25 Mayıs 2021 Salı

Emperyalist-Kapitalist Sistemin Soft Power Odağı: Feminizm(Ecevit Sever- Deniz Alaz Gürbüz)

 

Emperyalist-Kapitalist Sistemin Soft Power Odağı: Feminizm

Ecevit Sever- Deniz Alaz Gürbüz

Bir simitçinin, bir banka müdürünün, brokerın, pazarlamacının hatta herhangi bir generalin bile kendine özgü bir yaşam tahayyülü ve ona göre iyi kötü “tutarlı” bir yaşamı aşikar oluğuna göre ‘yaşamı’ mevcut tarihsel süreçte anlama ve değiştirme kapasitesinin neden hep belli bir azınlığın ürünü olduğu sorusu ile karşılaşırız. Kimisine göre yaşamı anlama ve değiştirme başasırısı “Tanrısal” bir lütufken kimine göre ise “köylü kurnazlığıdır”. Halbuki görünenle yetinince, istisnaların kaideyi kuracağı gerçeğine gözler kapanınca elbette özne olma durumundan uzaklaşıp kendiğindenciliğin esiri olma bu durumun “doğa kanuna” dönüşmektedir. Hepimiz çocukluğumuzda kuklaları çok severdik, ayrıca kuklalar çokta güzeldir ama kuklacının marifeti olmasaydı kukla olabilir miydi? Adına konjoktür dedikleri, üç beş “hak” kırıntısına kitlelerin “umutlarını” yeşerttikleri, sürekli bir burjuva algı ve etik yaşamın “normalleşmesine” hizmet eden politik, kültürel, ideolojik biçimlerin öne sürüldüğü bir düzlemde kuklacıyı görmez isek yaşamı da kavrayamamış oluruz. Yaprak misali oradan oraya sürüklenme durmunun “keyfini” çıkarmaktan hoşlanmayanlar için iki kelam etmeninin gururunu yaşıyoruz. Savaşı karargahta kazanmaya hevesli emperyalist-kapitalist beyaz terör odakları salt bir toplumsal grubu baskı (suprematie) ve egemenlik (domination) tutmak için zor aygıtlarını kullanmaz aynı zamanda  "entelektüel ve moral yönetim” aygıtlarını da devreye sokarak tahakküm mekanizmasını yaşatmaya çalışır. Şu sıralar çokça duyulan “soft power”dan kasıt budur. Maddi gücün maddi güç tarafından yenilebileceği tartışma götürmez bir şey olduğuna göre işçi ve emekçi sınıfların çıkarını savunanlarda bulundukları alanda hükümet erkini fethetmeden önce de yönetici olmanın yollarını aramak ve inşa etmek zorundadır bunun için baskı ve soft power kuvvetlerini kendi sınıf çıkarı için kullanmasından başka şansı yoktur. Bu yazımızda inceleyeceğimiz konu “zor aygıtlarından” öte “soft power”ın belli bir kısmı olacaktır. Bunu da “feminizm” ile sınırlandırıp emperyalist-kapitalist sistemin bu soft power gücünü nasıl kendi çıkarı için bükmeye çalıştığını açıklamaya çalışacağız. Uzun bir alıntı ile sömücü sınıfların kadınlara bakış açısını gösterelim:

"Yüzyıllar boyunca sömürücü sınıflar, sömürünün hüküm sürdüğü toplumlarda kadınların yaşadığı baskıyı haklı çıkarmaya hizmet eden “eksik kadın doğa”sının sözde teorisini sürdürmüş ve empoze etmişlerdir. Böylelikle, Yahudi erkekler duayı: " Rabbimiz ve tüm dünyaların Rabbi, beni bir kadın olarak yaratmadığın teşekkürler" diye dua ederken, Yahudi kadınlar ise: "Kendi isteği doğrultusunda beni yaratmış olan Rab'bim beni kutsasın" diye dua ederek antik dünyada kadınların sahip olduğu küçümseyici durumu açıkça ifade eder. Bu fikirler Yunan köleci toplumunda da baskındı; ünlü Pythagoras, ''Düzen, aydınlık ve erkeği yaratan iyi bir ilke vardır; ve karmaşa, karanlık ve kadını yaratan kötü bir ilke vardır.'' demişti. ve hatta büyük filozof Aristoteles de şöyle demiştir: "kadın, belirli niteliksel hatalar nedeniyle kadındır" ve "kadınların karakteri doğal bir kusurdan muzdariptir."

Köleci Roma toplumunun son döneminde ve Orta Çağ'da yaşamış Hıristiyan düşünürlerde de, kadını aşağılayan ve onu günahın kaynağı ve cehennemin bekleme odası olmakla niteleyen önermeler bulunmaktadır. Tertulian, "Kadın, sen şeytanın kapısısın. Sen, şeytanı cepheden saldırmaya cesaret edemediğine ikna ettin. Tanrının oğlu senin yüzünden ölmek zorunda kaldı bu yüzden her zaman yas tut ve eski püskü şeyler giy"; derken, Hiponalı Augustine ise: "Kadın, ne sağlam ne de kararlı olan bir canavardır" demişti. Havari Tarsuslu Pavlus, " Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı.” demekteydi. Ve yüzlerce yıl sonra, 13. yüzyılda, Thomas Aquinas benzer bir vaaz ile devam etti: " Her erkeğin başı Mesih, kadının başı erkek, Mesih’in başı da Tanrı'dır.” Ve “Kadının kaderi erkeğin otoritesi altında yaşamaktır ve kendi başına bir otoriteye sahip olmadığı bir gerçektir.” demekte hiçbir beis görmüyordu.

Kadının durumun anlaşılması kapitalizmin gelişmesiyle de çok fazla ilerlemedi, Candorcet şöyle diyerek olayın sosyal kökenine dikkat çekti: “Kadınların adalet duygusundan yoksun oldukları ve bilinçlerinden ziyade duygularına itaat ettikleri söylenir… bu farklılık, doğa tarafından değil, eğitim ve toplumsal varoluştan kaynaklanmaktadır.” Ve büyük materyalist Diderot da şöyle yazar: “Kadınlar için üzülüyorum” ve “bütün geleneklerin ve medeni kanunun zulmü kadınların doğasına karşı olan zulme katıldı. Kadınlara embesilmiş gibi davranılmaktadır.” Fransız Devriminin ideolojik öncülerinden Rousseau ise şu görüşünde ısrar etmiştir: “Kadınların tüm eğitimleri erkeğe göre olmalıdır. Kadın, erkeğin adaletsizliklerine katlanmalı ve uyum sağlamalıdır.” Bu burjuva pozisyon, emperyalizm çağında da devam ediyor, zaman ilerledikçe daha da gerici oluyor; Böylece bu durum eski Hıristiyanların pozisyonlarıyla birleşip John 23’ün onaylanmış antik tezleri tekrarlanmaktadır: “Tanrı ve doğa, kadınlar ev işlerinde mükemmelleşsinler diye erkeklere emanet edilmiştir.”

Böylelikle sömürücü sınıfların zamanla nasıl "eksik kadın doğasını" nitelediğini görüyoruz. İdealist kavramlara dayanarak “kadın doğasını” tekrarladılar. Anti-bilimsel "insan doğası" tezinin bir parçası olarak sosyal koşullardan bağımsız bir şekilde; “kadın doğası” olarak adlandırılan, ebedi ve değişmez özü, aynı zamanda, kadınların, erkeklerin patronajı altında çektiği eziyeti “erkeklere kıyasla doğal yetersizliğinin” bir sonucu olduğunu göstermek için “eksik” olarak adlandırmaktadırlar. Bu sözde teori ile kadınların boyun eğmesinin “meşrulaştırılması” amaçlanmaktadır.

Son olarak, Democritus gibi seçkin materyalist düşünürlerin bile kadınlara karşı önyargıları olduğunu belirtmemiz gerekmektedir ( “Mantığa uygun bir kadın korkunç bir şeydir” ; “Kadın, kötülüğü erkeğe göre düşünmeye daha eğilimlidir.” Ve kadınların savunulması da metafizik veya dini argümanlara dayanmaktadır (Havva hayat demektir ve Adem ise kara anlamına gelir; Havva, Ademden sonra yaratıldı, kadın erkekten daha iyi bir şekilde yaratıldı). Devrimci bir sınıf olduğunda burjuvazi bile, kadınlara salt, bağımsız varlıklar olarak değil, erkeklerin referansı dahli altında kadınları düşünmüştü."
(Peru Komünist Partisi, Toplu Yazılar Cilt:1)

Aydınlık Yol’un toplu yazılarında bu geçen eşsiz parça sömürücü sınıflar ortaya çıktığından beri egemen sınıfların her zaman sömürülen sınıfları kadın ve erkek diye zamanlarının soft power güçlerini kullanarak “kontrol” altında tutmaya çalıştıklarını çok net ve tartışılmaya yer bırakmayacak şekilde göstermektedir. Kadın ve erkek arasında “inşa edilmiş” bu kapitalist “antogonizma” aslında toplumun sınıflara bölünüp egemen sınıflarla mevcut olan “antognizmayı” maskelemek için ortaya atılan bir soft power ve psikolojik savaş enstürmanı olarak ortaya çıkmaktadır. Kuklalar ortalıkta ama kuklacı nerede? Emperyalist-kapitalist sistemde neden hala bu tarz kimlik sorunları çözülemiyor? Emperyalist-kapitalist sistemin elinden bu tarz soft power ya da kontrollü gerilim aygıtlarını alırsanız ezilen sınıfların yönü direkt kuklacıya dönecektir. O zaman finans kapital ve burjuvazi tam anlamıyla “namlunun ucunda” olacaktır. Namlunun yönünü değiştirmeye çalışan kuklacılar el çabukluğu yapan bir sihirbaz gibi çözümsüzlüğün çözüm olduğu sorunları yerel ya da evrensel düzeyde kalıcılaştırmaya çabalamaktadırlar.

 

“Feodal köyde malların üretimi ile işgücünün yeniden üretimi arasında toplumsal bir ayrım bulunmamaktaydı, yapılan her iş ailenin geçimini sağlamaya yönelikti. Kadınlar çocuk bakmanın, yemek yapmanın, çamaşır yıkmanın, yün eğirmenin ve şifalı otlar yetiştirmenin yanı sıra tarlada çalışıyorlardı. Evlerinde yaptıkları bu işler ev işinin gerçek bir işten sayılmadığı para-ekonomisinde olduğu gibi değersizleştirilmiyor, erkeklerinkinden farklı toplumsal ilişkiler içermiyordu.Ortaçağ kentlerinde kadınlar demirci, kasap, fırıncı şamdan yapımcısı, şapka yapımcısı, biracı, yün tarakçısı ve perakendeci olarak çalışıyorlardı...  Toplumsal hiyerarşileri, özel mülkiyeti ve servet birikimini kınarken insanlar arasında yeni ve devrimci bir toplum anlayışının yayılmasını sağlamıştı...Bu isyan prens, soylu sınıf, ruhban sınıfı ve burjuvaziyi de içeren muazzam bir koalisyon tarafından bastırıldıktan sonra, dokumacılar 1378’de bir deneme daha yaptılar ve tarihte bilinen ilk “proletarya diktatörlüğü” olarak geçecek bir başarı elde ettiler.”(Ghent) Ancak 15.yüzyılın sonlarına gelindiğinde toplumsal ve siyasi alanın her düzeyinde bir karşıdevrim baş göstermekteydi. İlkin, siyasi otoriteler en genç ve isyankar işçilerin cinselliğe özgürce ulaşmalarını sağlayan, hain bir cinsellik politikası izleyerek bu işçileri kendi saflarına katmaya çalıştı ve sınıf antagonizmasını proleter kadınlara karşı bir antagonizma haline getirdi. Jacques Rossiaud’nun Medieval Prostitution’da da belirttiği üzere, Fransa’da belediye yetkilileri, kurbanların alt sınıf kadınlar olması koşuluyla, pratikte tecavüzü suç olmaktan çıkardı.” (Silvia Federici, Caliban ve Cadı, Sayfa:42-75, Otonom Yayınları)

 

Yukarıdaki alıntıdan da görülüğü üzere Ortaçağ’daki sömürücü sınıflar ortaya çıkmakta olan komünleri dağıtmak için baskı ve zor aygıtlarının yanında kadın-erkek “çelişkisini” ezilen sınıfların bilince bir bomba gibi atıp toplumsal kontrolü sağlamaya çalışmışlardır. Sormamız gereken soru bu toplumsal “çelişkinin” nasıl sönümleceği olmalıdır. Kadın ile erkeğin ortak hareket etmesine mani olmaya çalışan burjuva kimlik siyaseti ile mi? Yoksa direkt namlunun ucuna kuklacıyı koyup hedefi sorunun kaynağına götürmek mi? Sineklerin yok olması için bataklığı kurutmak gerekiyorsa, neden teker teker sinek avlamaya çalışan maceracı çocuklar gibi davranmaya büyük bir kesim devam ediyor? Bunu romantik ya da masumane bir tutum olarak görmeyecek kadar sınıf bilincine sahip olduğumuzu sanırız herkes farkındadır.

 

Bundan dolayı hem burjuva-liberal-feministlerin hem de proletaryan-sosyalist-feministlerin sandığının aksine; cins kimliklerini ve yönelimlerini belirleyen asıl etken: organik ya da inorganik cinsel emek araçları karşısındaki “icatçı”, “kullanıcılaşmış-icatçı”, “kullanıcı”, “icatçılaşmış-kullanıcı” emek-konumlanışlarıdır. Dahası; cinsel-pazar, cinsel-ürün-meta, cinsel-sömürü, cinsel-tahakküm, cinsel-sermaye vb. gibi bir çok alt kategori de; yine bu tarihsel ve toplumsal bölümlenmeden kaynaklanan çeşitli türden mülkiyet biçimleri, açık/gizli iktidar ve hegemonya ilişkileri ortaya çıkartmaktadır.

 

Nitekim bu bölümlenme/farklılaşma bir taraftan üstün cins fetişizmine dayalı anaerkçi kadın “icatçılığına” ve egemenliğine neden olurkan, diğer taraftan ise yine üstün cins fetişizmine dayalı ataerkçi erkek “kullanıcılığına” ve egemenliğine sebebiyet vermektedir. Aslında bu iki cinsiyetçi konumlanışta; çift yönlü olarak birbirini yeniden üreten bir ikicilik, cins-düalitesinden kaynaklanmaktadır. Ve bu yüzden de; salt “kullanıcı” ya da salt “icatçı” bakış açısına dayalı her hangi bir cins konumlanışının; ne kendisini ne de kendi “karşıtı” gibi gözüken cins(iyetçilik) eğilimleri(ni) kavrayarak kendiliğinden bir biçimde “cinsiyetler-üstü” bir bakış açısına ulaşabilmesi de mümkün değildir.

 

İster burjuva-liberal-feminizm olsun, ister proletaryan-sosyalist-feminizm olsun, “icatçı-cins-kadın-fetişizmi, kullanıcı-cins-erkek-fetişizmini yener!” demek; tersinden kullanıcı-cins-erkek-fetişizmine duyulan açık/gizli hayranlığın ve psişik açıdan kendi karşıtına dönüşme istencinin bir dışavurumundan başka da bir şey değildir. Aynı durum kullanıcı-cins-erkek-fetişizmi içinde geçerlidir. O da; tıpkı icatçı-cins-kadın-fetişizmi gibi kendi karşıtına dönüşme istenci içinde yanıp tutuşmakta, “içinden çıktığı şeye” doğru bastırılmış bir hayranlık duymakta, ama bunu bir türlü kendi iç-bilincine bile itiraf edememektedir.

 

Bu noktada asıl hata; icatçı-kadına kullanıcı-erkek misyonu biçilerek/bilinci giydirilerek erkeğin erkekliğinin aşılabileceği yanılsamasıdır. Ve yine kullanıcı-erkeğe icatçı-kadın misyonu biçilerek/bilinci giydirilerek kadının kadınlığının aşılabileceği (bu nesnel temelin ortadan kaldırılabileceği) yanılsaması da; aynı düalist karşıtlığın kaçınılmaz bir sonucudur. Keza; burjuva-liberal-feminizm erkeğin maddesini yok ederek bilincini değiştirebileceği yanılsamasına kapılırken, proletaryan-sosyalist-feminizm ise erkeğin bilincini yok ederek maddesini değiştirebileceği yanılsamasına kapılmaktadır. Gerçekte ise bu ikiside “bir” ve “aynı” şeydir. Keza; maddeyi düşünceyle, düşünceyi de madde ile aşabileceğini sanmak gerçekte aynı yanılsamalı bakış açısının bir izdüşümüdür. Tarih boyunca çeşitli türden idealist ve materyalist (tarihsel düalist) filozofların içine düşmüş olduğu yanılsamalar da yine bu düal kökten beslenmektedir.

 

Organik ya da İnorganik cinsel emek araçları karşısındaki “kullanıcı”, “icatçılaşmış-kullanıcı”, “icatçı”, “kullanıcılaşmış-icatçı” bölümlenmesi ve bunun neden olduğu her türden eril ya da dişil baskı, sömürü, eşitsizlik vs. görülmek ve kabullenmek istenmediği için; ister icatçı-üstün-cins-fetişizmi biçimindeki “kadıncılık” olsun, ister kullanıcı-üstün-cins-fetişizmi biçimindeki “erkekçilik” olsun, bu konumlanışların tamamı kullanıcı-cins-emeği, icatçılaşmış-kullanıcı-cins-emeği, icatçı-cins-emeği, kullanıcılaşmış-icatçı-cins-emeği şeklindeki çevrimsel diyalektik cins(leşme) momentumlarını ortaya çıkarttığı içindir ki; bunlar sürekli olarak birbiri ile iç içe geçmekten ve birbirlerine dönüşmekten de kurtulamamaktadır. Bu nedenledir ki; “erkeksileşmiş-kadınlık” olmaksızın bir kadın olma halinin, “kadınsılaşmış-erkeklik” olmadan da bir erkeklik halinin tarif edilmesi ne biyokimyasal, ne duyusal, ne sosyal ne de kültürel-tarihsel olarak mümkün de değildir. Bu açıdan bakıldığı zaman bile; hakim erkeklik ve kadınlık nosyonlarının emek momentumlarının birleşik hareketi tarafından şekillendirilen gerçekte “geçişken-cinsiyetsiz-kimlikler” olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Başka bir deyişle, yeni doğmuş her bebek (ki o da cinsel bir emek ürünüdür) gözlerini dünyaya geçişken bir cinsiyetsizlik kimliği ile açmakta, daha sonrasında ise içinde büyüdüğü toplum biçimine hakim olan toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları üzerindeki cins-hakimiyeti oranında “kadın” ya da “erkek” konumlanışlarını gönüllü ya da zorla içselleştirmektedir. Kısacası; bir emek momentumu olarak cinsiyet kimlikleri ve rolleri doğuştan kazanılmadığı gibi, daha sonraki süreçte organik ve inorganik emek araçlarına hakim olan cinsiyet-statüleri tarafından şekillendirilmektedir.

 

Dahası; özellikle embriyonun ilk oluşum sürecinde cinsiyetsiz bir süreçten cinsiyetlerin belirlendiği bir sürece doğru da dönüşüm yaşanmaktadır. Başka bir deyişle, kadının ve erkeğin, yani cinslerin birleşmesinden oluşan ilk embriyon her zaman cinsiyetsizdir. Gerçekte ise her iki cinsin birleşmesi cinsiyetsizliği doğurur; o cinsiyetsizlikte cinsiyete doğru hareket eder. Aslında bu cinsiyetlilik halide her zaman cinsiyetsizliğe doğru hareket etmektedir. Bu cinsiyetlilik halide; kadın genomunun baskın hale gelmesi ile kadın içindeki erkeğin çekinik halde sıkışması ile dişil özellik taşıyan, erkek genomunun baskın hale gelmesi ile erkek içindeki kadının çekinik halde sıkışması ile eril özellik taşıyan, cins-oluşumlarını (genom-ittifakını) meydana getirmektedir. Bu da hem kadında hem de erkekte çift cinsiyet genomunun çekinik halde varolduğunun bir göstergesidir. Bu sıkışıklık; her ne kadar öğretilmiş kadınlık ya da erkeklik olsa da, kadın ve erkek bireylerin tüm yaşamları boyunca çekinik genomlarının her an harekete geçebileceğinin de kanıtlarını sunmaktadır.

 

Örneğin, belirli bir dönem “erkek” olarak yaşayıp daha sonrasında o erkekteki “kadın” genomu baskın hale geldiğinde, o erkek artık “kadınsı” hareket ve dokuya bürünmeye başlarken, zamanla da cinsel erkeklik isteçlerini de kaybettiği oranda, hayatının geri kalan bölümünü kadın olarak şekillendirebilir. Ya da belirli bir dönem “kadın” olarak yaşayan bir kişi, daha sonraki dönemlerde “erkeklik” genomunun baskın hale gelmesinden dolayı hayatının geri kalan bölümünü bir erkek olarak da şekillendirebilir. Bütün bu cinsel yer değiştirmeler zorunlu olarak biyolojik bir alt yapıya da sahiptir. Dolayısıyla; toplumların baskın ahlak anlayışı bu tür bilimsel gerçekleri görmekten çok uzak kaldığı içindir ki, bu cinsel yer değiştirme ve cinsiyet-rollerindeki değişimlere karşı öğretilmiş ya da öğrenilmiş tarihsel kadın ve erkek konumlanışlarından dolayı, karşı bir reaksiyonel tepki de gelişmektedir. Misal; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı semavi dinler olası cinsel faaliyet içerisinde eşcinsel veya cins değiştirme ile gelişen cinsel faaliyetleri tamamen yasaklamıştır. Her ne kadar yasak olsa da; bu tür cinsel faaliyetler, bu yasakların olduğu toplumlarda ironik bir biçimde daha da çok görülmektedir.

 

 

Ne kadar burjuva-liberal-feminizmden kopmuş olduğunu iddia etse de; proletaryan-sosyalizan-feminizmin gerçekte dönüp dolaşıp geleceği yer kullanıcı-erkek bilinci giydirilmiş icatçı-üstün-kadın-fetişizminden başka da bir şey değildir. Başka bir deyişle, proletaryan-sosyalist-feminizm; maddeye dayanan materyalist kadın nesnesinin idealist erkek öznesine giydirilmesi yanılsamasından ibarettir. Tersinden burjuvayan-liberal-feminizm ise; maddeye dayanan idealist kadın nesnesinin materyalist erkek öznesine giydirilmesi yanılsamasından ibarettir. Bu nedenledir ki; bu iki yanılsamalı bakış açısı ancak bir araya geldiği zaman “eş zamanlı bir bütünsellik” oluşturabilmektedir. Özetle; birbirini aştığı varsayılan bütün bu materyalist-feminist ve idealist-feminist yanılsamalar aslında tek bir yanılsamanın farklı farklı görüngüleri biçiminde karşımıza çıkmaktadır.

 

Bu durum psikoemeksel açıdan ele alındığında; her iki feminizm türü de, insanal-cins momentumlarının doğa karşısındaki konumlanışları ve duruşları gereği sürekli olarak birbirine dönüşme eğilimi sergilemekte ve ortaya çıkan devinim ölçeğinde de birbiriyle uzlaşmaz olmayan tezatlıklar üreterek, yine birbirini koşullandırmayı sürdürmektedir. Başka bir deyişle, bu iki feminizm türü de birbirine yapışık kardeşler gibi ancak birlikte varolabilmektedir. Dolayısıyla; yanlış bilince dayalı böylesi bir koşullandırma: özü itibariyle yanılsamalı ve fetişist bir cinsiyetçi-duruş olmaktan öteye de geçememektedir.

 

Ne yazık ki; bazı istisnalar dışında genel olarak ne burjuva-liberal-feministler ne de proletaryan-sosyalist-feministler, erkek-kadın ya da kadın-erkek meselesinin tarihsel çatışkı noktalarını anlamaktan çok uzaktır. Başka bir deyişle, bu meseleyi onca anlatı, söylence ve mitolojik hikaye üzerinden deşerek, eksik ve yalan-yanlış bilgiler yığını içinde boğulmaktansa; belirli bir emekolojik yöntem dahilinde meselenin özüne inerek bir cins-fetişizmi ve cins-hegomonyası eleştirisi yapmak daha mantıklı olacaktır. Keza; böylesi bir eleştirel bakış varolmadığı müddetçe, bütün bu konumlanışları aşan cinsiyetler-üstü bir bilimsel yaklaşımın ortaya konulması da mümkün değildir. Aynı şekilde; tüm bu cinsel seçilere eşit mesafe de duran ve bir seçinin diğer bir seçi üzerindeki üstünlüğünü temel alan her türden “kadıncı” ve “erkekçi” eğilimler karşısında da, cins konumlanışlarını cinsler-üstü bir bakış açısı ile ele alan etik bir yaklaşımın sürekli geliştirilmesi, böylesi bir eleştirel bakış açısının oluşturulabilmesi içinde elzemdir.

 

Emekolojistler dışında; ne burjuva-liberal-feministler ne de proletaryan-sosyalist-feministler, erkeğe ya da kadına atfedilen icatçı ya da kullanıcı “tanrısallaşma” rolünün kökeninde, toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları ile kurulan ilişki biçimlerinin olduğunu açıkca dile getirmemektedir. Keza; çeşitli feminizm türleri tarafından sürekli olarak ataerkil “kullanıcı-erkek-egemenliğine” dayandırılarak açıklanmaya çalışılan kadın emeğinin/cinsinin baskılanması ve sömürülmesi gerçeğinin arka planında, doğrudan doğruya toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları üzerindeki cins-hegemonyası/egemenliği yatmaktadır. Ve yine bu cins-hegemonyası da/egemenliği de; sırf cinslerin öznel-emeksel dünyasından (ideolojik evreninden) değil, o dünyayı meydana getiren organik ya da inorganik nesnel-emeksel-araçlar üzerindeki tahakküm ve mülkiyet ilişkilerinin oranları ölçeğinde meydana gelmekte ve oluşmaktadır.

 

Kadınların erkekler, erkeklerin kadınlar üzerindeki; ve tabi kii her türden cinsel yönelimin/dürtünün başka bir cinsel yönelim/dürtü üzerindeki baskı kurma çabasının toptan ortadan kalkabilmesi için, toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları karşısındaki nesnel eşitsizlik konumlanışlarının iç içe geçerek birbirinde sönümlenmesine bağlı olarak öznel bir eşitlik düzlemi; yani bir anlamıyla cinsiyetsiz-cinsiyet kimlikleri ortaya çıkmaksızın, cinslerarası her türden hegomonik ilişkilerin tümden son bulması da mümkün gözükmemektedir. Toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları karşısında tam bir “eşdeşlik” olmasa da; yaklaşık eşitlikte bir eşitlik düzlemi ortaya çıkmaksızın, cinslerarası cinsel-tahakküm ve baskılandırma girişimlerinin tümden ortadan kalkacağını düşünmekte safça bir ütopizmden başka da bir şey olmayacaktır.

 

Kendinde ya da kendi için tikel belirlenimlilikte tümel toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları karşısındaki erkek ya da kadın cins konumlanışlarının oran ve orantı ilişkilerine bakıldığı zaman; Antik/köleci toplum formasyonunda av emek araçlarının icatçılarının çoğunluğunun erkek olmasından dolayı, bu toplum biçimi zorunlu olarak ataerkil bir yapıya sahipti. Keza; kılıç, kalkan, yay, ok vb. gibi av emek araçlarının (ki bunlar aynı zamanda av emeğinden türetilmiş ölümcül silahlar biçimini de almıştı) "sert" araç biçimler olmalarından kaynaklı, bu araçların kullanımı noktasında kadınlara kıyasla erkekler her daim "fiziksel-güç" açısından bir tık önde oldukları için, toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları karşısındaki bu dağılım zorunlu olarak kadın cinsinin erkek cinsi tarafından zorunlu emek-köleliğini de/cinsel tahakkümü de beraberinde getiriyordu. Lakin; bu her zaman böyle de değildi. Keza; ilkel komünal dönemde erkeklere kıyasla kadınlar "yumuşak" toplayıcı emek vasıtasıyla (ki kadınlar erkeklere kıyasla "narin" ellerini/organik emek araçlarını daha etkin bir şekilde kullanabiliyordu) hem kendileri hem de çocukları için daha fazla artık-ürün toplamak zorunda oldukları için, bu dönemde zorunlu bir anaerkillikte söz konusuydu. Hatta anaerkil ilkel yaşantı içinde bugün pek çok feminist bu gerçeği kabul etmek istemese de, kadınlar da erkeklere “zorla tecavüz” edebiliyordu. Örneğin; anaerkil yapı ve hiyerarşi içindeki genç bir erkeğin kendisinden çok daha avantajlı konumda olan yaşlı bir kadın tarafından zorla cinsel ilişkiye zorlanması, bu toplumsal emek formasyonun da gayet “normal” karşılanan bir durumdu.

 

Kısacası; toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları karşısındaki konumlanışlara göre şekillenen üstün anaerkçi icatçı cins fetişizmi biçimindeki kadın egemenciliği ile üstün ataerkçi kullanıcı cins fetişizmi biçimindeki erkek egemenciliği her daim nesnel ve öznel emek araçları karşısındaki oran orantı ilişkilerine göre şekillenmekte olduğu için; o toplumsal emek formasyonunun icatçılık/yöneticilik oranı yüksek olan cinsi diğer cinse karşı daha fazla tahakküm ilişkileri kurabiliyorken, toplumsal formasyonun kullanıcıları/yönetilenleri ise baskın olan emek türünün icatçılığı oranında daha fazla sömürü ve zorbalık ilişkilerine de maruz kalabiliyordu.

 

Günümüzde ise; nicel de olsa sanayi emeği karşısında her geçen gün daha da güçlenmekte olan teknik/elektronik emek dolayımıyla kadın icatçılığındaki artışa da bağlı olarak, kadın cinsinin erkek cinsi karşısındaki “özgüven artışının” arka planında yatan temel etken, yine emek türlerinin birleşik diyalektik hareketinden bağımız bir olgu da değildir. Teknik/elektronik emek oran orantı ilişkileri açısından baskınlık karakteri kadın icatçılığının/emeğinin ön plana çıktığı bir emek türü olduğu için, erkekleri pek de “kolay günlerin” beklediği söylenemez. Haliyle sallantıda olan ataerkçi kullanıcı erkek fetişizmine son darbeyi vuracak olanlar da devrimci proteleter kadınlardan başkası da olmayacaktır.

 

Kuşkusuz bu süreç (bugünden bakıldığında kimilerine “delice” gelse de); icatçı-cins ve kullanıcı-cins bölümlenmesine dayalı cinsiyetçi-sınıflaşmaların zamanla iç içe geçerek ve birbirinde sönümlenerek cinsiyetler-üstü cinsiyetsizliğe dayalı bir tarihsel ve toplumsal yapının ortaya çıkması için gerekli olan koşulların oluşmasını da hızlandıran bir emek-momentidir. Keza; cinsiyetçiliğin er ya da geç varacağı “son nokta” cinsiyetsiz-cinsiyet kimliklerinin ortaya çıkması olacaktır. Kuşkusuz bu da; ancak bilim emek araçları karşısındaki toplumsal icatçı emeğin tüm toplum nezlinde kolektifleştiği cinsiyetler-üstü bir komünist/sınıfsız evrede tam manasıyla gerçekleşebilecektir.

12 Mayıs 2021 Çarşamba

Kızıl Terör Ortaya Çıkıyor (George Leggett)

 

Kızıl Terör Ortaya Çıkıyor

Çeviren: Deniz Alaz Gürbüz

George Leggett

 

Rusya'da insan hayatı oldukça değersizdir.

Marquis de Custine, 1839’da Rusya, Vol:III, Paris, 1843, s. 81

 

Lenin, Bolşeviklerin teröre başvurmasını haklı göstermek için, "Dünyanın büyük güçlerinin orduları bize saldırdığı zaman, İtilaf devletleri tarafından terörizm bize dayatılmıştır." Diyerek Bolşeviklerin teröre başvurmasını meşrulaştırdı. Aslında, yabancı müdahalesi, 2 Ağustos 1918'de Anglo Amerikan birlikleri tarafından Arkhangelsk’in işgal edilmesi, 3 Ağustos'ta Vladivostok'a Japon çıkarması ve 4 Ağustos'ta Dunsterforce'un Bakü'ye ilerlemesi ile yavaş yavaş başladı. Murmansk'taki daha önceki İngiliz saldırısı Müttefik askeri depoları korumakla sınırlıyken, Çekoslovak Kolordusu ile olan önemli Sovyet çatışması ve bunun sonucunda Troçki'nin Mayıs ortasında alınan kararıyla iç savaş doğrudan kışkırtılmıştı. Sovyet otoritesinin de onayıyla Leh olan Çekleri silahsızlandırmak için sürgün edilmesi kararıyla iç savaşın hızlanması düzenli bir şekilde ilerliyordu. Müttefiklerin müdahalesini meşrulaştıran bir tarihçi şu sonuca varmıştı: ‘Müttefiklerin müdahalesi diğer eleştiriler her ne olursa olsun, teröre ilham verdiği suçlaması, dolaylı olarak bile geçerli değildir - terör, başından beri Bolşevizm'de gizliydi. Bu, iç savaşı körüklemek için kapitalist kuşatma havası yaratarak askeri müdahalenin terörü şiddetlendirmesi ve uzatmasından sorumlu olabileceğini inkar etmek değildir.’ Kızıl Terör, şüphesiz, Lenin'in terörizm doktrininden doğdu, onun amansız iktidar arayışının ayrılmaz bir parçası olarak Ekim'den bu yana vaaz edildi ve uygulandı; Terörün tekil vahşeti iki faktöre atfedilebilir: Birincisi Rusya tarihinde var olan şiddet unsuru ve ikincisi de, kardeşin kardeşe iç savaşa özgü vahşetle karşılık vermesidir. İnsan insanın kurdudur. Spontane de olsa kendiliğinden şiddet patlaması Ekimden sonra Lenin'in terörü kışkırtmasıyla kasıtlı olarak teşvik edilerek 1917'nin iki devrimi ve Mart 1918'e kadar Sol Sosyalist Devrimcilerin ögütleri, dayatma çabalarıyla görece sınırlandırılmıştı. Devrim Mahkemesi'nin göreceli adaleti bu olsa bile. Ancak Sol Sosyalist Devrimcilerin koalisyon hükümetinden çekilmesinden sonra, İç Savaş'ın yükselişiyle ve Lenin'in gıda talebi politikasının kışkırttığı köylü ayaklanmalarının aceleci hareketiyle, Bolşevikler, çözüm olarak giderek artan bir şekilde teröre döndüler. Temmuz ayındaki Sol Sosyalist Devrimciler Ayaklanması ve Savinkov isyanları, henüz ülke çapında olmasa da, terörün şiddetlenmesine yol açtı. Çoğalan Çekistler artık genel baskı şemasındaki rollerini oynamaya başladılar. İzvestia, Temmuz 1918'in sonundan itibaren neredeyse her gün, Çeka'nın illerdeki faaliyetlerine ilişkin, 'karşıdevrimci' eylemlerin bastırılması, uygulanan para cezaları, tutuklamalar ve infazları kaydeden, bültenler bastı. Yıkıcı hareketler kırsal kesimde yaygın hale geldi. Köylüler, işçi müfrezelerinin baskın düzenleyip gıdalara el koymasına karşı

tahıl stoklarını savunmak için ciddi bir öfkeyle savaştı. Ağustos sonunda Livny'de özellikle kanlı bir ayaklanma yaşandı, bu sırada Sosyalist Devrimcilerin önderliğindeki kulakların daha fakir köylüleri katlettiği ve kasabayı ele geçirerek yerel Sovyet yetkililerini ve Çeka başkanını öldürdüğü bildirildi. Lenin'in bu tür ayaklanmaların bastırılmasını kişisel olarak denetleyerek, vilayetlere gönderdiği bir dizi telgrafta acımasızca intikam alınması için çağrıda bulmuştur. Aşağıda Lenin’in bu konudaki tipik işaretlerini görüyoruz: Nizhni Novgorod Bölge Sovyet Yürütme Komitesi Başkanına 9 Ağustos 1918 Tarihli Telgrafı (gubispolkom):

 

Nizhnii'de bir Beyaz Muhafız ayaklanması yükseliyor. Her türlü çabayı göstermeli, bir yönetim üçlüsü oluşturmalı (siz. Markin ve diğerleri), anında kitlesel terörü başlatmalı, askerleri sarhoş eden yüzlerce fahişeyi, eski subayları vb. Vurmalı ve nakletmelisiniz. Bir dakika bile beklemeyin... Olağanüstü Komisyon Başkanı Peters, Nizhnii'de kendi tarafından da güvenilir personel olduğunu söylüyor. Tam kapsamlı kitle aramaları yapmalısınız. Silah bulunduranları infaz etmeli. Menşevikleri ve güvenilmez unsurları toplu bir şekilde sürgüne yollamalısınız.

 

Penza gubispolkom'a 9 Ağustos 1918 tarihli telgraf:

‘Telgrafınız alındı. Kulaklara, rahiplere ve Beyaz Muhafızlara karşı acımasız kitlesel terör uygulamak için güvenilir kişilerden oluşan güçlendirilmiş bir muhafız birliği örgütlemek esastır; güvenilmez unsurlar kasabanın dışındaki bir toplama kampına kapatılmalıdır. Cezalandırma seferini başlatın. Telgrafın sonu. Sovnarkom başkanı Lenin.’

 

Bu telgrafın bağlamı (Sovyet versiyonunda), 5 Ağustos'ta Penza bölegisnde bir kulak isyanının patladığı ve bu sırada Kulakların birçok orta tabakadan ve hatta yoksul köylülerden destek aldığıiçin isyan ancak 8 Ağustos'ta bastırılmıştır. Sert geçen İç Savaş'ta hiçbir bölge verilmedi. Doğu cephesinde Çeka'nın başı olan Latsis, 23 Ağustos 1918 tarihli İzvestia makalesine, "Yazılı bir iç savaş yasası yoktur" başlığını koydu:

‘Hemen hemen her çağda, hemen hemen tüm halklar arasında yerleşik gelenekler yazılı yasalar şeklini aldı. Kapitalist savaşın çeşitli kavramlarla formüle edilmiş yazılı yasaları vardır. Ancak iç savaşta, bu tür gelenek ve yasalara uymanız veya bunlara uyulmasını talep etmeniz halinde gülünç görüneceksiniz. Bu, size karşı savaşan tüm yaralıları katleden iç savaş yasasıdır. Ve öyledir. Pratik budur. Sadece düşmanın aktif güçlerini yok etmek değil, aynı zamanda mevcut düzene karşı kılıcı kaldıran herhangi birinin kılıçla yok olacağını göstermek için de gereklidir. Burjuvazinin çok iyi gözlemlediği iç savaşın anlamı budur. Bu kuralları öğrenmedik. İnsanlarımız yüzlerce ve binlerce vuruldu; Biz infazları tekil olarak, komisyonlarda ve mahkemelerde uzun görüşmelerden sonra icra ediyoruz.’

 

Ancak Bolşevikler, iç savaşın 'yazılmamış yasalarını' yeterince öğrenmişlerdi. Bu resmi olmayan 'Kızıl Terör'ün ilk döneminde bile, Laroslavl'da yaşanan vahşi intikamın kanıtladığı gibi. Laroslavl'daki Savinkov ayaklanması 6 Temmuz'da gerçekleşti. Moskova'daki Sol Sosyalist Devrimciler Ayaklanması ile tesadüfen aynı zamana denk gelen; Savinkov'a ilham veren isyanları hemen Murom ve Rybinsk'te izledi ve hızla sönümlendiler. Ancak Laroslavl, 21 Temmuz'a kadar Bolşevikler tarafından geri alınamadı; Bolşevik güçler, Petrograd ve Rybinsk'ten gönderilen Çeka müfrezelerini de içeriyordu. Gelecekteki Sovyet devlet adamı ve Politbüro üyesi N. A. Bulganin, Nizhnii Novgorod'daki Çeka müfrezesine başkanlık etti ve ardından gelen misillemelerde önemli bir rol oynadı. Yakalanan isyancıların elli yedisi, çoğu subay, olay yerinde vuruldu. Daha sonra özel bir soruşturma komisyonu (Çeka birliği üyesi D. G. Evseev ve Çeka tarafından gönderilen bir Çekist grubunun katıldığı) 350 tutsak isyancıyı daha seçti ve infaz etti. Müttefik müdahalesinin başlamasından önce ve "resmi" Kızıl Terör başlamadan önce işlenen bu katliam, Sovyet basınında, muhtemelen cesaret verici / esrarengiz bir şekilde ilan edildi. Yine de. Çeka şimdiye kadar dikkate değer şekilde ılımlı tutulmuştu. 23 Temmuz-20 Ağustos 1918 dönemindeki bölgesel Çeka faaliyetlerini anlatan basın bildirisinde, Çeka neredeyse kesin bir şekilde, bu dört hafta boyunca İl Çeka komitesi tarafından yalnızca 43 infaz ve Bölge Çeka komitesi tarafından yalnızca 4 infazın gerçekleştirildiğini iddia etti. Öyle olsa bile, Çeka giderek şiddetin zirvesine kapıldı. Dzerzhinsky nadir mektuplarından birinde İsviçre'deki eşine, 29 Ağustos'ta şunları yazdı:

 

‘Burada bir yaşam ve ölüm dansı var - gerçekten kanlı bir savaş, dev bir çaba.’

 

Çeka'nın merkezi bir rol üstlendiği "resmi" terör saltanatı, Uritskii'nin Petrograd'da öldürülmesi ve Lenin'in Moskova'daki yaşamına yönelik girişimle tetiklendi. Her iki olay da 30 Ağustos 1918'de meydana geldi. Sovyet Hükümeti'nin Mart 1918'in ortalarında Moskova'ya taşınmasından bu yana Moisci Solomonovich Uritskii, Petrograd'daki Bolşevik iktidar hiyerarşisinde Zinoviev'den sonra ikinci adam olmuştu. 12 Mart’ta Petrograd Sovyeti'nin genel kurulu, yeni kurulan Kuzey İşçi Komünü'nün Petrograd ve bölgelerini kapsayan bir Halk Komiserleri Konseyi atadı. Bu Konseyde Uritskii İçişleri Komiseri idi. Petrograd Çekasının daha hassas bir şekilde tasarlanmasının yanı sıra Dış İlişkiler için de sorumluluk üstleniyordu. Kuzey Bölgesi Komünü'nün karşı devrim ve spekülatörlerle mücadele için olağanüstü komisyonu gibi. Bu son görevde Uritskii, zulüm konusunda tamamen hak edilmeyen bir ün kazanmıştı. Lenin'in Zinoviev'e Volodarskii'nin öldürülmesi için kesin intikam alma çağrısına rağmen, Uritskii idamlara şiddetle karşı çıkmıştı. Katliam eğilimli Çeka Presidium üyesi meslektaşlarından birine yumuşak yüreklilik nedeniyle değil, infazların nefrete neden olduğu ve dolayısıyla bunu zarar verici nitelikte gördüğü için idamlara karşı çıkmaktaydı. Buna rağmen, 18 Ağustos 1918'de Kuzey Bölgesi Komünleri Sovyeti Komiserler Konseyi, karşıdevrimcilerin suçlu olduğunu ilan eden bir karar yayınladı. Eylemde bulunanlar anında infaz edilebilirdi ve bu tür infazlar yalnızca Çeka'nın kararı ile gerçekleştiriliyordu. Mikhailovskii Topçu Akademisi subayları tarafından oluşturulan bir komplonun keşfi, terör taktikleri konusunda Petrograd’daki Çeka birliği arasında da tartışmalara neden oldu. Birlik toplantısından önce Urilskii, Petrograd Çeka Presidium'un ölüm cezasının uygulanmasının iptali için birliğin çoğunluk kararını geçersiz kılmak için tek bir vetonun yeterli olmasını tasarladı. Birlik, oybirliğiyle Topçu Akademisi subay komplocularının infazı için oy kullandı. Urilskii, önergeye şiddetle karşı çıkarken veto etmeyi göze alamadığından ortak fikre saygı duydu. Birkaç gün sonra, yirmi bir mahkum idam edildi, Uritskii'nin imzası üzerine basında çıkan ceza infaz edildi. 20 İdam arasında Urilskii’nin yakın arkadaşı Vladimir Borisovich Pereltsveig de vardı. Leonid Akimovich Kanegisser intikam sözü verdi. 30 Ağustos günü saat 11: 15'te Uritskii Kuzey Bölgesel Komünü İçişleri Komiserliği'nin (eski Çarlık Dışişleri Bakanlığı Dvortsovyi Meydanı'ndaki binası) salonuna girerken Kanegisser tarafından ölümcül bir şekilde yaralandı ve kısa bir süre sonra öldü. Sonradan suikastçı bir bisikletle kaçtı, ancak takip edildi ve bir dizi çatışmadan sonra köşeye sıkıştırıldı ve 17 Millionnaia Caddesi'ndeki Petrograd İngiliz Kulübü binasında yakalandı. Politeknik öğrencisi ve Mikhailovskii Topçu Akademisi'nin eski öğrencisi olan yirmi iki yaşındaki Kanegisser, Yahudi kökenleri ve burjuva geçmişine sahip hevesli bir şairdi. 1915'ten beri Halkçı Sosyalist Partiye üyeydi. Sorgulama sırasında tamamen kendi inisiyatifiyle hareket ettiğini iddia etti. Bununla birlikte, Sağ SR'ler ve Mikhailovskii Akademisi ile olan ilişkileri nedeniyle, Kanegisser'in ölümüalenen bir SR / Beyaz Muhafızlar komplosuna atfedildi.  Uritskii'nin öldürüldüğünü duyan Lenin, Dzerzhinsky'ye Petrograd'da acil bir soruşturma yapması talimatını verdi, ancak oraya vardığında Dzerzhinsky, Lenin'e yönelik suikast girşimini öğrendi ve aceleyle Moskova'ya geri döndü. Bu suikast Lenin’e karşı ilk girişim değildi. 1 Ocak 1918'de, Petrograd'daki bir toplantıdan ayrılırken Lenin'in arabasına ateş edilmişti. Lenin'in Rusya'ya dönüşü için İsviçre-Almanya müzakerelerini başlatan yoldaşı İsviçreli sosyalist Fritz Platten  bu olayda yaralanmıştı. Bu saldırı, inatçı burjuvaziyi tehdit eden bir Pravda makalesine vesile olmuştu:

 

“Hatırlatmak isteriz: her bir yoldaşımızın ölümüne karşı yüzlerce misliyle onlara karşılık vereceğiz. Halkın liderini yok etmeye çalışırlarsa acımasızca yok edileceklerdir. Bütün işçiler, askerler ve vicdanlı köylüler burjuvazinin uşaklarına karşı yaşasın kızıl terör diye bağıracaklardır.”(Pravda, 3 Ocak 1918)

 

30 Ağustos öğleden sonra Lenin, Moskova'daki Mikhelson fabrikasında halka açık bir toplantı yaptı. Konuşması şu sözlerle sona erdi: ‘Bizimle tek bir yol var: zafer ya da ölüm!’ Saat 19: 30'da oradan ayrılırken genç bir kadının tabanclı saldırısıyla ağır şekilde yaralandı. Kadın tutuklandı, Çeka'ya getirildi ve orada iki veya üç gün üç gece Peters ve diğerleri tarafından sorgulandı. İlk sorgulayıcı, Kursk Birlik üyesi sıfatıyla M.L.Kozlovskii idi. Adalet Komiseri ve N. A. Skrypntk o sırada Çeka Karşı Devrimle Mücadele Dairesi başkanıydı. Ayrıca kadının sorgulamasına katıldı. 27 ya da 28 yaşındaki Fania (Fanny) Kaplan olduğunu, Volynskaia Eyaletinden Yahudi bir aileden geldiğini ve Roidman olan adını Kaplan olarak değiştirdiğini ifade etti. 1906'da bir anarşist terör eylemine katıldığı için Kiev'de bir askeri mahkeme tarafından ömür boyu hapis cezasına çarptırıldığını söyledi. Hapishanede Maria Spiridonova ile tanışmış ve Sosyalist Devrimcilerin görüşünü benimsemişti; şu anda Sağ SR'lere doğru eğildi ve Kurucu Meclisi yeniden bir araya getirme fikrini destekledi, ancak mevcut herhangi bir parti siyasi bağına sahip olduğunu kabul etmiyordu. Lenin'e tamamen kendi inisiyatifiyle ateş etmişti, çünkü Lenin'in ihanet ettiğini düşünüyordu. Devrim ve onun devam eden varoluşunun sosyalizme olan inancı baltaladığı ve gerçek bir devrimin gerçekleşmesini on yıllarca yıl geciktireceğini söylüyordu. Fanny veya Dora'nın sonraki kaderi (Sosyalist Devrimci yazarların ona alışılmış bir şekilde atıfta bulunduğu ismiyle Kaplan), o zamanlar Kremlin'in Komutanı olan Pavel Malkov tarafından canlı bir şekilde tanımlandı. VTslK Başkanlığı üyesi ve sekreteri V. A. Avanesov'un emriyle (ve o zamana kadar muhtemelen Çeka Birliğinin de bir üyesi)  hareket eden Malkov, kısa bir süre sonra Kaplan'ı Letonyalı askerler tarafından korunan Lubianka'dan Kremlin'e transfer etti. Bir veya iki gün sonra Avanesov, Malkov'a Çeka'nın yazılı kararını gösterdi: Kaplan, Malkov'un gözetimi altında vurulacaktı. Sverdlov cezanın o gün infaz edilmesini emretti ve Kaplan'ın cesedinin iz bırakmadan imha edilmesini emretti. Bir kadını öldürme konusundaki isteksizliğine rağmen Malkov, Kaplan'ı bir Kremlin avlusuna götürdü ve . 3 Eylül 1918’de saat 16: 00'da onu orada vurdu.  Ertesi gün İzvestia kısa bir açıklama yaptı:

‘Dün, Çeka'nın kararıyla Lenin yoldaşa ateş eden Sağ SR, Fanny Roid-Kaplan’ın infazı gerçekleştirldi.’ 

 

Maria Spiridonova, onunla hapis yattığı için Kaplan'ın kaderiyle ilgileniyordu; iki kadın, 1910'da Malzev cezaevindeki mahkumların bir grup fotoğrafında yer alıyordu. Maria Spiridonova, Kasım 1918'de hapishaneden Komünist Parti Merkez Komitesi'ne yazdığı açık mektubunda Lenin’i Dora Kaplan'ın hayatını bağışlamadığı için kınadı. Kısa süre sonra yaralı Lenin'i ziyaret eden Komintern Sekreteri olacak Angelica Balabanoff'a göre Nadezhda Krupskaya, Dora Kaplan'ın şahsında bir devrimcinin, devrimci bir hükümet tarafından ölüme mahkum edildiği düşüncesine acı bir şekilde ağladığını söyledi; Lenin’in de, idamdan derinden etkilenmiş göründüğünü söyledi. Troçki'nin aşağıdak iddiası hiç güvenilir değildir:

 

Lenin'in vücuduna iki kurşun sıkan Sosyal Devrimci teröristi veya Uritskii ve Volodarskii'yi öldüren teröristleri idam etmemeliyiz’

 

Uritskii'nin suikastçısı Kanegisser 'in infazı Petrograd Çeka'sı tarafından 23 Ekim 1918'de İzvestia aracılığıyla duyruldu. Uritskii ve Lenin'e karşı terörist eylemler aynı gün işlenmiş olsa da aralarında hiçbir bağlantı yoktu: Uritskii'nin suikastçısı Sosyalist Devrimciydi, Kaplan ise Sol SR bağlantıları ve Anarşist geçmişi olan Sağ SR sempatizanıydı. Bununla birlikte, Sovyet Hükümeti, bu iki eylemi Komünist rejime karşı bir terör komplosunun uyumlu parçaları olarak gördü ya da böyle görünüyordu. Bu ve diğer terörist eylemlerle bağlantılı olduğu suçlamaları daha sonra Haziran-Temmuz 1922'deki Moskova duruşmasında Sağ SR liderlerin önüne gelecekti. Derhal misilleme çağrıları yapıldı. 30 Ağustos akşamı tüm Sovyetlere,

Sağ SR'lere ve `İngiliz ve Fransızların uşaklarına'' karşı suikast girişimlerinde bulunulması ve işçi sınıfının bu tür eylemlere acımasız kitlesel terörle cevap vermesi gerektiği ilan edildi. 2 Eylül'de YTslK benzer terimlerle ifade edilen bir kararı kabul etti; ülke çapında sıkıyönetim uygulandı. Bu arada Komünist basın kan istiyordu. Kızıl Ordu'nun organı Krasnaia gazeta şunları talep etti: ‘Merhamet etmeden, bağışlamadan yüzlerce düşmanımızı öldüreceğiz. Binlercesi kendi kanlarında boğulsunlar. Lenin ve Uritskii'nin kanı için... burjuvazinin olabildiğince fazla kanının akmasını sağlayın.’ 3 Eylül'de Izvestia’da, Peters tarafından Başkan Yardımcısı olarak imzalanan ve işçi sınıfını kitlesel terör uygulayarak 'karşı devrimin tazyiğini ezmeye' çağıran 31 Ağustos tarihli bir Çeka bildirisi yayınladı:

 

‘İşçi sınıfının düşmanları, gerekli izinlere ve kimlik belgelerine sahip olmadan silah taşıdığı için tutuklanan herkesin anında infaz edileceğini hatırlasın: Sovyet otoritesine karşı kışkırtmaya cesaret eden herkes derhal tutuklanacak ve bir toplama kampında hapsedilecektir. Burjuvazinin temsilcileri, işçi sınıfının ağır kırbaç darbelerini hissedecektir. Yağmacı sermayenin tüm temsilcileri, tüm yağmacılar ve spekülatörler zorunlu kamu işçiliğine tabi tutulacak ve mülklerine el konulacak; karşı-devrimci komplolara karışan kişiler, devrimci proletaryanın ağır çekiciyle yok edilecek ve ezilecektir.’

İzvestia'nın aynı sayısı Stalin'den 'burjuvaziye ve onun ajanlarına karşı açık, kitlesel, sistematik terör' çağrısı yapan bir telgraf yayınladı ve 4 Eylül'de İzvestia, İç İşleri Halk Komiseri Petrovskii'nin talimatlarını içeren bir telgraf metnini yayımladı. Sovyet liderlerinin suikastlarına rağmen Finlandiya'da, Ukrayna'da ve Don Kazak ülkesindeki yoldaşların toplu katliamlarından şikayet ederek tüm Sovyetlere seslendi.  Kızıl Ordu'nun gerisinde ortaya çıkarılan komploların devam eden akışına ve bu komploların Sağ SR'ler tarafından açık kabulüne ve diğer karşı-devrimci suç ortaklığına rağmen, uygulamada dikkat çekici derecede az sayıda ciddi baskı ve Beyaz Muhafızlarla, burjuvazinin toplu saldırıları vardı. Sürekli kitlesel terörden söz edilmesine rağmen, böyle bir terörün gerçekten var olmadığını gösteren Petrovskii'nin telgrafı şöyle devam etti:

 

‘Böyle bir durumun kesin bir sonu olmalı. Böyle bir tembellik ve duygusallığın bir sonu olmalı. Yerel Sovyetler tarafından bilinen tüm Sağ SR'ler derhal tutuklanmalıdır. Burjuvazi ve subaylar arasından hatırı sayılır sayıda rehine alınmalıdır. Kitlesel infazlar, bütün direniş girişimlerinde veya en azından Beyaz Muhafızlar arasında kayıtsız şartsız uygulanmalıdır. Yerel il yürütme komiteleri bu konuda özel bir girişimde bulunmalıdır. Yönetim bölümleri, Milisler ve Olağanüstü Komisyonlar aracılığıyla, sahte isimler altında saklanan tüm kişileri tespit etmek, tutuklamak ve Beyaz Muhafız faaliyetlerinde yer alan herkesi tavizsiz bir şekilde vurmak için önlemler almalıdır. Belirtilen tüm önlemler derhal yerine getirilmelidir. İdari bakanlıkların başkanları, herhangi bir yerel Sovyetler tarafından bu konudaki herhangi bir kararsızlık konusunda derhal İçişleri Komiserliği'ne bilgi vermelidir. Kitlesel terörün uygulanmasındaki en ufak bir tereddüt ya da en ufak bir kararsızlık söz konusu olamaz.

 

Bu telgraf, terörün ülke çapında sistematik bir şekilde uygulanması için resmi sinyal görevi gördü. NKDV'nin bugüne kadarki düşük terör olaylarına ilişkin kabulünün yanı sıra, rejimin merkezi hükümet fermanları, idari talimatlar, SR'lere ve burjuvaziye karşı, şiddeti kışkırtan yoğun basın kampanyası yoluyla terörü yoğunlaştırmak için aldığı sert tedbirler, hepsi Peters'ın Kızıl Terör'ün Sovyet liderliğinin değil, geniş işçi kitlelerinin kendiliğinden gelişen derin öfkesinin bir ifadesi olduğu şeklindeki samimiyetsiz iddiasını çürütmek üzere birleşti. Peters, Moskova'dan herhangi bir emir olmadan, Sovyet yürütme komitelerinden, tüm yerel idari aygıtlardan habersiz bir şekilde Kızıl Terörün merkezi direktifler olmadan başladığını söyledi. "Bu kitlesel öfkenin" Çeka'nın organlarını etkilediğine ısrar etti. Peters ayrıca Kızıl Terör'ün gelişigüzel kurbanı olarak vurulanların, tutuklu Beyaz Muhafızlar ve zaten hapishanede tutulan Çarlık infazcıları olduğunu söyledi. Nitekim Moskova'dan gelen öğütlerin doruk noktası Sovnarkom'un 5 Eylül'deki Kızıl Terör Kararnamesi'nin Adalet ve İçişleri Halk Komiserleri Kurskii ve Petrovskii tarafından imzalanan resmi kararıyla doruğa ulaştı.

 

‘Tüm Rusya Olağanüstü Karşı Devrim, Spekülasyon ve Suistimalle Mücadele Komisyonu Başkanı'nın Leh Komisyonu'nun faaliyetleriyle ilgili raporunu dinleyen Halk Komiserleri, söz konusu durumda arka bölgeleri terör yoluyla korumanın kesinlikle gerekli olduğunu tespit eder; Tüm Rusya Olağanüstü Komisyonu'nun faaliyetlerini artırmak ve ona daha sistematik bir yaklaşım aşılamak için, onu mümkün olduğunca çok sayıda sorumlu Parti yoldaşıyla güçlendirmek gerektiğini; Sovyet Cumhuriyeti'nin düşmanlarını toplama kamplarında izole ederek sınıf düşmanlarına karşı korumanın şart olduğunu; Beyaz Muhafızlar organizasyonlarına, komplolarına ve ayaklanmalarına dahil olan tüm kişilerin vurulacağını; ve vurulanların tümünün isimlerini yayınlayarak infaz edilmelerine zemin hazırlaması gerektiğini belirtmektedir.’

 

Bu, Çeka için açık bir öldürme izniydi. Latsis'in sözleriyle: ‘Birçok Partili yoldaşın şiddetle protesto ettiği - infaz hakkı - şimdi yasallaştırıldı. Beyaz teröre karşı hayat bize Kızıl Terör şeklinde cevap vermeye zorladı.’ Latsis'in aklında, elbette, yasaya göre ölüm cezası olmadığı gelmedi. (16 Haziran 1918'de geri getirilmiş, ancak Çeka'nın yetkisinin dışında kalan tamamen adli süreçleri ilgilendirdiği için Çeka'yı neredeyse hiç etkilememişti). Çeka, Lenin’in 21 Şubat 1918 tarihli "Tehlikedeki Sosyalist Anavatan" bildirisi sayesinde daha önceden infaz uygulama hakkını üstlendi. Bununla birlikte, Çeka Birliğinin içindeki  Sol SR muhalefeti nedeniyle, bu tedbirin uygulanması, ceza davalarıyla sınırlı kalmıştır. Sol SR Ayaklanması'ndan sonra, Çeka derhal, Komünist rejimin siyasi düşmanlarını da içerecek şekilde özel infaz uygulamasını genişletti: Çeka'nın kaydedilen ilk siyasi 'kurbanları, 7 Temmuz 1918'de yakalanıp idam edilen ve on üç Sol SR isyancısıydı. Bundan sonra, Temmuz ve Ağustos aylarında, hala infazları gerçekleştirmek için açık bir yetkiye sahip olmayan Çekistlerin, Savinkov'un kışkırttığı siyasi kaynaklı ayaklanmaların kanlı bastırılmasına katıldı. Şimdi, NKVD’nin dairesel telgrafı ve Sovnarkom kararnamesinin hükümleri uyarınca, Çekistler, hükümetin amansız kitlesel terör politikasını, takdir yetkisi ile neredeyse istediği gibi uygulamaya koymaları için alenen yönlendirildi. Çekistlerin elini güçlendirmek için, 17 Eylül'de Dzerzhinsky, Çekistleri kendileri tarafından araştırılan tüm karşı-devrim vakalarını kendi başlarına 'tasfiye' (yani,infaz ederek yok etme) yetkisi veren bir Çeka talimatı yayınladı: bu kuralın bazı istisnaları, özel talimatların konusuydu. Öte yandan Çekistlerin yüklerini hafifletmek için, yalnızca devlete karşı bir tehdit oluşturan olaylara bakılması kararlaştırılmıştı. Bu kategorideki tüm küçük davalar Devrim Mahkemelerine veya Halk Mahkemelerine devredilmeli, vurgunculuk suçlarını içeren davaların tümü Halk Mahkemelerine aktarılması kararlaştırıldı. Petrograd'da, ilk toplu katliamlar Kızıl Terör kararnamesinden önce gelmişti. 3 Eylül'de İzvestia, 500'den fazla rehinenin Petrograd Çekası tarafından vurulduğunu duyurdu. Kızıl Terör'ün ilk altı haftasında Petrograd Çekası tarafından gerçekleştirilen infazlar için resmi olarak kabul edilen rakam 800 idi ancak bu, Kronstadt'taki ada kalesinde tek bir gece boyunca 400 mahkumun vurulduğu bildirilen infazları hesaba katmadı. Kasım 1918'de olduğu gibi, Petrograd'daki kamuoyu şehir ve bölgedeki infazların toplamını 1.300 olarak tahmin ediyordu. Komünist Parti Merkez Komitesi Petrograd Bürosu sekreteri ve Mart 1918'den beri Merkez Komitesi'nin tam üyesi Elena Dmitrievna Stasova, daha da kötü bir kan banyosunu önlediğini iddia etti; 30 Ağustos'ta, Utskii'nin suikastından hemen sonra, Petrograd Parti Komitesi'nin bir toplantısına katıldı ve Zinoviev’in, işçilere, entelijansiyayla kendi tarzlarına göre hesaplaşmaları için tam yetki verilmesi gerektiğini, Petrograd Parti Komitesini sokaklarda linç yasası çıkarması için açık bir öneride bulunduğunu söyledi. Zinoviev, Lenin'in Volodarskii'nin öldürülmesinden sonra Petrograd Parti Komitesi'ne, kitlelerin Volodarskii'nin kitlesel terörle intikamını almak için ‘kitlelerin doğru inisiyatifini engellememek ve aslında onu teşvik etmek için’ yaptığı yazılı tavsiyeyi açıkça aklında tutuyordu. Zinoviev'in önerisini, Stasova, böyle bir ani tepkinin korkunç sonuçlara yol açacağı için reddetti. Aynı gün Stasova, Petrograd Parti Komitesi'nin temsilcisi olarak Petrograd Çeka'nın Başkanlık Divanı'na atandı ve 12 Mart 1919'da Moskova'ya transferine kadar bu yarı zamanlı görevine devam etti. Petrograd Çeka'nın Başkanlık Divanı'nda oturan bir diğer korkunç kadın, Eylül 1918'den Ocak 1919'da Moskova'ya geri çağrılmasına kadar Petrograd Çeka'ya başkanlık eden, Temmuz 1918'den beri Çeka Birliği üyesi olan Varvara Nikolaevna Iakovleva idi. Iakovleva ve Stasova'nın ülkedeki terörü birlikte yönettiği söyleniyordu. Bununla birlikte, G.I.Bokii, Eylül başında Petrograd Çeka'nın başkanıydı ve 6 Eylül 1918 tarihli Petrograd Pravda'da yayınlanan 122 mühim rehinenin listesini imzaladı ve tek bir Sovyet yetkilisinin öldürülmesi halinde onları infaz edilmekle tehdit edildi. Izvestia'ya göre, 5 Eylül'de Moskova'da 19 karşı-devrimci idam edildi, aralarında eski İçişleri Bakanı Khvostov, yardımcısı Beletskii ve eski Adalet Bakanı Shcheglovitov da vardı. Aynı gün 80'den fazla kişi (yukarıda belirtilenler dahil) Moskova hapishanelerinden alındı ve Petrovskii Parkı'nda alenen infaz edildi. 27 Ekim tarihli Çeka Haftalık Bülteni, yukarıda bahsedilen Çarlık yetkilileri de dahil olmak üzere Çeka'nın emriyle vurulan 90 kişinin adını verdi, ancak infaz tarihlerini atladı. 22 Eylül'den 27 Ekim 1918'e kadar yayınlanan bu kısa ömürlü Çeka dergisi, Kızıl Terör'ün neden olduğu kayıpların temsili bir resmini sağladı; Bölgesel, il ve ilçe Çeka sütunlarında bu dönemde her gün gerçekleşen toplu tutuklamaları ve rehinelerin infazlarını her tarafta duyurdu. Burada, 31 Ağustos'ta ‘burjuva kampından’ 41 kişinin infaz edildiğini bildiren Nizbnii Novgorod Bölgesel Çekası'nı görüyoruz: Başlangıcından bu yana bu Çeka'daki öncü isim, başkan yardımcısı N.A Bulganin'di. Kızıl Terör'ü yerel olarak organize etti. Ekaterinburg'dan (Çar ve ailesinin fena halde katledildiği yer) Viatka'ya tahliye edilen Ural Bölgesel Çekası, 23 eski polisin, komplo veya ajitasyona karışan 154 karşı-devrimcinin, 8 monarşistin, 28 Kadet Partisi üyesinin, 10’unun da Menşevikler ve Sağ SR'lerden olmak üzere tutuklandığını bildirdi. 186 subay ve 32 karşı-devrimci 'Sovyet organlarına nüfuz etmişti'; 35 önde gelen karşı-devrimci vurulmuştu.59 Jvanovo-Yoznesensk Eyaleti Çekası, 181 önde gelen burjuvayı ve bazı önde gelen "sosyalist hainleri" rehin olarak tutuklamıştı; Bir dizi infaz gerçekleşti ve Bölge Çekalarından biri 1000 tutuklu için bir toplama kampı inşa etti.  Sebezhsk Çekası 16 kulağı ve Nikolai Romanov’a hizmet eden bir rahibi vurdu. Vologda Çekası, 14 subay, spekülatör vb. Astrakhan Çekası, 4 Sol SR ve 5 Beyaz Muhafız öldürdü; Orlov Çekası, 20 Beyaz Muhafızı öldürdü; Kursk Çekası, Duma'nın eski bir üyesi de dahil olmak üzere 9 kişiyi öldürdü. Böylece çoğu zaman anonim ölüm ilanlarından oluşan sonsuz bir dizi şeklinde devam etti. Batı Bölgesi Çekasının 17 Eylül'de düzenlenen tek toplantısının tutanakları, toplam 80 kişiyi içeren 54 davada varılan kararları kaydetti; Ölüme mahkum edilen 34 kişi arasında eski ordu subayları, eski polis memurları, suçlular, toprak sahipleri, doktorlar ve rahipler vardı. Yukarıdaki katalog, kısa bir süre boyunca Çekanın Haftalık Bülteninde yayınlanan raporların bir derlemesini oluşturmaktadır. Kızıl Terör ayları boyunca, diğer Çeka yayınları ve Sovyet Rusya'nın büyükşehir ve taşra basını, çok sayıda tutuklama ve infaz akışını yansıtan sık sık bildiriler yayınladı. Caydırıcı etki yaratmak için terör misillemelerinin kapsamını duyurmak politik bir tutum olarak uygulanıyordu. Böylece, Tsaritsyn Eyaleti Çekasının Haberi, Ekim 1918'de 103 kişinin infaz edildiğini bildirdi. Moskova ve Petrograd'daki İzvestia'ların bu korkunç nekrolojisinden nasibi yerel basında aldı ve bu haberleri kopyalarak sütünlarına taşıdı, örneğin, Penza Eyaleti Çekasının katkısıyla aşağıdaki tüyler ürpertici parçaya bakalım: ‘Petrograd işçisi yoldaş Egorov’un pusuda öldürülmesi yüzünden Beyazlar 152 can ödedi. Beyazlara karşı gelecekte daha sert önlemler alınacak.’ Böylesi dizginlenmemiş ve orantısız misillemeleri, izole edilmiş ve azınlık temelli bir rejimin bir düşman çemberine çılgınca saldıran çaresiz tepkisi olarak okunabilir. Bu kısmen, mantıksal olarak Lenin'in proletarya diktatörlüğünün burjuvaziye kendi iradesini korku ile dayattığını öne süren sınıf çatışması doktrininden kaynaklanıyordu. Çeka, partinin acımasız Kızıl Terör politikasını uygulama sorumluluğunu üstlendi. Kızıl Terörü parti iradesini boyun eğdirme aracı olarak bilinçli bir şekilde icra etti. Önde gelen bir Çekist olan G.S. Moroz, Çekanın rolünü steril ve bağımsız bir Leninist yorumunu şöyle sundu:

 

‘Olağanüstü Komisyon, Bolşeviklerin boş hayallerinden değil, sınıf savaşının bir sonucu olarak ortaya çıktı. İkincisi, örgütlü bir devlet koşulları altında bir sınıfın diktatörlüğünü doğurduğu ölçüde, bu sınıfın düşmanlarına boyun eğdirmesi ve ezmesi kaçınılmazdır. Öyleydi, öyleydi, öyleydi, öyle olacak. Burjuvazinin diktatörlüğü koşulları altında, devrimci sınıf - proletarya - baskı ve boyun eğdirmeye maruz kalırken, ters durumda, yani ikincisinin diktatörlüğü altında, benzer bir baskı karşı devrimci sınıf  burjuvazi için kaçınılmaz hale gelir. Bu bir kez böyle olduğunda, proletarya diktatörlüğünün işinin bu bölümünü gerçekleştirebilecek organların varlığı zorunluluğu ortaya çıkar. Çekalar tam da bu tür organlardan oluşuyor ve bunların en keskin ve en acımasız iç savaş koşullarındaki yokluğu, yalnızca proletaryanın konumunun zayıflığını gösterir.’

 

Çekist misillemelerin toptan, ayrım gözetmeyen karakteri, hükümet kararnamelerinin ve parti basınının şiddetli kışkırtmalarını yansıtıyordu. Partinin organı Pravda, Kızıl Terör’ü şu sözlerle duyurdu:

 

‘İşçiler, zaman içinde ya biz burjuvaziyi yok edeceğiz ya da onlar bizi yok edecek. Devrimin düşmanlarına kitlesel acımasız bir saldırı için hazırlanın. Kasabalar bu burjuva çürümesinden arındırılmalıdır. Subaylarda olduğu gibi, tüm burjuva unsurlar kayıt altına alınmalı ve devrim davası için tehlikeli olan herkes yok edilmelidir. Bundan böyle işçi sınıfının marşı bir nefret ve intikam marşı olacak.’

 

Lenin'in Petrograd'daki teğmeni Zinoviev, Eylül ayı ortasında yaptığı bir konuşmada soykırımı savunuyor gibiydi:

'Düşmanlarımızın üstesinden gelmek için kendi sosyalist militarizmimize sahip olmalıyız. 100 milyon Sovyet Rusya nüfusunun 90 milyonunu yanımızda taşımalıyız. Geri kalanlara gelince, onlara söyleyecek hiçbir şeyimiz yok. Yok edilmeleri gerekir. Yıllar içinde Lenin, kitlesel terörün sistematik olarak uygulanmasını savunmuş ve hatta (Steinberg'in ironik bir şekilde önerdiği) 'toplumsal imha' kavramını özel olarak onaylamıştı.’

 

Bu nedenle, Çekistlerin, Lenin'in sınıf çatışması doktrinini, eğer proletarya diktatörlüğüne direnirse, düşman sınıfların fiziksel olarak yok edilmesini önerme şeklindeki en uç sonuca götürmeleri şaşırtıcı değildir. Bu fanatik tavrın klasik ifadesini, Doğu Cephesi Çeka Başkanı Latsis tarafından Kasım 1918'de Çeka'nın dergisi Kızıl Terör'de yazmıştı:

 

‘Bireysel kişilere karşı savaşmıyoruz. Sınıf olarak burjuvaziyi yok ediyoruz. Soruşturma sırasında, sanığın Sovyet iktidarına karşı eylemde veya sözde hareket ettiğine dair kanıt aramayın. Sormanız gereken ilk sorular şunlardır: Hangi sınıfa ait? Kökeni nedir? Eğitimi veya mesleği nedir? Ve sanığın kaderini belirlemesi gereken bu sorulardır. Kızıl Terör'ün önemi ve özü burada yatmaktadır.’

 

Dzerzhinsky'nin Latsis'in sınıf düşmanlarının ortadan kaldırılmasına ilişkin görüşlerini paylaşması, (1920 Mayıs ayı başlarında Kharkov'da yapılan bir basın röportajı sırasında) Kızıl Terör'ün 'terör ve tutuklamalar devrimin düşmanları, sınıf ilişkileri veya devrim öncesi rolleri temelinde olmaktadır’ demişti. Latsis ve Dzerzhinsky gibi idealist komünistleri bu şekilde konuşmaya ve hareket etmeye iten, doğuştan gelen bir zulüm değildi.  Daha ziyade, Lenin'in, ezilen proletaryanın zaferinin, onu elde etmek için gerekli olan her yolu haklı çıkardığı acımasız bir sınıf savaşı doktrinine kararlı bir adanmışlıktı. Lenin, sınıf çatışmasını kışkırtmak ve sömürmek için çabuk olmasına rağmen, aralarında Troçki'nin 'askeri uzmanları' gibi vazgeçilmez müttefikler bulunan proleter olmayan sınıfları tamamen yabancılaştırmaya karşı soğukkanlı bir pragmatist olarak kaldı. Bu nedenle, Bolşevik liderliğin kendisi köken olarak neredeyse tamamen proleter değildi. Sonuç olarak Lenin, 1918'in sonlarında veya 1919'un başlarında yazdığı ancak Lenin'in yaşamı boyunca yayınlanmayan 'Büyük soruları açıklamak için küçük bir resim' adlı makalesinde Latsis'i kesin bir şekilde görevlendirdi. Bu makalede Lenin, komünizmin ancak kapitalizmin yarattığı malzemelerden inşa edilebileceğini vurguladı; bu nedenle burjuva düzeninin üyeleri, güvensizliği ve siyasi sorumluluğu reddetmeyi hak ederken, yine de sosyalist inşa çalışmalarına dahil edilmelidir. Lenin, Latsis yoldaşını kişisel olarak "en iyi ve en deneyimli komünistlerden biri" olarak överdi, ancak burjuvazinin tamamen yok edilmesi çağrısını küçümsedi. Yine de, Latsis'in sert kriterleri Çekistlerin uygulamasına geçti: çok gizli bir 'hukuk departmanı talimatı' - belli ki Ukrayna Çekası'nın Latsis'in 1919'da başkanlığını yaptığı dönemde belirlendi:

‘Başkalarının emeğini sömüren bir kişiye veya bir karşı-devrimciye karşı suç kanıtı istemiyoruz; Proletaryanın ve komünizmin bir sınıf düşmanı olarak ona idari tedbirler uygulamak için, onun toplumsal konumunu veya siyasi fizyonomisini belirlemek yeterlidir.’

 

Kharkov Çekası'nın bu temelde hareket ettiği biliniyor; müfettişler, yalnızca müvekkillerinin tam adını, yaşını, sosyal ve ekonomik durumunu ve siyasi yakınlığını ortaya çıkarmakla ilgilenerek, Latsis'in ilkesine göre sorguladılar. Bir mahkumun suçluluğunu tespit etmede bu sınıf ilkesinin Çekist uygulamasının kesin bir örneği Anarşist Alexander Berkman tarafından alıntılandı. 1920'de Nikolaev Çeka'nın Başkanı Burov, kıskanç metresi tarafından karşı devrimci olarak suçlanan genç bir adam için ölüm cezası talep etti. "Ama adam masum olabilir". Diye Çekistlerden itiraz geldi. "Nasıl böyle konuşursun yoldaş?" diye cevapladı Burov. Kanıtlardan bahsediyorsun! Neden, bu adamın amcası rütbeli bir bourzhooialı büyük bankacıydı. Beyazlarla birlikte kaçtı ve bütün ailesi karşı devrimcidir. Bu tür adamlarla yapılacak en iyi şey onları idam etmektir. Belki de 1918'in son dört ayı olarak tanımlanabilen, 'resmi' Kızıl Terör'ün bu ilk aşamasında gerçekleştirilen infazların sayısına ilişkin hiçbir istatistik mevcut değildir. Her durumda, Petrograd Çeka'nın 800 infazı açıkça kabul etmesi (oldukça bir eksik tahmin) sadece kendi bölgesindeki altı haftalık süreci içeriyor. Peters'ın, Kızıl Terör sırasında Sovyet Rusya'da toplam infaz sayısının 600'ü geçmediği iddiasını kategorik olarak çürütmektedir. Daha az güvenilir bir şekilde Peters, katliamın zirvesinde bir gazete röportajında, terörü sadece bir ‘histeri terörü’ olarak görmezden geldi:

 

‘Olan tek şey, aşırı heyecanlı birkaç devrimcinin kafasını kaybetmesi için çok fazla gayret göstermesiydi. Petrograd ile ilgili olarak, Uritskii cinayetinden önce hiç ateş edilmemişti, [sic!] Petrograd ile ilgili olarak, Uritskii cinayetinden önce hiç ateş edilmedi, ancak o zamandan beri çok sayıda ateş edildi ve bazen ateş etme ayrımı gözetmeden yapıldı; Moskova ile ilgili olarak, Lenin'e yönelik suikat girişimine karşı verilen tek yanıt, birkaç eski monarşik Bakanın idam edilmesiydi.’

 

Ekim ortasına kadar Kızıl Terör kayıplarının sayısı, Çeka Haftalık Bülteni ve Sovyet basınının bir örneğindeki kanıtlara göre birkaç bine ulaştı o zaman bu 1918'in son dört ayında gerçekleşen toplam infaz sayısı buna uygun olarak çok daha yüksek olmalıydı. Ekim 1918'in ortalarında Zinoviev, Petrograd'daki Kuzey Komünü Çeka Konferansı'na hitaben Kızıl Terör hakkında şunları söyledi:

Doğru uyguladığımız radikal bir çare, ama bu onun sonu değildir; bu konuda en kritik aşamaya giriyoruz. Herhangi bir baskı gevşemesi söz konusu olamaz.’

 

Kızıl Terörün patlak vermesine karşı ilk halk protestosu, Petrograd'daki diplomatik topluluk tarafından Dışişleri Halk Komiserliği'ne hitaben 5 Eylül tarihli bir notla yapıldı. Notta, çeşitli yabancı hükümetlerin Petrograd, Moskova ve diğer şehirlerde başlatılan terör saltanatına duyduğu derin öfkeyi ifade ediyordu. Bu sadece, Dışişleri Komiseri Çiçerin’den emperyalist güçlerin ve eski Rus rejiminin haksızlıklarını kınayan uzun ve ateşli bir taciz yarattı; kışkırtıcı bir şekilde tiradını bitirdi:

‘Küçük sömürücü gruplar tarafından ezilen ve terörize edilen tüm ülkelerin halk kitleleri, Rusya'da şiddetin yalnızca halk kitlesini özgürleştirmenin kutsal çıkarları için uygulandığını biliyorlar ve bizi anlamalarının ötesinde bizim izimizden gideceklerine de son derece eminiz.’

 

Kızıl Terörün aşırılıkları kaçınılmaz olarak Rusya'nın içinden güçlü bir tepkiye neden oldu; Çeka'ya karşı protesto dalgası farklı biçimler aldı ve birkaç mahalleden geldi. Birincisi, 1918'in ortalarından beri, İl ve Bölge Çekalarının bağlı oldukları Sovyetlere tabi kılınmasını sağlamak için sürdürülen seferberlik vardı; bu savaş, yerel yönetimin idari organlarının koordinasyonundan sorumlu olan Halk İçişleri Komiserliği (NKVD) tarafından yapıldı ve yerel Çeka'nın bağımsızlık iddiasına derinden karşıydı. NKVD'nin Ocak 1919'un sonlarında Çeka Bölgesi'nin kaldırılmasıyla görünüşte bir başarı elde ettiği bu bakanlıklar arası çatışmada, Dzerzhinsky'nin 1919 Mart ayı ortalarında Çeka Başkanılığına ek olarak İçişleri Halk Komiseri olarak atanması üzerine Çeka'nın nihai zaferiyle sona erecekti. Çeka ile Adalet Halk Komiserliği arasında ikinci bir paralel mücadele gelişti; ikincisi, Çeka'nın özel bir şekilde adaleti dağıtma ve böylece Devrim Mahkemelerini atlatma hakkına şiddetle karşı çıktı. Adalet Halk Komiseri Kurskii ve Yüksek Mahkeme Başsavcısı Krylenko, Çeka'nın kararlı düşmanlarıydı ve VTslK'ye, Çeka'nın gözaltı ve cezalandırma yetkilerini kısıtlaması için baskı yaptı; nihayetinde, 17 Şubat 1919 tarihli VTslK kararı uyarınca, hapis cezası verme işlevi yeniden düzenlenen Devrim Mahkemeleri ile sınırlıydı, ancak Çeka hala sıkıyönetim altındaki alanlarda özel adaleti düzenleme ve insanları toplama kamplarına gönderme yetkisini kullanıyordu. Üçüncü bir sorun, Çeka'nın burjuvazi üyelerini ve meslek sınıflarını rehine olarak toptan ekonominin ve hükümet idaresinin verimli işleyişi için vazgeçilmez olan birçok 'uzman' dahil hapsetmesiyle ortaya çıktı. Bu savaş alanında Çeka, kilit personelin serbest bırakılmasını talep eden öfkeli Halk Komiserleriyle karşı karşıya kaldı ve çoğuna karşı herhangi bir özel suçlama getirilmedi. Çeka ile eyalet bakanlıkları arasındaki bu üç çatışma bir sonraki bölümde daha ayrıntılı olarak incelenecek. Burada, nüfuzlu parti eleştirmenleri tarafından Çeka'ya karşı açılan bir savaşın dördüncü çatışmasına değineceğiz. Birçok komünistte, Kızıl Terör'ün acımasız ve keyfi karakterine şiddetli bir öfke duydu. Birçoğu Çekistlerin kötü muamelelerini haksız ve sadistçe olarak tanımladı. Çeka'ya yönelik bir eleştiri dalgası, yargı dışı otoritesinin feshedilmesini ve yerine açık mahkemede uygun hukuk sürecini talep etme noktasında parti toplantılarında ve resmi Komünist basında kendini gösterdi. Çeka’ya karşı böylesine şiddetli bir düşmanlığın ve hatta bu zulmün partinin kendisinden kaynaklanması gerçeği, Çekist Moroz bu durumu, Çeka’nın en zorlu dönemini oluşturmasından dolayı yakındı. Latsis'in ifadesiyle:

 

'Parti üyelerinin hatta bazıları bize karşı kampanya yürüttüğü, çoğunluğunun Çeka hakkında yanlış düşüncelere sahip olduğu bir dönemdi'.

 

Çeka'nın daha ısrarcı eleştirmenlerinden biri, deneyimli Bolşevik gazeteci ve Pravda'nın yazı işleri ekibinin bir üyesi olan M. S. Olminskii idi. 8 Ekim'de Pravda'da yazdığı yazıda, Çeka'ın Sovyet topraklarında gerçekleştirdiği sayısız tutuklama ve infazdan bahsetti, Çeka personelini sorumlu olması gerekli olan kısıtlamalardan yoksun olmakla suçladı. Çeka'nın kendisini Parti ve Sovyetlerin üzerinde tuttuğunu öne süren Çeka Haftalık Bülteni No. 2'den pasajlar aktardı. Peters, 22 Eylül'de İzvestia'da, önde gelen personeli rüşvet, yanlış tanıklık ve diğer suistimallerle suçlanan Çeka'nın itibarına yönelik iftira kampanyasından şikayet etmişti; şimdi, 17 Ekim'de yayınlanan bir İzvestia röportajında Peters, Çeka'ya Çekist görünümlü suçlular tarafından kötü bir isim verildiğini açıkladı; Riazan'da son zamanlarda infaz edilen iki haydutun durumunun ne kadar kötü olduğunu söyledi. Suçluların zaman zaman Çeka'da hizmet ederken bulunduğunu kabul etti, ancak bu, ahlaki ve ekonomik kriz döneminde kaçınılmaz olan geçici bir fenomendi; Çeka faaliyetinin geniş kapsamı dikkate alındığında, bu tür nadir istismar vakaları sadece önemsiz şeylerdi. Peters şunları söyledi: 'Çeka, aldığı enerjik ve sert önlemlere ilişkin tüm bu gürültü ve patırtıyı hak etmiyor.’ Bir hafta sonra İzvestia'da yayınlanan bir başka uzun makalede Peters, Olağanüstü Komisyonları Parti ile özdeşleştirme çabasındaydı:

 

'Çeka ve Çekistler, acımasız proletarya diktatörlüğünün, Rus Komünist Partisi diktatörlüğünün organları olmalıdır. Yanlış uygulamalar varsa bu şu demektir Çeka, organizasyonlarının zayıf ve gerekli kaynaklardan yoksun olduğu için kötü çalışıyor demektir. Merkezden takviye edilmeleri gerekiyor ve Olminskii gibi hızlı insanlar Çeka için en iyi personeli talep ettiğimizi düşünmüyorlar. Sovyet iktidarı için ölüm kalım meseleleri şu anda kararlaştırılıyor.’

 

29 Ekim'de İzvestia'da yayınlanan başka bir röportajda Peters, davaları Devrim Mahkemesi'ne sunulan birkaç Çekistin suçlarını sorguladı. Çeka'nın yasadışı eylemlerde tespit edilen herhangi bir personelini çok ağır bir şekilde cezalandırdığına işaret etti; çoğu haklı olarak vurulmuştu. Ne yazık ki, Çekistler gibi davranan şantajcılar, tutuklanan kişilerin ailelerinden sahte iddialarla zorla para aldılar; Peters, "Olağanüstü Komisyon'un tam adı, burjuvazi için o kadar korkunç ki, bu alçaklardan tutuklama emirlerini istemeyi unutuyorlar” dedi. Peters, Chekists tarafından işlenen yanlış söylentiler ve abartılar hakkında şikayette bulunduktan sonra, "Yine de, söylentilerin sahip olabileceği kadar önemli ve çok sayıda olmasa da, suistimaller yaşadığımızı gizlemek istemiyoruz" dedi. Peters, terörün gevşemesine karşıydı:  

 

“Kesinlikle zorunlu olmadıkça kanlı terörün taraftarı değilim, ama burjuvaziye karşı onu silahsızlandırmak amacıyla sistematik, planlı ve kesintisiz savaşın gerekliliğini kesinlikle ve kesinlikle destekliyorum.”

 

Lenin, hayatına yönelik girişimden önce de terörün başlıca savunucusuydu, bundan sonraki tutumunda da tutarlı kaldı. Yaralandıktan sonraki on gün içinde Troçki'ye şu işareti verdi: 'Teşekkür ederim; iyileşme muhteşem gidiyor. Kazan Çekistlerinin, Beyaz Muhafızların ve aynı şekilde onları destekleyen kan emici kulakların bastırılmasında da acımasızlık modeli olacağına inanıyorum.' Lenin, yargılandıkları dönemde de Çekistleri sıkıca destekledi. Bolşevik Devrimi'nin birinci yıldönümünde bir Chekist toplantısına hitaben yaptığı konuşmada teselli ve cesaret verici sözler söyledi:

‘Sadece düşmanlarımızın değil, sık sık dostlarımızın da saldırdığı Çeka’nın faaliyetlerine sahip çıkmamızın zor bir görev olduğunu duymamız hiç de şaşırtıcı değidir. Ülkenin yönetimini üstlendiğimizde doğal olarak birçok hata yapmaya başladık ve elbette en çok Olağanüstü Komisyonların hataları dikkat çekiyor. Dar görüşlü entelijansiya, meselenin özünü daha derinlemesine araştırmak istemeyerek bu hataları yapıyor. Çeka'nın hatalarıyla ilgili bu feryatlarda beni şaşırtan şey, sorunu daha geniş bir perspektife koyamamaktır. Çekistlerin yaptığı bireysel hatalarını seçiyorlar, hıçkırıyorlar ve üzerlerine kafa yoruyorlar. Çeka’nın faaliyetini düşündüğümde ve ona gelen eleştirileri  karşıma koyduğumda, bunların küçük önemsiz şeyler olduğuna dikkat ediyorum. Bizim için önemli olan, Çekistlerin proletarya diktatörlüğünü uyguluyor olması ve bu bakımdan rollerinin paha biçilemez olmasıdır. Sömürücüleri şiddetle ezmek dışında kitleleri özgürleştirmenin başka yolu yoktur. Çekistlerin önemi budur ve bu onların proletaryaya hizmetini içerir.’

 

25 Aralık 1918'de Pravda'daki saldırıya dönen Olminskii Sovyet ve hatta parti yetkililerinin şiddetli ve ahlaksız davranışlarından korkan köylerin ve ücra kasabaların nüfusunu rahatsız eden korkuyu bildirdi. Küçük Kakarev kasabasının Çeka'sına işaret ederek : ‘Olağanüstü Komisyon kendisini tüm kontrollerden bağımsız tutumaya çalışıyor. Cezaevi avlularında infazlar oldu. Mahkumların gözünde eski bir polis memuru şimdi bir Komünist-özel dedektif sıfatıyla çalışıyor.’

Bazı yerlerde Çeka'nın ahlaksız terör uygulaması disiplin cezasına neden oldu: örneğin Nizhnii Novgorod'da Çeka şefi Lakov Vorobev, N.A Bulganin ve yardımcıları da dahil olmak üzere Ocak 1919'da istifa etmek zorunda kaldılar. ancak halihazırda Parti Merkez Komitesi'nin emriyle görevlerinde kaldılar. Çekist Moroz, Pravda'da 1918'de Çekistlerin gereksiz ve hatta devrimimiz için zararlı bir şey olarak görülmeye başladığını yazdı. Meseleler o kadar ileri gitti ki, Çekistler "soruşturmacılar" ve "okrana" olarak adlandırıldılar. Çekistler kendilerini "işkence odacıları", "Bastilles" vb. olarak tanımlıyorlardı. Dzerzhinsky, 19 Aralık'ta, Parti Merkez Komitesine, Çeka’ya karşı düzenlenen kötü niyetli basın kampanyasının boş şikayetlerden oluştuğunu söyledi. Merkez Komitesi, 'çalışmaları özellikle zor koşullarda yürütülen' Çekanın başına gelen, parti ve Sovyet basınının Sovyet kurumlarına yönelik bu tür kötü niyetli eleştirileri basmaması gerektiği yönünde bir karar aldı. Ancak basının saldırıları hız kesmeden devam etti. Krylenko, daha sonra Çekistlerin kullandığı sınırsız yetkileri eleştirirken, şu yorumu yaptı: '1918'in ikinci yarısı, Kızıl Terör'ün doruk noktasına ulaştığı bir dönemdi ve bu nedenle, bu istisnai güçler göz önüne alındığında, bunların çalışmalarının tamamen anlaşılabilir olduğu anlaşılabilir. Komisyonlar [Çekalar] bir dizi aşırılık ve anormallik meydana getirmiş olmalıydı ki bu da bu da haklı bir tepkiyi tetikleyemeyecek ama kışkırtacaktı.'