25 Ekim 2012 Perşembe

Dinin ortaya çıkışı, Sınıflı toplumlarda din ve bir ritüel olarak kurban


 Beyin fırtınası yapalım biraz hep burjuvazi yapacak değil ya biraz da biz yapalım. İnsan olgusunu ele alalım, düşünelim ve soralım kendimize “biz nasıl bir canlıyız?” diye. Her olguda olduğu gibi resmi genel hatlarıyla algılamak için genellemeler yapalım(bu demek değildir ki insanlar arasında farklar olmadığını kabul ediyoruz) ve soralım insan neye ihtiyaç duyar diye? Aklımıza gelen şeyleri sıralayalım:

“Yemek yemeye,barınma ihtiyacına,sosyalleşmeye, güvenlik gereksinimine, çevresindekiler tarafından saygınlık duyulmasına, yaratıcılık ihtiyacını karşılamasına(kültürel alan ve benzeri konular vs.), tartışılabilecek bir konu olsa da son olarak sahip olduğu şeyleri kaybetmeyeceğine dair rekabetten uzak garanti düşüncesi(örnek:ne olursa olsun hep bir evi olacağı düşüncesi ve bunun yaşadığı dönemdeki üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki ilişki ile garanti altına alınması.)”

Genel olarak çizdiğimiz insan ihtiyaçlarından biri eksik olunca insanın yaşamı o eksik olan nesnenin gerekliliğine göre insanın hayat kalitesinde düşmeye ve o nesnede açlığa (yoksunluğa) neden oluyor. Eğer insan bu yoksunluğu gidermek için bir şey yapmasaydı şu anda hayatta olmazdı. İnsan eğer hayatta kalıyorsa yaşamak için kendine bir neden, bir umut veya bir amaç belirlemiş olması lazımdır yoksa umutsuzluğun sonu intihardır. İnsan hayatta kalma ve yaşam mücadelesinde yenilmemek için maddi dünyadaki yetersizliklerini yok etmek için din olgusunu ortaya atıyor. Din olgusu aslında ilk çıktığı zamanlarda tam bir hayal gücünün ve yaratıcılığın ürünüdür. İnsanın hayatta kalmak için zekasını da kullanıp yaptığı soyutlama becerisinin ürünüdür ve soyutlama becerisi gelişmiş bir zeka gerektirir. Ne kadar gelişmiş zeka da gerektirse din olgusunun çıkışı, bir mahrumiyetin, bir çaresizliğin,bir eksikliğin ürünüdür ve insanın aslında doğa üzerindeki güçsüzlüğünü yenmek için ürettiği basit bir silahtan başka bir şey değildir. Dinin tarihsel ilerlemesine bakarsak şu alıntılar bu konuyu açıklamaya yetecektir.

“Toplumsal bilincin bu biçimi, yani din, insan toplumunun bu kadar uzun süren tarihinin hangi aşamasında doğdu? Az da olsa iyi niyetli, dinerkçiliğin(klerikalizm) tutsağı olmayan bütün bilim adamları, dini, insanın gelişiminin ancak belli bir aşamasında ortaya çıkmış tarihsel bir olay olarak görüyorlar.”(Emek, Din ve insan,evrensel basım yayın,sayfa:17)

“ Neanderthal insanın soyutlama yeteneği gözle görülür şekilde yükselmişti. Soyutlama, insana, içinde yaşadığı dünyayı kavraması yönünde çok büyük olanaklar sağlarken, bir yandan da gerçeklikten kopuşun, içinde yaşanılan dünyayla bağların usdışı yollarla açıklanmasının koşulunu yaratıyor. Bu da her şeyden önce doğaüstüne inancın, yani dinin ortaya çıkışı için temel işlevi görmüş oluyor. O çağın toplumsal yaşam koşulları da, doğaüstüne inancın doğuşuna önemli ölçüde yardımcı oldu. Paleolitik çağda yaşam son derece zordu. İnsan, tam anlamıyla, her adımda ölüm tehlikesiyle burun burunaydı.V.I. Lenin, ilkel insanın “yaşamanın, doğayla mücadelenin yarattığı zorluğun baskısı altında” olduğunu söyler ( V.I. Lenin, Top. Y., c.5, s.103). İlkel insan, bu ağır mücadelede çoğu zaman yenilgiye uğramıştır. Soyutlama yeteneğinin artmasıyla da, uğradığı başarısızlıkların nedenlerini aramaya başlar. İmdada, insan için önemli olan çeşitli doğa olaylarının düşsel yorumuna olanak veren düş gücü yetişir. Buradan da, F. Engels’in dediği gibi, “insanların gündelik yaşamları içinde onlara egemen olan dış güçlerin kafalardaki düşsel yansıması, içinde dünyasal güçlerin dünya dışı bir biçim aldığı yansıma olan” din doğar.(K.Marx-F.Engels, Top. Y., c.20, s.328)”.(a.g.e,sayfa:18)

Bu alıntılar ilk dinin nasıl çıktığını ortaya açıklıyor. Sınıflı toplumlarda ise din egemen sınıfın hizmetine giriyor ve politik bir nitelik kazanıyor. Devlet iktidarının merkezileşmesinden sonra başlangıçta belirli bir etnik unsurun dışına çıkamayan din, zaman içinde politik ve kültürel ilişkilerle yayılıyor. Bu yaygınlaşma ile bazı dinler tarih sahnesinden silinirken bazıları halen günümüze kadar gelmeyi başarıyor. Ama artık din insanların doğa karşısındaki yenilgileri için bir güvenli liman olma özelliğini kaybetmiş ve egemen sınıflar karşısında ezilen sınıfların kendilerini güvende hissetmek için sığındıkları bir liman haline gelmiştir. Sınıflı toplumda din biçim değiştirmiş ve doğadaki çaresizliğin aciz çözümü yerine sınıfsal çaresizliğin aciz çözümüne dönüşmüştür. Dinler arası çatışmalar olsa da çoğu dinin ortak yanı olduğu kuşku götürmez(farkları olmadığı gibi bir mana buradan çıkmaz) (örnek:tek tanrı düşüncesi, cennet, cehennem, şeytan, kurban, oruç vs.). 

Dinler birbirlerinden farklı olsalar da halkları boğmak için aynı enstürmanları kullanırlar. Amaç aynıdır egemen sınıfa itaat. Kurban konusunun amacı egemen sınıfa itaat için yapılmış ritüelden başka bir şey değildir.(en kaba biçimi ile burada anlatılmıştır.) İnsanın yoksunluğunu  kullanmanın ve egemen sınıfa boyun eğdirme projesinin bir parçasıdır. Bu yüzden bazı burjuva ateistlerinin dediği gibi kurban ne vahşetin nedenidir ne de insanlığın câni hali. Kurban, insanın yaşamakta olduğu yoksunluğun, vahşetin ve caniliğin bir yansımasıdır. Caniliğin ve vahşetin nedeni kurban değildir. Kurban kesmenin amacı cennete gitmek için cennetin biletinden başka bir şey değildir.(sırf bu yetmez tabi bir sürü bilete ihtiyaç var “cennete gitmek” için) İnsanların sahip olamadıkları temel ihtiyaçlara öbür dünyada sahip olmak için yaptıkları bir ritüeldir. 

Bu yüzden maddi dünyadaki yetersizliğin, açlığın, vahşetin,sefaletin bir yansımasıdır. Sonuç olarak insanları ne kurban kestiği için kesene vahşi diyerek ne de bu umut dünyasına gözlerimizi kapayarak çare buluruz. Ne zaman insan maddi gereksinimlerini karşılayacak bir aşamaya gelirse o zaman insanların bütün dinlere ihtiyacı kalmayacak ve dinler ritüelleriyle birlikte sönüp gidecek. Dinlerin yok olması için dine olan gereksinimin olmadığı, insanın maddi dünyada kendi ürettiği bir şeye tapmaya gerek duymadığı bir topluma, ancak insanın temel(ekonomik ve kültürel) maddi ihtiyaçlarının karşılanmış olması gerekir. Bunun olabileceği tek toplum sınıfsız bir toplumdur. O zamana kadar vahşi hayatımızı, kültürümüze,edebi eserlerimize,müziğimize ve diğer üstyapısal kurumlara yansıtmaya devam edeceğiz ve altyapısal sorunları değiştirmeden bu olguları değiştiremeyeceğiz.

12 Ekim 2012 Cuma

Burjuvazinin küreselleşme ile olan iç hesaplaşmasının analizi(Huntington ve Barber)



Huntington'a göre, artık dünyada ideolojik ve ekonomik mücadele esas olmayacak. Mücadelenin temelini kültürel farklar oluşturacak. Global boyuttaki mücadele farklı medeniyetlere mensup milletler ve gruplar arasında yaşanacak.

Fransız ihtilali ile birlikte milletler arası bir mücadele söz konusuydu. Bu durum I. Dünya Savaşı sonuna kadar devam etti ve Rus ihtilali sonrasında ise ideolojik mücadeleler başladı. II. Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş yıllarında da bu tür bir mücadele hakimdi. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, Batılı olmayan medeniyetler arası ilişkiler uluslararası siyasette önem kazanıyor ve Batılı olmayan medeniyetler de Batı'ya katılıyorlar. Artık ülkeleri ekonomik gelişme seviyelerine göre değil, kültür ve medeniyetlerine göre gruplara ayırmak daha anlamlı oluyor.

Medeniyetler kültürel varlıklardır ve farklı bölgelerde farklı kültürlere rastlanır. Aynı ülkenin farklı bölgelerindeki farklı kültürel özellik gösteren yerleri başka ülkelerden ayıran ortak bir kültürleri de vardır. Medeniyet insanların kendilerini başkalarından ayıran en yüksek kültürel gruplaşma seviyesini gösterir. İnsanın kendisini tarif ettiği en geniş kimlik seviyesidir.
( Romalı, İtalyan, Katolik, Avrupalı.. gibi)
Medeniyetler, bazı alt grupları kapsayabildikleri gibi Japon medeniyeti gibi tek bir milli devletten de oluşabilirler. Medeniyetler dinamiktir. Gelişirler ve yok olurlar.

Dünyada bazı medeniyetler öne çıkacak : Batı, Konfüçyus,Japon,İslam,Hint,Slav-Ortodoks,Latin Amerika ve Afrika. Gelecekteki mücadeleler de bu medeniyetlerin birbirinden ayrıştığı bölgelerde meydana gelecek.

Kimlikler dini ve etnik terimlerle tanımlandıkça ortaya 'biz' ve 'onlar' ilişkisi çıkıyor. Kültür ve din farklılıkları siyasi sorunları da etkiliyor. İdeolojik ittifaklar zayıfladıkça, ortak din ve medeniyete sarılmak öne çıkıyor. Medeniyetler çatışması, farklı medeniyetler arası fay kırıkları boyunca çevre gruplar arasında mikro seviyede ve farklı medeniyetlerden devletler arasında da göreceli bir askeri ve ekonomik üstünlük mücadelesi olarak makro seviyede kendini göstermektedir.

Gelecekte, dünya siyasetinde Batı ve Diğerlerinin arasında Batılı güç ve değerlere karşı verilen mücadele egemen olacaktır. Bazı ülkeler de  Batı'nın değer ve kurumlarını muhafaza ederken, Batılı olmayan ülkelerle de işbirliği içinde olarak ekonomik ve askeri açıdan güç dengelemesine çalışacaklardır.
Batılı olmayan medeniyetler Batılılaşmadan modernleşmeye çalıştıkları için Japonya dışında tam olarak başarılı olamamışlardır. Ekonomik ve askeri güçleri Batı'ya oranla artmış ancak değer ve çıkarları Batı'dan uzaklaşmıştır.
Gelecekte bütün dünyayı kapsayacak bir medeniyet söz konusu olmayacak, ama birbiri ile birlikte yaşamayı öğrenmek zorunda kalacak farklı medeniyetler olacaktır.

Barber ise makalesine çok ilginç bir şekilde başlıyor. Fukuyama'nın meşhur “tarihin sonu” isimli tezine karşılık “ tarih bitmiş değil.” ile giriş yapıyor. Artık iki ucun çatışması olduğundan bahsediyor. Biri nefret duygusuyla hareket eden  ilkel dünyaya geriye götürme hevesinde olan Cihad. İkincisi ise dünyayı tekeller arasında bölüşümün ve tüketim kültürünü pompalayan Mcworld. Mcworld’ün dünyayı homojen eğlence,enformasyon, iletişim araçlarıyla ele geçiren, insanları hızlı müzik, hızlı bilgisayar, hazır yiyeceklerle hipnotize eden bir oluşum olduğunu söylüyor. Radikal islami cihad’ı destekleyenler aynı zamanda Mcworld’ün ürünlerinden de faydalanabiliyorlar diyor. Örnek olarak İran’daki molla yönetimini destekleyenler evde uydudan star tv’yi açıp Simpsonslar gibi küresel kültürel programları ve dizileri izleyebiliyorlar. Cihad ve Mcworld’un ortak yanı ise yazara göre: “hukukun ve demokrasinin rehberliğinde olmayan anarşi” diye bir tanımlama getiriyor. Bu iki unsur hayatta kalmak için birbirlerinin zıddını yaratıyorlar ve yaşamak için birbirlerine gereksinim duyuyorlar. Gerçek refahın demokraside olduğunu söyleyip şu sözlerle şikayetini her iki sisteme karşı dile getirmiştir:

“Ne Cihad ne de McWorld, güttükleri ulussuzlaştırma uygulamalarıyla zarar gören yurttaşlık erdemlerini yeniden sağlama arzusundadır; ne küresel pazarlar ne de kan bağına dayalı topluluklar kamu yararına hizmet etmekte, ya da eşitlik ve adalet gözetmektedir.”(1)

“Cihad kanlı bir kimlik politikası uygularken,McWorld kansız bir kar ekonomisi uygulamaktadır. Mc-World’e hükmen ait olan herkes bir tüketicidir; kimlik için bir sığınak
arayışında olan herkes belli bir kabileye mensuptur. Ama kimse yurttaş değildir. Yurttaşlar olmadan demokrasi nasıl olabilir?” (2)

Sorunun alternatif sorunu olduğunu belirtip insanlığın yararına olmayan Cihad ve Mcworld yerine alternatif bir sistem sunulması gerektiğini belirtip yazısına son veriyor.
Karşılaştırma konusuna gelirsek ,Huntington, Küreselleşmeci tekellerin yararına akademik kariyerine devam etmiş ve onlara hizmet ederek hayatını kaybetmiştir. Küreselleşmenin, “dini baskılamak yerine dini güçlendirmesi” gün gibi açıklığa kavuşmuştur. O yüzden Huntington’un bahsettiği “Medeniyetler Çatışması” farklı güçlerin birbiriyle çatışmasından öte, aynı amaca hizmet için dünyanın değiştirilmesinin teorik altyapısını oluşturmaktır.

Barber ise tarihte tutucu bir röle soyunmuş ve statükocu davranarak ulus devletin devamı için onu korumak ve hatta kurtarmak için bu makalesini kaleme almıştır.İkisi arasında karşılaştırma bu eksenden yapıldığı zaman bir anlam içerir.

Bugünkü yaşamımız bir pratiktir ve eğer bir sistem varlığını devam ettirmek istiyorsa pratikle bilgi arasında sonsuz devinimler yapmak zorundadır. Küreselleşmenin ideologu Huntington. Küreselleşmeyi muzaffer kılmak için “Medeniyetler çatışmasını” yazarken Barber ise ulus devleti haklı çıkarmak için “Jihad and Mcworld” ü yazmıştır. Kendi görüşüme gelecek olursak çözüm ne ulus devleti korumakta  ne de küreselleşmeyi desteklemektedir.

Eğer Barber bir alternatif arıyorsa onu ulus devlette ya da demokraside değil onu proletarya diktatörlüğünde aramalıdır çünkü işçiler ve tüm ezilenler için demokrasi açlıktan ölme özgürlüğünden başka bir şey olmamış, ulus devlet ise milliyetçilikle ezilenleri birbirine düşman etmiştir. Ulus devletin bir ileri aşaması küreselleşme ise ulus devletten ortaya  çıkmış ve gözü dönmüş sermayenin güncel taleplerine ancak küreselleşme karşılık verecek konuma gelmiştir.
Cihad’da Mcworld’de aynı yapıtaşlarını içinde taşıyan aynı amaca hizmet eden ideolojilerdir. Bunlar birbirine zıt değil birbirlerinin tamamlayıcılarıdır. İşçilerin ekonomik hayatlarına olumsuz yansıyacakları kesindir ama unutulmamalıdır ulus devlette feodal döneme göre işçilerin hayatında olumsuz olaylara neden olmuştur. Feodal dönemde toprakbeyi serf’e kendi geçimi için bir ev bir tarla verirken ulus devletin modern işçisi asırlar boyu çalışıp ancak kendine bir ev alabilmektedir ya da alamamaktadır.

Yalnız bu ekonomik hayattaki kötüleşme gerici değil ilericidir. Ezilen sınıflar mülklerini kaybedince sömürücü sınıflara karşı boğun eğmelerinde azalma olmakta ve kendi kurtuluşları için mücadele bilinçlerinde artış olmaktadır. Ulus devlet çağında Marksizmin yükselişi bir tesadüf değildir. Bugün hala işçilerin mutsuzluğu bir tesadüf değildir. Kapitalizmin ideologlarının orta sınıfın refah seviyesi yükseltelim demeleri orta sınıfları düşündüklerinden değil, toplumsal isyanlara karşı bir koruma tedbiri olarak bu fikri sunmaları bir tesadüf değildir. Barber’in ulus devleti desteklemesi demokrasiye olan inancından değil işçi sınıfının ilerideki mücadelesinden korkmasının bir yansıması olarak düşünülmelidir. Wall Street eylemleri sermayeyi korkutmaya tek başına yetecek veriler vermektedir. Huntingon’un aşırı kar hırsları gizlenmiş teorisi yukarıda belirtiğim nedenlerden dolayı Barber’e göre daha ilericidir. Tıpkı Lenin’in dediği gibi:

“Emperyalizm, bizim kapitalizm kadar “can” düşmanımızdır. Bu böyledir.Ne var ki hiçbir Marksist, feodalizmle karşılaştırıldığı zaman kapitalizmin ilerletici olduğunu, tekelcilik öncesi kapitalizmle karşılaştırıldığı zaman emperyalizmin ilerletici olduğunu unutmayacaktır. Bundan çıkacak sonuç, bizim, emperyalizme karşı her savaşımı desteklememizin gerekmediğidir. Gerici sınıfların emperyalizme karşı savaşımını desteklemeyeceğiz. Gerici sınıfların emperyalizme ve kapitalizme karşı başkaldırılarını desteklemeyeceğiz” (3)

Burjuva ideologlarının çarpışması yukarıdaki gibidir. Umarım dünya proletaryası ne Huntington gibi yamyamları ne de Barber gibi modern zamanın Proudhon’unu(bilindiği üzere Proudhon kapitalizmi eleştirirken feodalizmi övmüştü) destekler. Çözüm, burjuvazinin iç savaşında, burjuvazinin iki ucundan birinin taraftarı olmak değil,çözüm, proletaryanın çıkarları tarafında tavır takınmakla olabilir. Ya Huntington ve Barber’ın tarafı olduğu burjuvaların (barbarların) çıkarları ya da proletaryanın sınıf çıkarları Rosa Luxemburg’un dediği gibi “Ya Barbarlık Ya Sosyalizm”. İşte küreselleşme dediğimiz şeyin bize sunduğu iki seçenek budur.

1. Barber,B. (2008) "Jihad vs McWorld" in F.J. Lechner & J. Boli (eds) The Globalization Reader. Blackwell Publishing, Malden and Oxford. pp 35
2. Barber,B. (2008) "Jihad vs McWorld" in F.J. Lechner & J. Boli (eds) The Globalization Reader. Blackwell Publishing, Malden and Oxford. pp 35



References:
1.      Samuel Huntington., The Clash of Civilizations  in  in F.J. Lechner & J. Boli (eds) The Globalization Reader. Blackwell Publishing, Malden and Oxford.
2.      Benjamin Barber., The Clash of Civilizations  in  in F.J. Lechner & J. Boli (eds) The Globalization Reader. Blackwell Publishing, Malden and Oxford.