19 Aralık 2016 Pazartesi

PASS, İDAM VE HALKIN ADALETİ

Kimse geleceği tam anlamıyla önceden kestiremez, ama halkın özgürlüğü ve kurtuluşu ateşi içinde yanan öznelerin, özgürlüğü “özleyip” kendisine bir “mehdi” araması kadar gülünç bir şey de olamaz. Halkın öncüsü olmayı reel düzlemde istemeyen, halk katmanlarından çıkmış bazı siyasal yapılar sürekli kendilerine bir “mesih” arayıp durmuşlardır. 20.yy’da bu “mesihler” “Sovyetler”, “Çin”, “Arnavutluk” olmuş iken şimdilerde ise bu öznelerin mesihleri, emperyalizm ve onların kara güçleri olmuştur. Aslında sorun, sanıldığının aksine “mesihlerde” değil, bu tarz halk katmanlarından gelen yapıların politik tutum alma ve yaşamı tahayyül etmedeki çarpıklıklarında yatmaktadır. Bugünkü aşamada mücadeleye başlamak için “henüz erken” olduğu ile başlayıp, savaşan özneler için “düelloculuk yapıyorlar” ile devam eden cümleler ve görüşler aslında bir noktada kesişmektedir. O noktada savaştan kaçmak ve düşmana teslimiyetten başka bir şey değildir. Bugün savaşmaksızın halkın özgürlüğünü elde edebileceği yanılsamasına kapılan bu yapılar çoktan kendilerini emperyalist sistemin çıkmaz sokağında bulmuşlardır.

Bugünkü dünyamızda sınıflar arası üç çelişkinin olduğu (emek-sermaye çelişkisi, emperyalistlerin kendi arasındaki çelişki, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişki) ve baş çelişkiyi, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişkiyi görmezden gelen, emperyalizmin hangi tipte olursa olsun her türlü kurtuluş hareketini engellemek için vahşi bir güç kullanmaktan çekinmeyeceği gerçeğini reddeden, Türkiye’yi emperyalizmin gizli işgali altında olan ve oligarşik diktatörlükle yönetilen bir ülke olarak değil de burjuva demokrasisinin hükmü altında olan “sermaye devleti” olarak görecek kadar kör olan “sol”un silahlı propagandaya karşı olmasına ve bunu “narodnizm” “maceracılık” olarak adlandırması yukarıda saydıklarımızdan sonra “anlaşılır” bir durum olsa gerek!

Halbuki, bize, dünyanın sömürülenlerine ve yeni-sömürgelerinde yaşayan halk katmanlarına düşen görev, emperyalizmin temellerini ortadan kaldırmaktır. Emperyalizmin yok edilmesi hedeflenirken, onun başını kimin çektiği kesinlikle belirlenmek zorundadır. Bu ABD’den başkası değildir. Bu stratejik hedefin temel unsuru, tüm halkın gerçek kurtuluşu olacak ve hedefe silahlı mücadeleyle, günümüz koşullarında emperyalizmin III.Bunalım döneminde ise silahlı propagandayla varılacaktır. Bu zamanımızdaki tarihin nesnel yasasıdır. Silahlı propaganda, oligarşi ile uzlaşmak için hareket etmekten ziyade, Devrimci İktidar sorununu gündeme taşıyan ve oligarşinin “yasallığını” yıkmak ve bu “yasallıkla” mücadele etmek üzerinden işler. Belli grupların, kitleler üzerinde yanılsama yaratmak için kullandığı “demokrasi” sözcüğü üzerinden, sömürücü sınıfların diktatörlüğünü mazur göstermek amacıyla “demokrasinin” inşa edilmesini kabul edemeyiz. Demokrasinin yurttaşlara verilen az ya da çok belirli özgürlüklerin kazanımı anlamında kullanılmasına ve böylece kavramın içini boşaltmaya yarayan tanımlamaları bizim kabul etmemiz mümkün değildir. Demokrasi bizim için iktidarı ele alma sorunsalı ile yan yana gider, bu yüzden biz salt demokrasiyi değil halk demokrasisini sahipleniyoruz.

Haliyle Marksist-Leninistler, silahlı propagandayı Parti-Cephe’nin politik çizgisi üzerinden düşünür ve ona bağlı olarak uygularlar. Silahlı propaganda, halkımızın, ulusal bağımsızlığı, halk demokrasisini ve sosyalizmi kazanmak için yürüttüğü halk savaşının günümüzdeki biçimidir. PASS(Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) devrimi kitlelerin eseri ve devrimci şiddeti kitlelerin şiddeti olarak gören Marksizm-Leninizmin devrimci şiddet görüşünün yaratıcı uygulamasından başka bir şey değildir. Bu nedenle, PASS, devrimci şiddet, kitlelerin politik güçleri ile halkın devrimci silahlı güçlerinin ve kitlelerin politik mücadelesi ile silahlı mücadelenin birleşimi olmak zorundadır. Sadece bu şiddet görüşünü doğru ve tam olarak kavrayarak tüm halk güçlerini harekete geçirmek ve örgütlemek olanaklıdır.

“Herşeyden önce, mücadelenin bu biçiminin sonuca ulaştırmak için bir araç olduğunu vurgulamalıyız. Her devrimci için temel ve zorunlu olan bu sonuç, politik iktidarın ele geçirilmesidir…  Buradan doğrudan doğruya şu soru ortaya çıkıyor: Gerilla savaşı, Latin-Amerika’da iktidarın ele geçirilmesi için tek formül müdür? Ya da her ne olursa olsun egemen mücadele biçimi mi olacaktır?... Polemiklerde, gerilla savaşına girişmek isteyenler, kitle mücadelesini unutmakla eleştirilmektedir., sanki gerilla savaşı ile kitle mücadelesi birbirine karşıtmışlar gibi. Bu görüş açısının ima ettiği şeyleri reddediyoruz, gerilla savaşı bir halk savaşıdır; halkın desteği olmadan savaşın bu biçimini yürütmeye kalkışmak kaçınılmaz bir felaketin başlangıcıdır. Gerilla, belirli bir bölgede belirli bir alana yerleşmiş, olanaklı tek stratejik sonuca ulaşmak için, yani, iktidarın ele geçirilmesi için bir dizi askeri eylemi gerçekleştirmek amacıyla silahlanmış halkın savaşçı öncüsüdür. Gerilla tüm bölgenin ve alanın köylü ve işçi kitleleri tarafından desteklenir. Bu önkoşullar olmadan gerilla savaşı olanaksızdır.” (Che, İki Üç Daha Fazla Vietnam, Sayfa:34)

Che’den de gördüğümüz gibi silahlı mücadeleyi “geleceğe” bırakanların söylediğinin aksine PASS halktan kopuk bir takım kişilerin halk için savaşması değildir. Aksine PASS halkın desteği olmadan, halkın katılımı olmadan uygulanması imkansız bir şeydir. PASS, halkın yoğunlaşmış kitle mücadelesinden başka bir şey değildir ve günümüzde bilindik anlamda “kitle mücadelesi” yapmanın tek koşulu PASS’dir. Emperyalizme teslim olanların bu kadar çok PASS’ye ve “öncü savaşına” vurmasının elbette sınıfsal (oligarşiye biat etmiş) bir yanı var!

Bizler, yani emperyalizmle ve oligarşiyle uzlaşmayanlar olarak, oligarşi ile mücadele ederken stratejik olarak ondan üstün olmamızın rehavetine kapılmadan, düşmanın bizden taktik üstünlüğü göz önüne alarak hareket etmeliyiz. Oligarşi bizden her zaman askeri ve teknik olarak daha fazla güce sahiptir ve biz iktidarı ele geçirene kadar da bu böyle olacaktır. Silahlı propagandayı zafere taşıyacak olan bizim askeri anlamdaki gücümüz değil, kitlelerimizin sahip olduğu moral ve ideolojik güçtür. Silahlı propaganda, kısıtlı imkanlara rağmen oligarşi ile mücadele edilebileceği ve ona zarar verebileceğini gösterdiği için kitleler ile oligarşik diktatörlük arasında hasıl olan suni dengeyi yıkacak temel yöntemdir. Kitleler, PASS başladıktan sonra oligarşiye indirilen aralıksız darbeler sayesinde halk saflarına çekilmiş olacak ve öncüsüyle diyalektik bir ilişki halinde moral ve politik bir bütünlük gösterecektir. Sürekli gelişmeyen bir devrim, gerileyen bir devrimdir ve savaşçılar morallerini ve inançlarını yitirmeye başlamışlarsa ortada yürütülen PASS bulunmamaktadır.

PASS ya da kurtuluş savaşı, kural olarak üç aşamaya sahiptir. Birinci aşama, küçük gücün düşmana küçük darbeler indirdiği stratejik savunma aşamasıdır; ancak bu savunma, düşmana saldırı yeteneğini içinde taşımalıdır ve bu saldırı yeteneği sürekli olarak geliştirilmelidir. Bu saldırı yeteneği, zaman içinde halk güçlerinin katalizör karakterini belirler. Yani PASS, pasif bir kendini savunma değildir; saldırarak savunmadır. Bu güç, pasif savunma yapmak için küçük bir çember içine sığmaz, ama onun savunması, gerçekleştirebileceği sınırlı saldırıdan oluşur. Bundan sonra düşmanın ve gerillanın eylem olanaklarının dengede olduğu bir aşamaya ulaşır. Ve son aşama, büyük kentlerin ele geçirilmesine, büyük çaplı kesin sonuçlu çarpışmalara ve sonuçta düşmanın topyekün imhasına götürecek olan baskı ordusunun kuşatılması aşamasıdır.

PASS yürütülürken mücadelenin bir unsuru olarak düşmana karşı hissettiğimiz kin, bizim zafer kazanmamızda kilit rol oynayacaktır. Düşmanın “doğal olarak” bize karşı duyduğu acımasız kin, bizi insanın doğal sınırlarını aşan ve onun ötesine geçen, insanı etkin, şiddetli, seçici ve soğuk bir ölüm makinesine dönüştürmeye zorlayacaktır. PASS yapan savaşçıların böyle olması gerekmektedir. Aksi takdirde hezimet kaçınılmazdır. Hatice Aşık’ın son mermisine kadar savaşıp sonrasında teslim olmayarak düşmana taş atması PASS’in muhteşem bir uygulaması olurken, uzlaşmacı solun bu eylem sonrasında yaptığı açıklamalarının ne kadar karşı devrimci olduğunu bir kez daha hatırlarken kimin “Bolşevik” kimin “narodnik” olduğu bir kez daha açığa çıktı! Hatice Aşık’ın yaptığı eylemi “insan harcamak” şeklinde tanımlayan sol, böylece hem Marksizmin tarihsel mirasına hem de devrime ihanet etmiştir. Aşağıdaki Vietnam örneğinde görüldüğü gibi M-L’nin tarihsel savaş deneyimi: “Tüfeği olanlar tüfekleriyle, kılıçları olanlar kılıçlarıyla, kılıçları olmayanlar çapayla, sopayla, kazmayla savaşırlar” tezi üzerinden hareket eder. Hatice Aşık tek yaptığı şey Marksizmin tezlerini pratiğe dökmekten ibarettir ve böylece işçi sınıfı içindeki oligarşinin objektif ajanlarının öfkesini kendine çekmesinden ve eylemin içeriğinin boşaltılmaya çalışılmasından daha doğal bir şey olamaz.

“Başkan Ho Chi  Minh, Aralık 1946’daki konuşmasında şunları söyledi: “Erkek ve kadın, yaşlı ve genç, dini inançlara, politik bağlara ve ulusallığa bakılmaksızın tüm Vietnamlılar anayurdu korumak için Fransız sömürgecilerine karşı savaşmak için ayağa kalkmalıdırlar. Tüfeği olanlar tüfekleriyle, kılıçları olanlar kılıçlarıyla, kılıçları olmayanlar çapayla, sopayla, kazmayla savaşacaklardır.”… Başkan Ho Chi  Minh, yiğitlik ve gözüpeklikle dolu dört bin yıllık tarihinde “Vietnam ulusunun en iyisinin simgesidir”, işçi sınıfının devrimci ruhunun simgesidir. Bize “hiçbir şey bağımsızlık ve özgürlükten daha değerli olamaz”ı anımsattı, biz de “bağımsızlığımızı kaybetmek ve yeniden köle olmaktansa her şeyimizi feda etmeye hazırız”. Yine Ho Chi  Minh, “Sadece sosyalizm ve komünizm, dünyadaki ezilen halkları ve emekçileri kurtarabilir” dedi.”( Vo Nguyen Giap, Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı)

Oligarşi Bizi Neden İdam Etmek İstiyor?

Şimdilik üzeri örtülmüş bir konu olsa da idam konusunun ülkemizde iyi tartışılmadığını düşünüyorum. Vasat sol kafalar tam burjuva düzlemde bu konuyu tartışmış ve idama evet-hayır dikatomisi üzerinden görüşlerini beyan etmişlerdir. Aslında idam konusunda ilkesel bir tavır almak bile bizim için çok yanlış olsa da şimdiki konjonktürde idam, politik olarak direkt bize yönelik çıkarılmak istediğinden biz tabi ki bu tarihsel süreçte idamı desteklemeyeceğiz. Ancak şu ana kadar açıkladığımız şeyler aslında sorunun özüne dair hiçbir şey açıklamamaktadır. Nasıl oldu da idama karşı sözde tutarlı siyasal görüş birliği varken günümüzde bir kısım oligarşik kanat tekrardan idamı istedi? Bu konu çok uzun olduğundan tarihsel değil politik olarak bu konuyu açıklamak yeterli olacaktır. Bilindiği üzere henüz merkezi bir devlet yapısı oturtulmadan önce insanlar sorunlarını kısasa kısas biçiminde çözmekteydi yani x kişisi birini öldürdüğünde y kişisi x kişisini öldürebilirdi. Kolektif değil bireysel güç üzerinden ilerleyen bu süreç tam da “doğa durumuna” uygun bir şekilde ilerlemekteydi. Ancak ilerleyen tarihsel süreçlerde merkezi devletlerin yani toplumun bir kesimi üzerinde küçük bir azınlığın çıkarını savunan bir kesimin açık terörist diktatörlüğünün ortaya çıkmasıyla bir kısım siyasal teorisyenler şöyle bir görüş ileri sürmüşlerdir: 

“Ama toplum içinde, herkesin tüm güçleri, tek kişiye karşı silahlandığında, hangi adalet ilkesi ona diğerini öldürme yetkisi verir? Hangi gereklilik öldürenin suçunu bağışlar? Ele geçirdiği düşmanlarını öldüren bir fatihe barbar denilir. Silahsızlandırıp cezalandırabileceği bir çocuğu boğazlayan yetişkin bir adam, bir canavar olarak görülür. Toplum tarafından mahkum edilmiş bir suçlu, yenilmiş ve güçsüzleşmiş bir düşmandan başka bir şey değildir. Toplum karşısında o suçlu, yetişkin insan karşısındaki bir çocuktan daha zayıftır.” (Robespierre, Ayaklar Baş Olunca)

Görüldüğü gibi devletin kolektif şiddetine maruz kalan bir birey artık güçsüzleşmiş bir düşmandan başka bir şey olmadığı ve devlet tarafından “zararsız” hale getirildiği için artık o kişinin “idam” edilmesi devlet tarafından bir zaruret değildir. Hatta bir kişinin idam edilmesi devletin acziyetini ve toplum karşısındaki güçsüzlüğünün göstergesidir. Çünkü devlet karşında zayıf duruma düşmeyen bir “düşman” nihai olarak “öldürülmeyi” hak eder. Tarihsel bunalım dönemlerinde, idam, bunalım döneminden önce yasak olsa da bir takım güç odakları “tükürdüklerinin yalamak zorunda kalarak” tekrardan yürürlüğe koymuşlardır. Roma’da Sylla, Octavianus, Tiberius, Caligula dönemlerinde belli “suçların” “idam” ile cezalandırılması bu kişilerin vahşetinden ziyade dönemin krizini soğurtma çabalarından başka bir şey değildi. Tam da bu nedenle Tayyip Erdoğan’ın “idam” istemesi de umutsuz bir şekilde kendi içinde bulunduğu krizi soğurtma çabasından başka bir şey değildir. Ancak Sylla, Octavianus, Tiberius, Caligula kendi krizlerini soğurtamadılarsa, Bonapart, Batista, Pinochet, Videla, Somoza çok güçlü olmalarına rağmen halkın adaletinden kaçamadılarsa Tayyip Erdoğan ve şürekası da halkın adaletinden kaçamayacaktır. Ülkemizdeki emek sömürüsüne, emperyalizmin gizli işgali altında olmasına karşı olduğumuz için yaptığımız siyasal edimlerden ötürü “idam” edilmek isteniyoruz ancak tarih, yasallık üzerinden değil meşruluk üzerinden hareket eder ve yasal olan şey meşruluğu olmadığı için caydırıcı bir araç olarakta işlevini sürdüremez. Bu yüzden tarihsel meşruluğun bizden yana olduğunun bilinciyle hareket etmek çok önemlidir.
Meşruluk Zeminin Zirvesi: Halkın Adaleti Nedir ve Nasıl İşler?

Kendisinden önceki egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amaçlarına ulaşabilmek için kendi çıkarlarını, toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarları gibi göstermek ya da ideal biçimde ifade edecek olursak, düşüncelerine tümellik kazandırmak ve onları tümel olarak geçerli yegane rasyonel düşünceler olarak sunmak zorundadır. Devrimci sınıf, daha başından itibaren, sırf, bir sınıfın karşısına çıktığı için, sınıf olarak değil bütün toplumun temsilcisi olarak sahneye çıkar; tek egemen sınıfın karşısında, toplumun tüm kütlesi görünümündedir.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, Sayfa:53-54, Evrensel Basım Yayın)

Marks, çok net bir şekilde egemen sınıfın yerini alacak olan her sınıf ya da sınıfların amaçlarına ulaşabilmek için kendi çıkarlarını toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarı gibi göstermek zorunda olduğunu belirtir. Bu yüzden burjuvazi iktidarı ele geçirdiğinde kullandığı “adalet” kavramını toplumun tümüne genişlettiyse halkta kendi iktidarını inşa etme sürecinde kendi adalet anlayışını toplumun geri kalan kesimlerine “zorla” benimsetmek zorundadır. Bu da halkın adaletinden başka bir şey olamaz. Bazı kesimler, devrimci-demokratik örgütlerin “adalet istiyoruz “adalet için Ankara’ya yürüyoruz” şeklindeki kampanyalarını “yanlış” anlayarak, bu eylemleri Marksizmin dışına itmeye çalışmaları tam anlamıyla oligarşinin düzleminde siyaset yürütmenin bir belirtisidir. İlk önce “adalet” tanımına bakıp halkın adaletinin nasıl icra edileceğine değineceğiz:

Sömürüye dayanan bir sistemde hukuk ve adalet egemenlerin çıkarlarına göre şekillenmiştir. Ve sınıflı toplumlar var olduğu sürece adaletsizlik de olacaktır…Kapitalizm hukuku adaletsizlik üretir. Bizlerse adaletsiz sistem karşısında “adalet istiyoruz”. Yani diyoruz ki “başka bir toplumsal yapı istiyoruz…Aradığımız adalet bizlerdedir, halkın ellerindedir. Çünkü yozlaştırılan, aşağılanan, katliama uğrayan açlık-yoksulluk çeken biziz, yetmiş milyon halktır. Bu nedenle adalet bizlerin ellerindedir. Uygulanacak adalet halkın adaleti olacaktır. Ve gerçek adaleti halk sağlayacaktır.”(Devrimci Sol, Sayı,24)
Görüldüğü gibi “adalet isteyenler” yukarıda değindiğimiz gibi Marks’ın “kendisinden önceki egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amaçlarına ulaşabilmek için kendi çıkarlarını, toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarları gibi göstermek” mantığından ilerlemektedir. Haliyle bir korsan ile egemenleri ayıran şeyin ilkinin tek gemisi olmasıyla ikincisinin koca bir filoya sahip olmasıdır. Özetle farkları niteliksel değil nicelikseldir.  Aynı şey oligarşik diktatörlük ile mafya arasında da vardır. Bundan dolayı adaleti, adalet savaşçıları sağlayacaktır ve bu adalet PASS ile gerçekleşecektir. Hepimizin sandığının aksine bu adalet mahkeme ile değil savaşçıların namlusuyla sağlanacaktır. Robespierre bu konuda bizi aydınlatıyor:
 “Suçluların tek tip kurallarla yargılanmasına alışık olduğumuz için, doğal olarak herhangi bir biçimde ulusun kendi haklarına tecavüz eden bir kişiyi cezalandırmasının farklı durumlarının olabileceğine inanmama eğilimdeyiz, ve bir jüri, bir mahkeme, bir duruşma görmedikçe adaletin bulunmayacağına inanıyoruz. Hatta bu terimlerin bizim normal olarak kullandığımız terimlerden farklı fikirlere uygun olduğunu gördüğümüzde de hayal kırıklığın uğruyoruz. Alışkanlığın doğal egemenliği öylesine büyük ki, en keyfi sözleşmeleri, bazen en çürümüş kurumları, gerçeğin ya da yanlışın, adaletin ve adaletsizliğin mutlak ölçütü olarak görüyoruz.” (Robespierre, Ayaklar Baş Olunca)

Zorbayı yargılamak, PASS’dir; karar, onun iktidarını yıkmaktır; hüküm, halkın özgürlüğü ne gerekiyorsa odur. Halklar mahkemeler gibi karar vermezler; hüküm vermezler, onlar şimşeklerini yağdırırlar; halk düşmanlarını mahkum etmezler, onları toprağa gönderirler ve halkın bu adaletidir, mahkemedeki kadar adildir geçerlidir. Sonuç olarak bazı tartışmalardaki soru işaretlerini açıkladığımıza göre Parti-Cephe savaşçılarının ve hedeflerinin ne olduğunu biraz daha berrak hale getirebildiysek ne mutlu bize. Yaşasın Halkın Adaleti!