sorunlarının şiddet yoluyla ve proletaryanın dolaysız mücadelesi ile çözüleceği Marksizmin alfabesidir. Ancak sosyalist hareketler maalesef geçmişin devrimci özünü unuttuklarından işçi sınıfının çıkarına olmayan politikaları güncel olarak uygulamaktadırlar.

Bundan ötürü “yeni yaşam” “yeni umut” gibi söylemlerin nesi “yeni” diye insan düşünmeden edemiyor.  Aynı şeyi “barış” fetişi üzerinden de kurabiliriz. Sosyalistlerin büyük çoğunluğu “savaşa karşı barışı savunalım” söylemleri üzerinden politikalarını inşa etmektedirler. Lakin bir Marksist her savaşa karşı değildir. Gerici ve devrimci savaş ayrımı yapar ve devrimci savaştan yana tavır takınır. Bu yüzden Marksistler her koşulda barıştan yana olmazlar. Türkiye'deki durum yani her koşulda barıştan yana tavır takınmak pasifizmin bir göstergesidir. Sözde çözüm sürecinin şu anda askıya alınması ile birlikte sosyalistlere düşen görev barış çağrıları yapmak değil, devlet tarafından katliama uğrayan bir halkın yanında durmaktır ve onun yürüttüğü devrimci savaşı selamlamaktır. Çünkü eşyanın doğası gereği “savaşları yok etmek için emperyalizmi yıkmak gerekir” tespitini maalesef tarihin bir cilvesi olarak unutan sosyalistlerimiz idealizmin bataklığında dolanmaktadırlar. Ezen sınıflar ise tarihlerinde hiç olmadıkları kadar materyalist davranmaktadırlar. Ezen sınıflar ilk verdiğimiz örnekte olduğu gibi “aletlerin ve silahların tek sahibi benim seninle paylaşmayacağım, aramızda bir uzlaşma asla olamaz, ya biat edersin ya da seninle savaşırım” derken gayet gerçekçi bir tavır takınırken sosyalistlerimiz ise “ artık bu kan dursun, daha fazla gözyaşı olmasın herkes için özgür bir dünya mümkün” derken materyalizmden uzaklaşıp idealizmin sularına doğru yelken açmıştır. Suruç'taki katliamdan sonra devletin başlattığı savaştan sonra sosyalistlerin, demokratik mücadeleyi yükseltelim ve barışı yeniden inşa edelim demeleri olmayacak duaya amin demektir. Sosyalistlerin yaptığı barış çağrısı aslında burjuvazinin çıkarı için politika yapmaktır. Bir zamanlar burjuvazinin ideologlarının kullandıkları ütopik sınıf uzlaşmacı söylemleri bu sefer işçi sınıfının “kurmayları” kullanmaktadır. Özetle 21.yy’da sınıfsal saflar değişmiş gibi görünmektedir. Burjuvazi materyalizmin savunuculuğunu yaparken sosyalistlerimiz ise idealizmin savunuculuğunu yapmaktadır. Eğer sosyalist hareket zafer kazanmak istiyorsa sahip olduğu küçük burjuva gururdan kurtulup bir an önce özüne dönmelidir. Yapılan politika ve gidilen yolun yol olmadığı çok nettir. Geçmişi hatırlamak ve “müzelik düşünceleri tekrar piyasaya sürmek” tarihte proletarya için hiç bu kadar elzem olmamıştır.

Devlet sadece emperyalizme ekonomik anlamda değil aynı zamanda emperyalizmin emrine milyonlarca asker sunması anlamında da(Nato ordusu olduğu için) A.B.D emperyalizminin muazzam bir yedeğidir. Bu yüzden kim hükümete, faşist diktatörlüğe vurmak ve onu devirmek istiyorsa mutlaka emperyalizme karşı da savaşmak zorundadır. Bu yüzden AKP’nin iktidardan düşmesiyle yetinmekle kalmayıp onu kökünden temizlemek için emperyalizmin de içten devrilmesi gerekmektedir. Bu yüzden hükümetle, devletle savaş emperyalizmle savaş biçimine bürünmüyorsa buradan ne bir zafer ne de barış gelme imkanı mevcuttur. AKP’ye, devlete karşı yapılacak devrim, emperyalizme karşı proleter devrime varmak ve onu aşmak zorundadır. Aksi halde yapılacak her şey düzenin sınırları içinde kalmakla sonuçlanacaktır.


Sonuç olarak sosyalist hareketlerin bir an önce kendi içlerideki kendiliğindencilikten, kitle kuyrukçuluğundan, darkafalı parlamenter diplomasi ve parlamenter kombinasyonundan, idealist barış sevdasından bir an önce kurtulması gerekmektedir. Yani geçmişine, özüne, kendi teorik ve pratik mirasına geri dönülmesi şarttır. Dar pratikçiliğin altında şekillenen, tasfiyeci düşünce yapısının ve onun yansımalarının son bulması ve tasfiyecilerin sosyalist hareketten tasfiye olması ve tekrar proleter devrimcilerin güç kazanması için aktif mücadele etmek boynumuzun borcudur. Yoksa sonuç komünistler için hezimet olacaktır.

28 Mayıs 2015 Perşembe

Kısa ve Öz Bir Şeklide: Komünistlerin Güncel Görevleri Üzerine Düşünceler


Türkiye devrimci hareketi, inişli çıkışlı bir seyir izlemesine rağmen sürekli ileriye doğru yani tarihin akışına uygun bir şekilde ilerlemiştir. Bu inişleri ve çıkışları teker teker inceleyecek değilim lakin unutulmaması gereken bir şey var. Her iniş devrimci hareket içinde bir liberalleşme sürecini getirirken, her yükselişi ise devrimci hareket içinde bir sekterleşme hareketi izlemektedir. Çok şükür ki biz sekterleşmeden devrimci değerlerden taviz vermemeyi anladığımız için sekterlik bizim için olmazsa olmaz bir duruş şeklidir. Şu anda Türkiye devrimci hareketi bir iniş sürecinin bitimine doğru ilerlemektedir. Halk ve yerel gerici güçler arasındaki çelişki çok derinlemesine hissedilmektedir.  Bu süreçte fark yaratacak kuvvet ise emperyalizme esaslı darbeyi vurmayı sağlayan öznelerdir. Yerel-yabancı gerici güçler ile halk arasında mevcut olan tarihsel ve antagonistik çelişkiye uygun devrimci çözümü kim sunarsa o özne öncü kuvvet olacaktır.

Mücadelenin güçlüklerine ve sınırlamalarına rağmen yerel gerici kliği ciddi bir biçimde zayıflatmak için askeri-politik mücadelenin esas alınması şarttır. Bu yüzden devrimci öznenin görevi kriz yaratmaktır. Türkiye’de başarıyı sağlayacak ve Devrimci-Demokratik Halk Yönetimini kuracak özne krizi soğurtan değil krizi derinleştiren özne olabilir. Yani kitlenin geri bilincine seslenen ve huzur isteyen değil huzuru bozan özne ilerleyen dönemlerde başarı sağlayabilir. Bu yüzden her komünistin görevi, iç savaş çıkarmaktır, provokasyon yaratmaktır, düzeni yeniden inşa etmek değil düzeni yıkmaktır. Bu yüzden finans kuruluşlarının düzenin devamı ve istikrarı için HDP’nin barajı geçmesini istemeleri her komünist için düşündürücü olmalıdır.


Komünistler düzenin istikrarını ne zamandır kendilerine hedef olarak aldılar? Komünistlerin stratejik hedefi düzeni yeniden inşa etmek olabilir mi? Çok açık bir şekilde söyleyebiliriz ki: hayır komünistlerin hedefi düzeni yeniden inşa etmek olamaz. Bu yüzden her komünist krizi derinleştirmelidir gerekirse kendi partilerini inandıkları ideoloji için feda etmelidirler. Eğer biz komünizmi inşa etmek için mücadele ediyorsak krizi derinleştirmek zorundayız. Bunun pratik yansıması HDP’yi baraj altında bırakmaktır. HDP baraj altında kalırsa liberallerin önemli bir kısmı devrimci bir tavır almak zorunda kalacaktır. Bu yüzden komünistlerin birincil hedefi HDP’nin barajı geçmemesini dilemektir. Komünistlerin önünde iki yol var biri tekkenin çıkarı ve devrime ihanet ikincisi ise tekkeyi dağıtmak ve devrime yürümek. Yani özetle ya Kapitalizm ya da Sosyalizm. Asıl seçim sandıkta olmayacak bunu herkes böyle bile.

7 Ocak 2015 Çarşamba

Sosyalizmle Ulaşmak için Bir Anahtar: Ulusallık

Geçmişte meydana gelmiş bütün toplumsal devrimler, kendinden önceki dönemin geleneklerinden, düşünce ve algı kalıplarından ciddi bir kopuş sayesinde meydana gelmiştir. Eğer dünyayı değiştirmeyi kendisine hedef olarak belirlemiş özneler ve o öznelerin öncüleri, tarih dışı kalmamak ve özne olarak devam edebilmek istiyorlarsa mutlaka bulunduğu her anda geçmişin gelenekleri, düşünce ve algı kalıpları ile bir hesaplaşma içinde olmalıdır. Eğer x öznesi bunları yapamazsa tarih dışı kalacak ve onun boşluğunu bir başka özne dolduracaktır. İşte bu yüzden Marxist hareketler de tarih dışı kalmamak için sürekli kendilerini yenilemek zorundalardır. 20.yy’ın Marxist hareketinin başarısı kendini sürekli yenilemesinde yatmaktaydı. Lenin dogmatik bir Marxist olsaydı Ekim devriminin başarıya ulaşma şansı hiç yoktu ya da Mao Komünist Enternasyonal’in kararını dinleseydi(Bu kararın bilinenin aksine Stalin’le bir alakası yoktur) Çin devrimi başarıya ulaşmayacaktı vs.

Şu anda benim yapmak istediğim tartışma tam da bu! Eğer biz 21.yy’da devrimin güncelliğinden bahsediyorsak mutlaka geçmişimizle bir hesaplaşmaya girmeliyiz ve kendimize şu soruları sormak durumundayız: Proletarya gerçekten enternasyonalist midir?, Ulusçuluğu mahkum etmek ne kadar doğrudur?, Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına karşı çıkmak sosyal şovenizm midir?, Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı acaba idealist bir söylem olabilir mi?, Ulus illa burjuva nitelikte olmak zorunda mıdır?, Sosyalist bir ulus inşa edilemez mi? Bir ulusu inşa etmenin tek yolu sosyalizm olamaz mı? Vb. soruları cevaplamamız gerekmektedir. Eğer biz bu sorulara geleneksel bir tarzda yanıt verirsek 21.yy’da devrimin güncelliği söz konusu olamayacak ve tarih tarafından tarihin dışına itilmiş olacağız.

Tarih tarafından tarihin dışına itilmiş olmak istemiyorsak, o zaman mutlaka somut durumun somut tahlilinden ilerlemek ve buna bağlı olarak kendimizi dönüştürmek zorundayız. Bilindiği üzere uluslaşma süreci dünyada her yerde aynı zamanda, aynı şekilde yaşanmadı ve yaşanmamaya devam ediyor. İster kabul edelim ister etmeyelim ulusal bilinç şu anda gücünü kaybetmek bir yana etkisini sürekli arttırmaya devam ediyor. Bir ulusun ulus olabilmesi için öncelikle 1) belirli toprak, 2) belirli büyüklük, 3) birleşme (merkezileşme, karşılıklı bağımlılık) ve 4) kendisinin ulus olduğunun bilincine sahip olması gerekir. Aslında buradaki en önemli maddeler 1. ve 4.maddelerdir eğer bir grup kendini ulus olarak hissediyorsa o artık ulustur.

Ulus bilindiği gibi yek pare bir bütün değildir içinde sınıflar olabilmektedir(olmayabilir de) işte bu yüzden yönetici sınıfın niteliği ne ise ulusun niteliği de o olmaktadır. Buradan yola çıkarak ulusların kendi kaderlerini tayin etme sloganının aslında yönetici sınıfın kendi kaderini tayin etme sloganı demek olduğu sonucu ortaya çıkmış olacaktır. İşte tam bu sebeple ulusların kendi kaderlerini tayin etme sloganı ilkesel olarak kabul edilirse bu Marksizmi liberalizmin bataklığına saplayacaktır. Üstelik tarihsel açıdan Lenin bile her ne kadar lafta ulusların kaderlerini tayin etme sloganını ilkesel olarak benimsese bile gerçekte bu kuralı hiçbir zaman uygulamamıştır.

“Lenin’in Marksist olarak bu çekişmede söyleyeceği hiçbir söz yoktur, bu noktayı sık sık kendisi de açıklamıştır. 1908’den önce de sonra da proleter devrimin çıkarlarının her şeyin üstünde olduğunu ve devrim için kendi kaderini tayin hakkını her zaman feda edebileceğini söylemiştir. Soyut olarak kendi kaderini tayin hakkını desteklememektedir, çünkü bu durum kabul edilemez sonuçlara yol açabilir.” (Horace B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, Sayfa:78, Belge Yayınları)

“Kağıt üstünde kendi kaderini belirlemenin önde gelen savunucusu olan Lenin bu öğretiyi hiçbir zaman Sovyetler Birliği’nin devlet çıkarlarını zedeleyecek biçimde uygulamadı.” (Horace B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, Sayfa:119, Belge Yayınları)

İşte burada komünist öncü devreye girmektedir ve mevcut olan ulusal bilinci sosyalist bir biçime büründürmektedir. Yugoslavya’dan tutun da Çin, Vietnam, Küba’ya kadar bütün sosyalist hareketler ulusal bir tarz altında yürüdü ve başarıya ulaştı. Aslında sosyalizmin dünya çapında etki etmesinin en büyük sebebi ulusal bilinç ile sosyalizmi bütünleştirmedeki başarısıydı. Diğer bir değişle Marksizmi güncele uyarlamasındaki başarısında yatmaktaydı. İşte bu yüzden 20.yy’da Dünya’nın 1/3’ünde Komünist yönetimler inşa edilmiş oldu. Şunu belirtmekte fayda var,  en azından ulus ile sosyalizm arasındaki bağ konusunda 70’lerde mevcut olan tartışmalar halen güncelliğini korumaktadır ve sosyalizmin bugün kurulabileceği ülkeler yarı-sömürge ülkeleridir. Bundan dolayı komünist öncüler, kendi ülkelerinde anti-emperyalist ve anti-kapitalist tarzda bir devrim stratejisini benimsemek zorundadırlar. Aksi takdirde başarıya ulaşmaları imkansızdır.

Sanıldığının aksine sosyalizm ile ulusallık birbirinin zıddı şeyler değildir. Bunu biraz daha açarsak; tarihsel süreç bize göstermiştir ki proletarya sanıldığının aksine enternasyonalist eğilimde değildir. Proletarya, kendi ulusal burjuvazisinin çıkarı için başka ulusal burjuvaziye karşı savaşmasa bile o, ulusal düzeyde kendi sınıf çıkarı için mücadele eder. Bu yüzden uluslararası işçi sınıfı yoktur. Tersine birden çok ulusal işçi sınıfı bulunmaktadır. Bu değişimi anlayan komünist öncüler kendi ülkelerinde sosyalizmi inşa edebilmek için ulusal duyguları sosyalizmle kaynaştırmaya çalışmışlardır.

Örnek olarak Çin’de Japon işgali komünistlerin iktidara gelmesinde önemli bir rol oynamıştır. Çin’de köylülerin yabancı işgaline karşı direnişi Yugoslavya’da olduğu gibi komünistlerin önderliğinde ilerlemiştir. Komünistler, köylüleri harekete geçirilebilmek için can alıcı önemde olan akılcı ve toplumsal bir program getirmişlerdir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir, komünistlerin başarısı sadece dış müdahalenin bir sonucu değildir. Kitlelerin gözünde sosyalist programın işgalciye karşı direnişin en iyi yolunu göstermesi ve sosyalizmin ekonomik yaklaşımının kitleler üzerinde yarattığı ikna edici durum sosyalizmin zafer kazanmasına neden olmuştur.(Vietnam’da olduğu gibi).

Küba örneğine baktığımızda durumun daha iyi anlaşılacağına eminim. Bilindiği üzere Castro ve onun tabanı başlangıçta toplumsal bir devrimi hedeflemiyorlardı ve programlarında da buna ilişkin bir madde yoktu hatta Batista’nın 1952’de tekrar iktidara geldiği zamanki programı ile 26 temmuz hareketinin programı birbirinden çok farklı değildi.(Köylülere toprak, işçilerin korunması, yoksullar için gelir dağılımının düzenlenmesi, sanayileşme, eğitimin geliştirilmesi vb.) Ancak Batista ile Castro arasında bir fark vardı. Castro ilerleyen zamanlarda bu taleplerin yarı-sömürge bir ülkede kazanılmasının olanaksızlığını anlayınca daha radikal bir programı benimsedi. Castro çözüm olarak anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir tarzı zaman içinde kabul etmiş oldu. Haliyle Batista’nın ABD’den bağımsızlığını sağlayamayacağı ve taleplerini yerine getirmeyeceği anlaşılınca kitleler tutarlı davranan Castro’nun arkasından gittiler. Görüldüğü gibi Küba’da kapitalizmle sosyalizmi ya da Batista ile Castro’yu ayıran şey ulusçuluk oldu. Ulusçuluğun doğru uyarlanması Küba’da sosyalizmin zaferini sağladı.

“ Anti-emperyalist hareket kendisini yarı sömürge sömürüsünden kurtarabilmek için aynı zamanda sosyalist olmak zorundadır. Ancak böyle bir hareket için halk kitleleri fedakarlığa girer ve ancak eski efendilerin yenileriyle değiştirilemeyeceğine inandığında harekete geçer. Küba Devrimi’nin büyük önemi buradadır.” (Horace B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, Sayfa:252, Belge Yayınları)

Sosyalizm ile Ulusallık Türkiye ve Kürdistan Gerçekliğine Uyarlanabilir mi?

Bilindiği gibi işçi sınıfı günümüz koşullarında enternasyonalist olma özelliğini kaybetmiş durumdadır. Haliyle buradan yola çıkarsak Vietnam savaşında ABD hapishanelerinin savaşa katılmak istemeyenlerle dolup taşmamasında ve ezici bir çoğunluğun savaşmak için Vietnam’a gitmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Eğer biz sığ bir şekilde bu durumu Türkiye ve Kürdistan gerçekliğine uygularsak buradan Türkiye’deki yerel halkın Kürdistan’da yaşayan halkla asla dayanışamayacağı sonucunu çıkarırız. Evet doğrudur kendini Türk diye tanımlayan halk kesiminin Kürdistan’da yaşanan realiteye duyduğu düşmanlık bir gerçektir(en azından ezici çoğunluğu için durum böyledir).  Ancak unutulmaması gereken bir olgu vardır ki o da Türkiye’nin yarı-sömürge bir ülke olduğudur. Bundan dolayı komünistler gerçekten birleşik bir devrim yapmak istiyorlarsa Türkiye’de anti-emperyalist tarzda bir siyaseti ana gündem maddelerine almaları gerekmektedir. Türkiye’deki halkın Kürdistan’da yaşanan gerçekliğe duyarsız kalmamasının tek çaresi Türkiye’de anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadeleyi yükseltmekten geçer.  Lakin sormamız gereken soru komünistlerin buna gücünün olup olmadığıdır.

Çoğu komünist unsurun da içinde bulunduğu HDP’nin Türklerden bu kadar az oy almasının sebebi HDP’nin siyasetinin Türk halkının hayatına dokunmamasında yatmaktadır. HDP, şabloncu bir şekilde Kürdistan coğrafyasındaki gerçekliği Türkiye’ye uyarlamaya çalışmaktadır ve haliyle başarılı olamamaktadır. Programında her ne kadar yerellikten bahsedilse de aslında yerele dair bir politika geliştirememektedir. HDP eğer Türkiye’de bir taban elde etmek istiyorsa mutlaka anti-emperyalizm üzerinden bir politika geliştirmelidir ve Türk halkının yerel sorunlarına bir çözüm sunduğu ölçüde Türklerin yüzünü Kürdistan gerçeğine çevirebilme şansı bulunmaktadır. Bu yüzden HDP sosyalist olmasa bile en azından “burjuva demokratik devrimi” yapacak bir özne olabilmesi için bile mutlaka anti-emperyalist tarzda politika yapmak zorundadır yoksa Türkiye’de tutunması imkansızdır. Ayrıca HDP’nin hangi sınıfın öncülüğünde “burjuva demokratik devrimi” yapacağı tartışma konusudur. HDP’nin böyle bir derdinin olup olmaması da ayrı bir tartışma konusudur. Bunlar olmadığı takdirde komünistlerin HDP’den bir şey beklemesi kendilerini kandırmaları anlamına gelecektir. HDP içinde komünistlerin şu ana kadar rengini verememesi ve kendi stratejik hedeflerine göre kullanamaması komünistlerin yaşadığı özne olma bunalımının politik alandaki bir yansımadır. Özne olma bunalımı çeken komünistlerin Türkiye’de ne burjuva demokratik devrimi ne de sosyalist devrimi yapacak imkanı şu an için bulunmamaktadır.

Ayrıca Kürdistan bölgesinde öncü kuvvetin komünistler olmadığı bir gerçektir ve bu yüzden belki de Kürdistan’ın inşası hala bitmiş değildir. Aşağıda da görebileceğimiz gibi Kürdistan’ın ve diğer bütün sömürge ülkelerin bağımsızlığa ulaşabilmesi için mutlaka anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir devrim stratejisini benimsenmesi gerekmektedir.

“Kilson’un özellikle üstünde durmadığı ekonomik alanda ise emperyalizm, ulusun oluşumunda önemli bir etken olduğunu gördüğümüz bütünleşmeyi durdurmuş ve engellemiştir.” (Horace B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, Sayfa:260-261, Belge Yayınları)

Tamillerin yenilgisini unutmamamız gerekir;  emperyalizmin ulusal hareketlere olan düşmanlığına bundan iyi örnek olamaz. Bu yüzden ulusal hareketlerin başarıya ulaşması için mutlaka günümüzde sosyalizmi benimsemeleri gerekmektedir. Aksi takdirde başarı şansları oldukça düşüktür. Fakat komünistlerin önünde devrimi yapamamaktan daha tehlikeli bir sorun vardır ki o da ulusal hareket tarafından özümsenmektir. Komünistlerin ekonomik emperyalizme karşı ulusçu hareketlere katılması yeterli değildir, sosyalizmin bayrağını yükseltmeleri gerekmektedir. Aksi halde ulusçu hareketler tarafından özümlenmeleri ve kendi ayırt edici kimliklerini yitirmeleri tehlikesi söz konusudur.

Bu yüzden komünistler bulundukları her alanda öncü olmak durumundadırlar aksi halde tarih dışı kalma gibi bir riskleri bulunmaktadır. Somut durumun somut tahlili ilkesinden ilerleyerek ulus ile sosyalizm arasında bağ kuramayan her özne günümüzde kaybetmeye mahkumdur. Bunu Marxistlerin iyi kavraması gerekmektedir. En azından şu an için sosyalizm ile ulusallığı Türkiye ve Kürdistan gerçekliğine uyarlayabilecek bir özne bulunmamaktadır. İleride bunun olma ihtimali tabi ki vardır ama kendimizi kandırmamızın da bir anlamı bulunmamaktadır.


Sonuç olarak emperyalizmin en zayıf halkası sömürge ülkelerdir. Emperyalizm sömürge ülkelerden tekrar kopacaktır. Marxistler günümüzde sosyalizmi inşa etmek istiyorlarsa mutlaka ulusallığa önem vermelidirler. Devrim hala güncel bir şey yeter ki özneler gerçekten devrim yapmak için biraz cesur olsun ve geçmişiyle hesaplaşıp kendini yapı söküme uğratıp yeniden yaratmak için girişimde bulunsun!