22 Aralık 2012 Cumartesi

Metin Kayaoğlu’ndan Aydınlanmadan bunalıma! Kronik gericilik yıllarının doğurduğu bunalım teorilerine iyi bir örnek


Metin Kayaoğlu’nun Teori ve Politika’nın 60. Sayısında çıkan “Marksizmin Furkanı İslamın Ayıracı” isimli yazısında Marksizmi dinle yakınlaştırmaya çalışmakta ve kendince dini Marksizmin tekeline sokmaya çalışmaktadır. Bunu kanıtlamak için Marksizmin daha önce Aydınlanmacı ve ulusalcı akımların etkisinde olduğunu dile getirerek yapmakta ve bunun yerine çözüm olarak yerine dinin konulmasını önermektedir ve kendince ciddi bir Aydınlanma eleştirisi vermektedir.

“Türkiye’de Marksistler, yeterince laik, ateist, ulusalcı, kozmopolit ve ideolojik modernist olmuşlardır. Bu sıfatlarla Marksizim ne kadar mümkünse, “dinsel, teist, yerel” Marksizm de en azından o kadar mümkündür.” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:7)

Sorunda zaten bu bir insan laik ve ulusalcı olup Marksist olamaz. Ateizmi bir burjuvanın ateizmine benzemez onun ateizmi “Marksist ateizmdir” o yüzden tek bir ateist tanımı yapmak Marksist düşünceye uygun değildir ve bu aydınlanmadan izler taşımaktadır. Modernist olgusunda ise Marksistler modernizmi güncel koşullar içinde en gelişmiş üretim biçimi olarak algılarlar ve Marksistler için modern olmanın tek bir koşulu vardır o da sosyalist sistemde yaşamak ve sosyalist yaşam tarzını benimseyip ona uygun davranmaktır. Bu kendini daha sonra daha üst sistem olan Komünizme götürecektir o zamana kadar modern algısı sosyalist tarz bir algıdır. Yani yazarın anladığı tarz bir modernizim Marksizme uygun değildir. Bu yüzdende bir Marksist, yazarın anladığı tarzda bir modernist olamaz. Olursa Marksist değildir. Bundan dolayı yazarın birinci önermesindeki Marksizim mümkün olmadığı için ikinci önermesindeki Marksizimde mümkün değildir. Marksist modernite ilgili daha fazla bilgi için okuyucuların “G.Osipov, Toplumbilim” isimli kitabı okumalarını öneririm. Yazarın içindeki aydınlanma düşmanlığına rağmen yazıda ciddi aydınlanmacı öğeleri görmek beni gerçekten şaşırttı aşağıda bu noktalara değinip yazarın aydınlanma eleştirisi yapabilecek durumda olup olmadığını sorgulayacağız.

Yazardaki Aydınlanma Esintileri
“Bu çalışma, bir islami yönelimle alaşım olanaklarını sınama üzerinedir. Aradığımız, oluşmakta olduğuna ilişkin işaretler gördüğümüz ezilenlerin(devrimci) İslamıdır. Biz, Marksizmin içinden yoldaşlaşma sürecindekilere el uzatıyoruz.(Kahinler, kolumuzu kaptıracağımızı söyleyecek!)” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:8)

Yazar “Kahinler, kolumuzu kaptıracağımızı söyleyecek!”sözü ile Kahinlere bir aşağılamada bulunuyor. Bildiğim kadarıyla ,kahinlikten nefret, aydınlanmanın temel yapıtaşlarından biridir. Her ne kadar yazar burada aydınlanmacılardan da bahsetse kahinlik olgusuna karşı aldığı tutum onu aydınlanmacılarla aynı safta tutuyor. Lenin asla kahinliğe karşı çıkmamıştı görüldüğü üzere:

“Mucizeli kahinlik bir masaldır. Ama bilimsel kahinlik bir olgudur. Ve, çevremizdeki utanç verici kederler ve hatta umutsuzlukla pek sık karşı karşıya geldiğimiz şu günlerde doğru çıkan bilimsel bir kehaneti anımsamakta yarar vardır.”(Lenin,Marx Engels Marksizm,Kahince sözler,sayfa:408,sol yayınları) Marksist tarzdan kahinliğe bakış böyledir. Şimdi diğer aydınlanmacı bakışlarına değinelim.

“Marksizm, özgülleşmenin çok önemli bir kaynağı temin etti. Ama Aleviler Markist saflara Aleviliklerinden soyunma koşuluyla kabul edildiler. Nesnel karşılığı olduğu için Alevilik kendini çeşitli yollarla burada da gösterdi gerçi, ama amaç Marksizmin bu gelişmeye maruz kalması olmamalıydı” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:15)

“Sünni Müslüman ezilen kitleye dönük Marksist ilgi bazı önemli itirazlarla karşılaşacaktır: Bu kitle esas olarak işçi ve emekçilerden oluşan, dolayısıyla Sünni Müslüman olarak nitelenmesi gerekmeyen bir kitledir. İlişkilenme gerekirse, dininden ayırt edilerek ilişkilenmelidir. Gerici bir dinsel inancın varlığı koşullarında bu kitle, gericiliğin önder güçlerinin hegemonyasından kurtulamaz. Üstelik, bu kitle ideolojik kimliğiyle ezilen değil ezen konumundadır.” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:15)

“Bu anlamda, örneğin, “ortak sınıf paydası” ezilenin öznellik niteliğine kayıtsızlıktır, ve cevabını almıştır ve alacaktır.” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:16)

Yazarın yaptığı şey kimlik siyasetidir ve kimlik siyaseti de aydınlanmadan alınmış bir olgudur. Bir Marksist sınıf siyaseti güder kimlik siyaseti değil. Sünni ezilen müslümanı kazanamazsanız devrim yapamazsınız çünkü kimlik siyaseti ile ezilen alevi veya kürt bujuvazisini özel mülkiyetin kaldırılmasına ikna edemezsiniz çünkü bir kişi nasıl yaşarsa öyle düşünür. Sünni proletaryadan da ümidinizi kestiğinizde yaptığınız şey, küçük burjuva tarzı bir devrimci maceracılıktır. Bunun sonucunda ya ulusal kurtuluş savaşı veren birleşik cephe siyasetine dahil olursunuz ya da ezilen bir grubun burjuva demokratik hakları üzerine mücadele eden bir grubun siyasi temsilcisi olursunuz ama asla proletaryanın ve onun ideolojisi olan Marksizmin, sesi, bayrağı ve çıkarı için mücadele edenlerin temsilcisi olmazsınız. Karşı aydınlanmadaki aydınlanmayı tespit ettikten sonra proletaryanın tarihsel kazanımlara karşı yapılmış çarpıtmaları açıklayalım.

Proletaryanın tarihsel kazanımlarına yapılmış hakaretler
“Bir anlamda, her ne kadar, aksi ve geleneksel anlayış yaygın olarak dile getirilmeye devam edilse de, işçilerin ötekiler ve köylüler üzerindeki hegemonyası değil, komünist partinin işçiler ve öteki bütün ezilenler üzerindeki hegemonyası ima edilmektedir böylelikle.” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:13)

Bu yapılan Marksizmin liberal bir tahrifatıdır. Bu konu Stalin zamanında da tartışılmış ve bugün bile hiç kimse Stalin’in söylediği“S.S.C.B bir proletarya diktatörlüğüdür, parti diktatörlüğü değil” tezini çürütememiştir. Bu yüzden okuyuculardan bu önemli konuda yapacağımız uzun alıntılardan dolayı özür dileriz.

Örneğin Sorin şöyle diyor: "Proletarya diktatörlüğü, Partimizin diktatörlüğüdür." Görüldüğü gibi bu tez,"Parti diktatörlüğü"nü, proletarya diktatörlüğüyle özdeşleştiriyor. Leninizm zeminini terketmeden, bu özdeşleştirmeye doğru denebilir mi? Hayır, denemez.” (Stalin,Leninizmin Sorunları,sayfa:165,İnter yayınları)

“Birincisi. Lenin'in Komintern II. Kongresi'ndeki konuşmasından yukarıya aktarılan alıntıda Lenin, partinin önder rolünü asla proletarya diktatörlüğüyle özdeşleştirmiyor. O sadece, "yalnızca sınıf bilinçli azınlığın (yani partinin —J. St.) geniş işçi kitlelerini yönetip önderlik edebileceği"nden, işte bu anlamda "proletarya diktatörlüğünden, esasında onun örgütlü ve sınıf bilinçli azınlığını anladığı"mızdan söz ediyor.” (Stalin,Leninizmin Sorunları,sayfa:165, İnter yayınları)

“İkincisi. Proletaryanın kitle örgütlerinin bir tek de olsa hiçbir önemli kararı, Parti'nin yönergeleri olmaksızın alınmaz. Bu tamamen doğrudur. Ancak bu, proletarya diktatörlüğünün, Parti'nin yönergelerinde tükendiği [sadece bunlardan ibaret olduğu —ÇN] anlamına mı gelir? Bu, Parti'nin yönergelerinin bu sebepten ötürü proletarya diktatörlüğüyle özdeşleştirilebileceği anlamına mı gelir? Elbette değil. Proletarya diktatörlüğü, Parti'nin yönergeleri, artı bu talimatların proletaryanın kitle örgütleri tarafından uygulanması, artı halk tarafından hayata geçirilmesinden oluşur. Görüldüğü gibi burada, proletarya diktatörlüğünün hiç de önemsiz olmayan bir momentini oluşturan bir dizi geçişler ve ara basamaklar söz konusudur. Parti'nin yönergeleri ile, onların hayata geçirilmesi arasında, bundan dolayı, yönetilenlerin irade ve eylemleri, sınıfın irade ve eylemleri, böylesi talimatları desteklemeye hazır olmaları (ya da reddetmeleri), bu talimatları uygulama yetenekleri (ya da yeteneksizlikleri), bu talimattan tam da durumun gerektirdiği gibi uygulama yetenekleri (ya da yeteneksizlikleri) yatar.” (Stalin,Leninizmin Sorunları,sayfa:166, İnter yayınları)

“Üçüncüsü. "Proletarya diktatörlüğü", diyor Lenin, "zafer kazanmış ve siyasi iktidarı ele geçirmiş olan proletaryanın sınıf mücadelesidir" (Bkz. Lenin, Bütün Eserler, C. 24, s. 311, Rusça). Bu sınıf mücadelesi ifadesini nerede bulabilir? Devrilmiş burjuvazinin saldırılarına ya da yabancı burjuvazinin müdahalesine karşı proletaryanın bir dizi silahlı eyleminde ifadesini bulabilir. Proletaryanın iktidarı henüz sağlamlaşmadıysa, iç savaşta ifadesini bulabilir. İktidar sağlamlaştıktan sonra, bu esere geniş kitleleri de çekerek proletaryanın geniş kapsamlı örgütlenme ve inşa çalışmasında ifadesini bulabilir. Bütün bu hallerde aktör, sınıf olarak proletaryadır… Genelde o bu eylemleri sadece yönetir, ve bunu da sınıfın desteğine sahip olduğu ölçüde yapar. Çünkü Parti sınıfla örtüşemez, sınıfın yerine geçemez. Çünkü Parti, tüm önemli, önder rolüne rağmen, yine de sınıfın bir parçası olarak kalır. Bu yüzden, kim Parti'nin önder rolünü proletarya diktatörlüğüyle özdeşleştirirse, o, sınıfın yerine Parti'yi geçirmiş olur.” (Stalin,Leninizmin Sorunları,sayfa:166-167, İnter yayınları)

Bu nedenlerden dolayı yazarın yaptığı proletaryanın tarihine bir hakarettir. Doğru olan bir şeyi bozma girşimidir. Temelsiz argümanı vur kaç özelliği taşımaktadır. Yazarın diğer bir saptırmasına değinirsek şöyle desek herhalde yerinde olur ‘Bu konuda Troçkiden sonraki en inandırıcı çarpıtma’

“Marx-Engels’in Komunist Manifesto’daki bütün ülkelerin işçilerine dönük birleşme çağrısına ezilen halklar da katılmıştır. Bunun Marksizmin içinde bir devrim olduğu daha net anlaşılmaktadır, açıktır. Marksizm sürekli kendi sınırları dışına çıkmıştır.” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:13)

Yazarın teorik felaketi hat safhalarda bakalım Marx bu konuda ne diyor:

Köylülerin sömürüsü, sanayi proletaryasının sömürüsünden yalnızca sömürünün biçimiyle ayırdedilir. Sömüren aynıdır: Sermaye. Tek tek kapitalistler, tek tek köylüleri, ipotekler yolu ile ve tefecilik yolu ile sömürürler. Kapitalist sınıfı, köylü sınıfı, devlet vergisi yolu ile sömürür. Köylülüğün mülkiyet hakkı,sermayenin bugüne dek onu büyüsü altında tutmak için kullandığı tılsım,onu sanayi proletaryasının karşısına dikmek için öne sürdüğü bahanedir.ancak sermayenin yıkılması köylülüğü kalkındırabilir;ancak sermayeye karşı bir hükümet,bir proleter hükümet onun ekonomik sefaletine,sosyal zilletine son verebilir.anayasal cumhuriyet onun birleşik sömürücülerinin diktatörlüğüdür;sosyal demokratik,kızıl cumhuriyet onun müttefiklerinin diktatörlüğüdür."( Karl Marx, Fransada Sınıf Mücadeleleri, 13 haziran 1849’un sonuçları, sayfa 136-137)

Bir insan Marx’ın düşüncesini sırf Manifestodan öğrenmeye kalkarsa sonu felakettir. Yazarın bu teorik hatası konusunda ne desek boş.

Kuran’da materyalizm arama gafleti

“Materyalist yaklaşım Kuran’da materyalizm bulur” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:20)

Bu bakış saçmadır çünkü Marx ile Engels’in şu lafından her şeyden materyalizm bulunabileceği bize gösterilmiştir:

“Bu bakımdan ahlak, din metafizik ve ideolojinin tüm geri kalan kısmı ve bunlara tekabül eden bilinç biçimleri, artık o özerk görünümlerini yitirirler. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur, tersine maddi üretimlerini ve karşılıklı ilişkilerini geliştiren insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine bilinci belirleyen yaşamdır.” (Marx-Engels,Alman İdeolojisi,sayfa:45-46,sol yayınları)

Bu yüzden dinlerin çıkışı konusunda araştırma yapan biri Kuran’danda materyalist şeyler bulur ama yazarın dediği gibi bir materyalizm bulmak imkansızdır. Aşağıda görüldüğü gibi:

“ Kıvılcımlı bu bağlamda şöyle der:
“ Hala ‘cennet’ ideali, Allah ülküsüyle; inanılmaz bir imanla hayata muhalefete sarılan köylü uluslar-halklar ve yığınlar, tarafından savunuluşu resmi sosyalizmlerce, değme Marksistlerce ve laiklerce anlaşılmaz kalır… “Ve Muhammed’in görünmeyen bir Allah ve Melekleriyle konuşması – vahiy alması- göğe çıkıp bütün Allah sistemini görmesi – peygamberleri tanıması- biraz laikleşmiş veya maddeciliğe ulaşmış beyinlere ‘saçmalık’ olarak görünür.”
Anlatıldığına göre kendini sorgulayanYahudilere Muhammed, bulutların görevli melekler tarafından kamçıyla hareket ettirildiğini, gök gürültüsünün de meleklerin bulutlara bağırması olduğunu söylemiş. Bu anlatımın, günümüz malumatı bakımından saçmalığı açık, ancak bu gibi örneklerin bile mecazi olduğu söylenebilir. Nitekim, Yahudiler de bu anlatımdan ikna olmuştur anlattığına göre… Yani, ortak bir simgeler ve mecazlar düzenine göre konuşuyor Muhammed.” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:21-22)

Yukarıda söylediğimiz gibi çok üstelersen herşeyden materyalizm bulursun ama bu onun özünde idealist olduğu gerçeğini değiştirmez bu anlatılanda buna iyi bir örnektir. Mecazlar yoluyla ite kaka materyalizm bulmak! Tam anlamıyla emek ziyanı. İlla Materyalizm aranacaksa bunu Muhammed’in düşmanlarında arayabiliriz ve rahatlıkla buluruz.

“Görüldüğü gibi, İslamı, bugünün rasyonalitesi ve apaçık gerçeklerle eleştirdiğini sananlara ilk cevap bizzat Kuran’dan geliyor. Muhammed’in peygamberliğini ilan ettiği zaman da benzer ya da aynı itirazlar, aynı tarz ve şekilde dile getirilmiştir. Sağduyunun akıllı itirazlarınız Peygamber karşılayamamış ve sadece herkes gibi bir insan olduğunu söyleyebilmiş. Zamanın egemenleri, bu nasıl Allah’mış ki, kendine inananlar zavallı bir ömür sürüyor, inananlarını nasıl oluyor da korumuyor,diyormuş; Kuran’dan öğreniyoruz. Muhammed’in buna cevabı ikili: Bir yandan, Allah’ın inananlarını sevgili kullarını bu dünyada sınamaya aldığını söylüyor. Diğer yandan, öte dünyada inananlara mutlu ve iyi bir yaşam müjdeliyor ve inanmayanlara azap duygusu yapıyor.Ama sağduyuyu tatmin edemiyor hiçbir zaman…” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:24)

Anlaşıldığı üzere Muhammed'in düşmanları Muhammedin mistik yorumlarına gayet materyalist tarzda eleştiriler getirirken Muhammedin cevabı gene idealizmin pençesinden kurtulamıyor ve metafizik boyutlarına yeni boyutlar katıyor. Eğer amaç materyalist aramak ise bu Muhammed değil aksine Muhammedin düşmanları olmalıdır ama burada amaç farklı.
İpe sapa gelmez bir iddiada İslamdaki ateizm konusu

“Sorunu aşmak için bir tersine çevirme işlemi önerilecektir. Bazı düzlemlerde islamın aslında teist değil ateist olduğu, Marksizmin ise teist olduğu…”(Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:32)

Açıklamaya bile değmez ama birazdan aşağıda islamda ateizme değineceğim.

“İlk hristiyanlar gibi ilk Müslümanlar da “Biz atalarımızı bir din üzerine bulduk. Onları izleyeceğiz diyen Mekke egemenleri tarafından ateizmle suçlandı. Çünkü “ateizm daima geçerli tanrısallık kavramının”, aynı anlamda verili iktidar ilişkilerinin “inkarı olmuştur. ”” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:32-33)

Açıklama eksik burada herkesin anladığı ateizm yok. Buradaki ateizm mevcut dinin tanrılarını reddetme anlamındaki ateizmdir. Tanrı tanımazlık değildir. Herkes kavramların tarihini bilmeyebilir bu kadar kelimelerin etimolojik kökenlerini kimse bilmek zorunda değil. Yapılan tam anlamıyla kitlelerin manipülasyonudur ve çok kaba bir biçimde söylersek burjuvazinin en sevdiği yöntemlerden biridir. Bir Marksist diğer konular üzerine gereksiz bir şekilde sayfalar yazıp bu konu üzerinde iki satır bir şey yazıp ucunu açık bırakıyorsa bu kötü niyet göstergesidir.

Kuran, Allah’ın varlığını materyalist argümanlarla ortaya koyuyor. Teist bir materyalizmin örneğini veriyor.. Kuran’da mucize materyalizmin , doğanın öznesizliğinin kendisidir.”Mucize, ‘aciz bırakılan şey’demektir. Allah dışında özneliğe heves eden hiçbir varlık olamaz; her şey acizdir, her şey, maddenin Allah tarafından vazedilen yasalarına tabidir.” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:33)

“Kuran’ın materyalist manifestosu şu ayetlerdedir: “Göklerin ve yerin mülkü O’na aittir. Çocuk edinmemiştir. Mülkiyetinde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış ve yarattığı her şeyin doğasını ve kapasitesini belirlemiştir.”(Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:34)

Burada tek kelime ile “idealist bir jakobenlik” vardır idealist alandan materyalist alan üzerinde hakimiyet kurma konusu vardır. Yani materyalizmin esamesi bile okunmuyor burada manifestosu nereden çıksın!

Bolşevizme haksız bir hakaret

“Rusya’da Bolşeviklerle Menşeviklerin arasında ortaya çıkan partiye üyelik ölçütleri tartışmasının “dinsel” olmadığı ileri sürebilir mi? Eğer, dinsel olmayan- aynı anlama gelmek üzere, ideo-politik örgüsü gevşek- bir partiden söz edilecekse, tam da Menşeviklerin savunduğu görüş geçerli olmalıydı. Lenin havariler arıyordu; Martov akıllı veya romantik taraftarlar” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:43)

Baştan aşağıya hakaret bunu kanıtlayacak örnekler vermeli. Bu haliyle hakaret olarak kalıyor neden bu konuda alıntı yapamadığını ben söyleyeyim çünkü yok öyle bir şey yazar fantezi aleminde yaşıyor.

SONUÇ

“İdeolojisiz hiçbir toplum olmaz ve ideoloji, ne bilimsel biçimlere ne de bilime bağlıdır. İdeoloji, Marksizm gibi “düşünülmüş” örneklerinde bile “derinden bilinç dışıdır”. O halde, Marksizmimizde, bilinç dışı için bir yer bırakalım. Marksizmin bilinç dışından da geçtiğini kabul edelim.. Din bir tür ideoloji olarak bilinçaltında işliyorsa, varsın bizim bilinçaltımızda bu egemenliğe girsin.” (Teori ve Politika,sayı:59-60,sayfa:44)

Din egemenliğinde Marksizm! Bu tam anlamıyla ihanettir. Hiçbir altyapısı olmayan bu tezi aklı selim sahibi kişilerin vicdanına bırakıyorum. Yoldaş Gonzalo neyin tahrifat olduğunu neyin gereklilik olduğunu çok güzel bir şekilde açıklıyor:

“Marks’ın bu muhteşem eseri, yeryüzünün görmüş olduğu ve göreceği en yüksek kavrayıştır. Başta sınıfımız ve halklar olmak üzere, insanları dünyayı dönüştürmek için teorik ve pratik bir araç ile ilk kez kuşandıran dünya görüşü, bilimsel ideolojidir.” (Başkan Gonzalo konuşuyor,sayfa:5,Belge yayınları)

“Marks bize şunu öğretmiştir: “Din halkın afyonudur”. Bu bugün bütün gücüyle geçerli olan Marksist bir tezdir ve yarın da öyle olmaya devam edecektir. Marks,dinin, sömürünün ürünü olan toplumsal bir olgu olduğunu, ve sömürü ortadan kaldırılıp yeni bir toplum ortaya çıktıkça kendi kendine söneceğini de belirtmiştir… Marks’ın tesis ettiği kanun kendini dayatacaktır: sömürü ve baskı yerle bir edilip yok oldukça, din ortadan kaybolacaktır. Papalık, sömürücü sınıflara hizmet ettiği için, ve gelecekteki, sömürücü bir sınıf olmadığı için, Papalık hayatta kalmayacak ve dinin kendisi yok olacaktır. O zamana kadar, yeni objektif şartlar içerisinde ilerleyen insanlık, açık bilimsel ve dünyayı dönüştürücü bir bilinç elde edene dek, dini inanç özgürlüğü tanıma zorundadır.”(Başkan Gonzalo konuşuyor,sayfa:9-10,Belge yayınları)

Görüldüğü gibi bir Marksistin yapması gereken dinin egemenliğine girmek değil dini söndürmek için yollar aramaktır. Bu yapılan Marksizmin katlidir. Teoriyi güncel koşullara uyarlamanın ötesinde teoriyi güncel yollardan revize etmenin ve opotunizmin dümen suyuna girmenin bir örneğidir ya da talihsizce yazılmış bir yazıdır. Ne yazarsak yazalım ne dersek diyelim son sözü Proletarya söyleyecek o ne derse, ne yaparsa öyle olacak. Bu konuda daha fazla tartışmanın gereği yok proletarya sokağa dökülmedikçe yapılanlar ütopya üretmekten öteye geçemeyecek.Bu yüzden yapılan şey emek israfıdır. Yazarın islami hayranlığından ötürü daha fazla israf etmemesini öneriyor ve yaptığı israftan ötürü günaha girdiğini hatırlatıp kendisinin üzerinde Allah'ın selamının daimi olmasını dileyip yazıya son veriyoruz.

10 Aralık 2012 Pazartesi

Oksimoron Bir Yazıdan Çıkarılan Büyük Kurgular Her Zaman Tarihin Çöplüğüne Yollanır(Samuel P. Huntington ürerine)


Huntington’ın yazdığı medeniyetler çatışması tezi aslında toplumdaki bir boşluğu doldurdu. O boşluk, insanların gerçeklikten uzak metafizik olgulara olan zaafının sosyal bilimlerde yeterince etkili bir şekilde günümüzde bir karşılığı olmamasından kaynaklanıyordu. Sonunda isteklerini uygulatacak bir çılgın buldular. Bu çılgının ve tarihin çöplüğüne gidecek talihsizin ismi Huntington idi. Huntington hizmetkarı olduğu tekellerin çıkarlarına uygun olan çalışmasında insanoğluna(sazanoğluna) gelecekte kimin kimle çatışacağını şöyle buyuruyor:

“Medeniyet kimliği, gelecekte gittikçe artan bir şekilde ehemmiyet kazanacak ve dünya büyük ölçüde, belli başlı yedi veya sekiz medeniyet arasındaki etkileşime şekillenecektir. Bunların içine, Batı, Konfüçyus, Japon, İslam,Hint,Slav-Ortadoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika medeniyetleri giriyor. Geleceğin en mühim mücadeleleri, bu medeniyetlerin birini diğerinden ayıran kültürel fay kırıkları boyunca meydana gelecektir.”     ( Samuel P. Huntington,Medeniyetler Çatışması,Vadi yayınları,sayfa:26)

Gerçekten insan bu cümleden sonra dünya ne kadar homojen olmuş diye düşünmeden edemiyor. Sanki günümüzde ekonomik çıkarları için aynı kültüre ya da yakın kültürlere mensup devletler birbirini satmıyor. Örnek olarak İslam medeniyeti tarihinde ve günümüzde ne zaman yek vücut hareket etti? Bu görülmüş bir şey midir? Bu söylediğim şey diğer bütün medeniyetler için geçerlidir. Medeniyetler hiçbir zaman ortak hareket etmemiştir aynı kültürden gelseler bile bu böyledir. Kendi ülkelerindeki burjuvazinin ekonomik çıkarlarının yarattığı rüzgar nereye gidiyorsa medeniyetlerde oraya gidiyor. Bu yüzden Huntington’ın anladığı anlamdaki medeniyet daha dünya üzerinde görülmedi. Sabret Huntigton 1 milyon yıl sonra senin dediğin olacak!

“Farklılıklar illâ da çatışma demek değildir ve mücadelede kesin olarak şiddet kullanılacağı anlamına gelmez. Gerçi yüzyıllar boyunca en uzun ve şiddetli çatışmaları, medeniyetler arasındaki farklılıklar oluşturmuştur.” ( Samuel P. Huntington,Medeniyetler Çatışması,Vadi yayınları,sayfa:26)

Huntington bir anda 180 derece dönüşle kendini tam ters istikamette bulup sonra yanlış yere gittiğini düşünüp bir 180 derece daha dönüp kendini aynı yerde buluyor. Kendi zigzaglarını bir tarafa bırakırsak. Huntington Osmanlının aynı ya da  benzer medeniyetten gelen Safevilerle(Huntington bu farkı anlamayacak kadar cahil olduğu için ikisini de aynı kefeye koyuyor ona göre ikisi de İslam.Şii ve Sünni diye bir ayrım gözetmiyor medeniyetler çatışmasında) neden savaştığını bu yukarıdaki sözle nasıl açıklayabilir? Ya da Haçlı seferlerinde bir takım müslüman grupların haçlılara yardım etmesini ve onları desteklemesini, en şiddetli çatışmaların medeniyetler arasındaki farklardan dolayı ortaya çıktığı tezi ile nasıl iddia edebilir?  Gelelim başka bir garipliğe:

“Eski Sovyetler Birliği'ndeki komünistler demokrat, zenginler fakir ve fakirler zengin olabildi; fakat Ruslar Estonyalı veya Azeriler Ermeni olamadılar. Sınıf ve ideoloji mücadelelerindeki anahtar soru, "Sen hangi taraftasın?" biçimindeydi ve insanlar taraflar arasında tercihte bulunabilir, bulunur ve taraf değiştirebilirdi. Medeniyetler arasındaki çatışmalarda ise bu soru, "Sen nesin?" şeklindedir. Bu ise bir veridir ve değiştirilemez. Bosna'dan Kafkasya ve Sudan'a kadar bildiğimiz gibi, söz konusu soruya verilecek yanlış bir cevap kafaya yenecek bir kurşun anlamına gelebiliyor. Hatta, etnisiteden daha fazla olarak din, insanlar arasında keskin ve dışlayıcı şekilde bir ayırım yapıyor. Bir insan yarı Fransız ve yarı Arap ve aynı anda iki ülkenin bile vatandaşı olabilir. Bundan daha zor olan şey, yarı Katolik ve yarı Müslüman olmaktır.” . ( Samuel P. Huntington,Medeniyetler Çatışması,Vadi yayınları,sayfa:28)

“İran, Pakistan, Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Özbekistan ve Afganistan gibi Arap olmayan 10 Müslüman ülkeyi bir araya getiren Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'nın temelini de kültür ve din oluşturuyor. Esas olarak 1960'larda Türkiye, Pakistan ve İran tarafından kurulan bu teşkilatın diriltilmesi ve genişletilmesindeki nedenlerden biri, bu ülkelerdeki muhtelif liderlerin, Avrupa Topluluğu'na kabul edilme şanslarının olmadığını kavramalarıdır.” ( Samuel P. Huntington,Medeniyetler Çatışması,Vadi yayınları,sayfa:30)

Huntington 1. Alıntıda “Sen nesin?” sorusunun önemli olduğunu “Sen hangi taraftasın?” sorusunun önemini yitirdiğini ispatlamak için elinden geleni yapıyor. İki aktörü ele alalım,ve yargıç Huntington sorsun “Ey Türkiye sen nesin?”diye sorduğunda Türkiye’nin cevabı basittir “Ben Müslümanım”. Yargıç Huntington  İran’a dönsün ve sorsun “Ey İran sen nesin?” İran cevaplasın “Ben Müslümanım”. Huntigton bu sefer dünyanın sırrını çözdüğünden emin bir şekilde ikisine birden soruyor “Siz aynı yerde duruyorsunuz o zaman dimi?”desin İran kızsın “Ben o kafirle aynı yerde durur muyum hiç. Ben Suriye'de Esat’ı destekliyorum ve arkama Rusya’yı alıyorum” Türkiye İran bir kızdığı için bin kızsın ve şöyle desin “Olmaz one minute Sayın Huntington! Benim ülkem dünyada islamiyetin doğru uygulandığı tek ülke o yüzden biz Suriye’de ÖSO’yu destekliyoruz ve kafir Esat’ın gitmesi için cihat ortağı olarak arkamıza A.B.D’yi alıyoruz”.Görüldüğü gibi içine ironik olaylar gizlediğimiz yazıdan bile hala dünyada “sen hangi taraftasın?” sorusu “sen kimsin?” demekten daha önemli bu yüzden 2. Alıntının konjonktürel bir şey olduğu sonucu çıkıyor. Unutmayalım, Sermayenin, çıkarı gereği yatmayacağı adam yoktur. Sermayeyi kim daha çok kar kazandıracağına ikna ederse sermaye o yöne savrulur ,ne olduğu, kim olduğu onun için önemli değildir. Sermaye doğası gereği şöyle der “ışığı kapayınca hepsi aynı.” Maalesef görüldüğü gibi sermaye, Huntington kadar ahlakçı kesilemedi! İşte Huntington’a göre bütün sorun bu! Gelelim Huntington’ın oksimoron yanına bütün yazısında çatışmaların medeniyetler arasında çıkacağı konusunda yakındı durdu. Bakalım bu alıntısında çatışmaların çıkma sebebini kültür olarak mı açıklayacak yoksa ekonomik olarak mı? Uzun yapacağımız alıntıdan ötürü okuyucudan özür dileriz.

“ Batı, enerji kaynağından ötürü İran(Basra) körfezi ülkelerine karşı şiddetli biçimde bağımlı hale geldi; petrol zengini Müslüman ülkeler, para zengini ve istedikleri anda da silah zengini oldular. Batı tarafından vücuda getirilen İsrail ile Araplar arasında çeşitli savaşlar meydana geldi. Fransa, 1950’li yılların büyük kısmında Cezayir’de kanlı ve insafsız bir savaş yürüttü; İngiliz ve Fransız kuvvetleri 1956’da Mısır’a saldırdı; Amerikan güçleri, 1958’de Lübnan’a girdi; Amerikan güçleri, bilahare tekrar Lübnan’a yöneldi, Libya’ya saldırdı ve İran’la çeşitli askeri çatışmalara girişti; asgari üç orta-doğu hükümeti tarafından desteklenen Arap ve İslam teröristler hafif silahlar kullanarak batılı uçak ve tesisleri bombaladılar ve batılıları rehin tuttular. Araplar ve batı arasındaki bu savaş, 1990’da birleşik devletlerin, bazı Arap memleketlerini diğerinin saldırısına karşı savunmak için İran körfezine büyük bir ordu göndermesiyle zirveye ulaştı. NATO planlaması da akıbetinde, gittikçe artan bir şekilde güney tribünündeki potansiyel tehditler ve istikrarsızlığa yönelmiştir. Batı ve İslam arasında, asırlardan beri devam eden bu askeri etkileşimin zeval bulma ihtimali pek yoktur. Bu daha öldürücü olabilirdi. Körfez savaşı, Saddam Hüseyin’in İsrail’e saldırmış olması ve batıya cesaretle karşı çıkması bir kısım Arapları mağrur etti. Batının İran körfezindeki askeri varlığı, karşı konulmaz askeri üstünlüğü ve onların kendi mukadderatlarını tayin etme hususundaki yetersizliklerinden ileri gelen, gücenikliğin ve tahkir edilmişliğin beslediği bir hayli öfke de bıraktı. Petrol ihracatçısı olanlarına ilaveten, otokratik hükümet biçimlerinin zayıfladığı ve demokrasiye geçme çabalarının güçlendiği birçok Arap ülkesi, ekonomik ve sosyal seviyesini yükseltiyor. Arap siyasi sistemlerindeki bazı açılmalar şimdiden meydana çıkmaktadır. Bu açılmalardan esas faydalananlar İslamcı hareketler olmuştur. Kısacası, Arap dünyasında, Batılı demokrasi batı aleyhtarı siyasi güçleri kuvvetlendiriyor. Bu geçici bir vakıa olabilir; fakat İslam ülkeleriyle batı arasındaki ilişkileri kesinlikle müşkilata sokacaktır. ( Samuel P. Huntington,Medeniyetler Çatışması,Vadi yayınları,sayfa:32-33)

Huntington’a sormak lazım çatışmalar kültürel mi yoksa ekonomik mi? Bir sayfada dediğin bir sayfada tutmuyor Mösyö Huntington bu nasıl ilişki böyle? Huntington’ın sayfa:40’ta değindiği “batının askeri gücü rakipsizdir” kısmına değinmek bile istemiyorum tarih bunun böyle olmadığını bize gösterdi. Düzenli orduların Gerilla karşısındaki yenilgileri ne çabuk unutuldu böyle. Sayın Huntington Vietnam sana ne ifade ediyor? Amerikanın sistem değiştirdiğini ne çabuk unuttun böyle. Amerikan’ın amacı bir yeri fethetmek mi? Yoksa sosyal konrolu ele geçirmek mi? Batı’dan nasıl yek vücut olarak bahsedebilirsin Türkiye’de bilinmez ama Almanya ile İngiltere günümüzde neredeyse birbirini boğazlayacak konuma geldi. Aralarındaki çelişkinin derinleşmesi sana bir şey ifade etmiyor mu? Son olarak yapacağım şu alıntı Amerikanın neden Afganistan ve Irak operasyonunu yaptığını açıklamaya yetecek:

“"Hedef askeri fetih değil, sosyal kontroldür" diye açıklıyordu US Army War College'den William Olson…Arjantin Genel Kurmayı ile birlikte ABD ordusu ortak bir manevra düzenliyor. Basına göre Arjantin silahlı kuvvetlerinin bir kriz bölgesine hızlı aktarımı denenmiş. Burada varsayılan kriz bölgesi Pinochet'nin devrilmesinden sonra gündeme gelebilecek olan politik çatışmalara sahne olacak komşu ülke Şili'ydi, böylesi bir durumda Arjantin Pentagon'un yönlendiriciliği altında Şili'yi kontrol altına alacaktı. Yani ABD açısından "düşük şiddette" bir çatışma ama, Şili açısından oldukça yüksek şiddette... "Düşük Şiddette Çarpışmaların" hedefi, diğer süper gücün geri püskürtülmesinden çok, kendi ekonomik çıkarlarının kabul ettirilmesine yöneliktir. "Latin Amerika'da insanları, stratejik yeraltı kaynaklarını, toprakları denetlemek zorundayız" deniliyor”(Gaby Weber, Gerilla Bilanço Çıkarıyor,sayfa:20-21,belge yayınları)

Görüldüğü gibi Amerika, Afganistan ve Irak’ta kendi çıkarları için işgal planı hazırladı. Daha sonra bu ülkelerden askeri olarak geri çekildi. Daha fazla kar edebilecek iken askeri olarak tam manasıyla başarılı olamadığı için tahmin ettiğinden daha küçük karlarla sosyal kontrolü sağladı. Bu yüzden bir sosyal bilimci için öne çıkarılması gereken konu Amerikanın yenilmez askeri gücü değil nasıl sosyal kontrolü sağladığıdır. Vietnam’da askeri açıdan haşat olmasına rağmen zaman içinde sosyal kontrolü sağlamayı Amerika başarmıştır. Bu yüzden gerçeklerden uzak, oksimoron, ciddi manada şovenizm kokan, delileri peşinden sürükleme yeteneğine sahip yazısını, tarihsel karşılaştırmalar yaparak, değil medeniyetlerin gelecekteki çatışmalarını bir gün sonraki çatışmalarını bile tahmin etmekten uzak yazısını, proletarya için sosyal bilim yapan insanlar olarak tarihin çöplüğüne yolluyoruz. Engels’in Konut Sorunu’nda dediği “Bizim modern burjuvalardan daha kabasına rastlanmamıştır.” Kısmını “Bizim modern burjuva teorisyenlerden daha kötü sosyal bilimi uygulayanına rastlanmamıştır.” şeklinde çevirirsek sanırım yanlış olmaz.