22 Ekim 2016 Cumartesi

Amerikan Faşizmi (G. Petrov)

Amerikan Faşizmi
G. Petrov

Amerikan emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrası saldırgan ve yayılmacı yönelimleri, Amerika Birleşik Devletleri'nin iç ve dış politikasında ifadesini buluyor. Dünya üzerinde Amerikan egemenliği kurmayı amaçlayan yeni bir savaşın ateşli hazırlıklarına, burjuva demokratik özgürlüklerin ortadan kaldırılması ve ABD'de toplumsal yaşamın faşistleştirilmesi eşlik ediyor.

Faşizm, emperyalizmin en tiksindirici yüzü, en iğrenç ifadesidir. Lenin’in "en kudurmuş emperyalizm" olarak tanımladığı Amerikan emperyalizminin, şu anda iç ve dış politikasında çözümü faşizmde araması da bir rastlantı değildir. “Dış politikanın esas unsurları olarak şovenizm ve savaş hazırlıkları, işçi sınıfının ezilmesi, gelecekteki savaşta cephe gerisini güçlendirmek amacıyla gerekli bir araç olarak görülen iç terör: İşte bütün bunlar günümüz emperyalist politikacıların üzerinde en fazla uğraştıkları şeylerdir."(1) Stalin’in SBKP(B)'nin 17. Kongresi'nde söylediği bu sözler, aynı şekilde ABD'nin günümüzdeki politik yapılanmasını da açıklıkla ifade ediyor. Wallstreet borsasındaki efendilerin, Alman faşistleri ve Japon militaristlerinin çürük ideolojilerinden aldıkları çok şey var; ancak Amerikan emperyalizminin ırkçı, şoven teorileri ve dünya üzerinde egemenlik kurma planlan, Hitler ve Göring, Tanaka ve Tojo’dan çok daha öncelere kadar uzanır. "Tanrı bin yıldır, İngilizce konuşan ırklarla Germen ırkları, önemsiz ve sıkıcı uğraşlar peşinde koşmaları ve kendilerine hayran olmaları için hazırlamadı. O, Amerikan halkını dünyanın manevi yenilenme ve yönlendirmesini gerçekleştirmek üzere, seçilmiş ulus olarak belirledi, işte Amerika'nın ilahi misyonu budur."
Senatör Albert Beveridge'in Ocak 1900'de Amerikan Senatosu'nda söylediği bu sözlerin üzerinden yarım yüzyıl geçti. Günümüzde bu plan ve amaçlar Amerikan tekelleri tarafından daha da arsızca dile getiriliyor. Amerika'nın generalleri ve diplomatları, işadamları ve sahte bilim adamları, satın alınmış gazetecileri ve yazarları, alaycı bir açıklıkla ABD'nin "dünya misyonu"nun ve dünyaya egemen olma planlarının çığırtkanlığını yapmaktadırlar. 1945'te savaşın bitiminden hemen sonra, tanınmış işadamı John Foster Dulles, başkanı olduğu Ulusal Sanayiciler Birliği'nin bu oturumunda, ABD'nin dünyanın
ahlaki liderlik rolünü üstlenmesi gerektiğini söylemiş ve “19. yüzyıl İngiltere'nin yüzyılıydı, ama 20. yüzyıl da ABD'nin yüzyılıdır", diye eklemiştir.

ABD hükümeti tarafından 1947'nin sonlarında yayınlanan, “Amerikan Dış Politikası" başlıklı broşürde, Amerikan çıkarlarının “uluslararası boyutu”na değinilmiş, "dünya meselelerinde ABD’nin öne çıkmış önderlik konumu”na ilişkin iddia ifade edilmiştir. Daha sonra bu görüşler Truman ve Acheson tarafından da hararetle dile getirilmiş; Truman Amerikan Kongresi'ndeki bu konuşmasında, “Amerikan yaşam tarzı”nın bütün toplum ve uluslara yayılması gerektiğinden söz etmiştir. General Eisenhower "Ülkemiz birlik olursa, dünyaya hükmedebilecektir” diyerek, gözü dönmüş generallerin de politikacılardan geri kalmadığını göstermiştir.

Tekelci basın da aynı küstahlıkla kendini açığa vurmakta sakınca görmüyor. “United States News and World Report" isimli gazetede yayınlanan, “ABD dünya polisliği rolünde" başlıklı yazıda, "ABD gelişmiş bombalama gücü ve bunun bütün dünyaya yayılan bir ağ şeklinde konuşlandırılması sayesinde, başka hiç bir ülkenin yardımına ihtiyaç duyulmadan, dünya üzerinde polisiye denetimi sağlama olanağına sahip olacaktır” deniyor.

Demek ki, dünyanın ahlaki önderliği ve manevi yenilenmesi, bombardıman gücünün ve askeri destek noktalarının yardımıyla gerçekleşiyor. Dünyanın jandarması ABD. Wallstreet'in "barış sözcüleri"nin kendilerine biçtiği rol işte budur. Amerikan emperyalizminin peygamberleri, yeni yeni faşist teori ve doktrinleri gündeme getiriyorlar. Bu kişiler Alman faşistlerinin gerçekleştirmek istedikleri “yaşam alanı"nın yerine, “güvenlik çemberi" ve "esnek ABD sınırlan" tanımlamalarını getiriyorlar. ABD’li strateji uzmanlarının yorumlarına göre, belirlenecek olan bu sınırlar bütün dünyayı da kapsayabilir. örneğin ABD'nin sınırlarının nasıl tanımlanması gerektiği hakkında, Amerikalı politikacılar ve Kongre üyeleri şunları söylemekteler: “Bu sınırların var olması gerekmiyor." ABD Temsilciler Meclisi üyesi Paudge, “hepimiz biliyoruz ki, Amerikan savunma hattı, Batı Avrupa ve Doğu Asya’da olduğu gibi, iki kutup arasında daha yüzlerce bölgeye dağıtmalıdır" diyor. Gerçekten de ABD savunması için oldukça geniş bir hat! Aynı şekilde ABD’li jeopolitikçi Weller, “ABD sınırları”nı aynı şekilde büyütmektedir. Ona göre sınır, “ABD uçaklarının bombalayabileceği ve paraşütçülerinin atlayabileceği her yerdir. Bugün ABD’nin sınırlan nerededir? sorusuna verilecek yanıt, sınırın hiçbir yerde ve her yerde olduğudur. Amerika’nın savaşı bütün yerkürede sürüyor."

Açıkça görülmektedir ki; ABD'nin savunma ve güvenlik gerekçeleri, Amerikan militaristlerinin dünyaya egemen olma, Amerikan emperyalizminin dünya imparatorluğu kurma planlarının propagandası için kullanılan, uydurma bahanelerdir. Bütün faşist rejimlerin karakteristik özelliklerinden biri olarak ırkçı propaganda, halkın politik ve moral olarak çöküntüye uğratılması için kullanılan araçlardan biridir. ABD'de, insanlık düşmanı ırkçı düşüncelerin ve vahşi bir milliyetçiliğin yayılması için çaba gösterilmektedir. Daha 1919 yılında Amerikalı sahte bilimci Scott Nearing, Amerikalıların “süper ırk" olduğunu iddia etmiştir. Amerikan ırkı teorileri daha sonraları da abartılmış bir şekilde ortaya atılmaya devam etti. Hitler'in kuzey ırklarının “üstün" ırklar olduğunu iddia ettiği sıralarda, John Foster Dulles de, 1938 yılında yayınladığı "Savaş, Banş ve Değişimler" isimli kitabında, Amerikalıları kahraman bir ulus olarak niteliyordu. Hitler faşizminin “aşağı ırklar” tanımlamasının yerini Dulles'te "şer ulusları", yani kötülüğe eğilimli uluslar, toplumlar almaktadır. Tahmin etmenin güç olmadığı üzere, bu “aşağı” uluslarla kastedilen kendileri dışındaki bütün uluslardır ve Dulles'in "teori"sine göre bu diğerleri, “kahraman Anglo-Sakson ulus" tarafından yönetilmelidir.

Churchill'de, histerik Fulton konuşmasında Anglo-Sakson ırkının üstünlüğünü iddia etmekte ve Dulles ile aynı telden çalmaktadır. Anglo-Amerikan emperyalistlerinin bütün bu çılgın yalanları, akla Mark Twain’den şu nükteyi getiriyor: Eski bir asker, "Dünyanın bütün kenarlarına doğru" isimli kulüpte şöyle bir konuşma yapar: "Biz Anglo-Sakson ırkının bir parçasıyız, eğer bir Anglo-Sakson bir gün bir şeye ihtiyaç duyarsa, gider ve alır.” Mark Twain'in kendisinin de sonradan açıkladığı gibi, "biz İngiliz ve Amerikalılar hırsız, soyguncu ve haydutlarız ve bundan gurur duyuyoruz" görüşü ortaya konulmuştur. Mark Twain bugünkü Churchill, Dulles ve diğer Anglo-Amerikan ırkçı faşistlerinin düşünce yapısına karşı bizleri çok önceden uyarmıştır. ABD’nin dünya egemenliği politikasını haklı göstermek için özel bir felsefe dahi geliştiriliyor: Bu felsefe, korsanlığın, haydutluğun ve yamyamlığın felsefesidir. Okumuş yamyamlardan Vogt, Avrupa halklarının “istikrarlı hale getirilebilmesi" zorunluluğunu da kendince hesaplamıştır. Bu amaçla Avrupa halkını aç bırakıp, nüfusunu üçte birine kadar azaltmak fikrini bile ortaya atmıştır. Bu yeni Malthusçu, "aşağı ırkların" köklerinin kurutulmasını söyleyen faşist teoriyi tekrardan uyandırmaktadırlar.

Elliot Amold'un ABD'de yayınlanmış yeni bir romanında, romanın kahramanı olan Amerikalı general emrindeki birine şunu söyler: "Siz savaşlarda en önemli şeyin, birinin bazı ilkeler için eline silahı alıp, ileriye atılması ve bu ilkeler uğruna ölmesi olduğunu sanıyorsunuz. Ama esas önemli olan, bu birinin bütün ilke ve düşünceleri unutmasıdır..." Amerikan askerleri, merhametsiz ve acımasızca, barış içindeki şehirlere atom bombası atacak, gemileri batıracak, köyleri yakıp yıkacak, yağmalayacak, insanları öldürecek ve böylelikle Wallstreet'in paragözlerinin karlarına kar katacak şekilde eğitiliyorlar. Faşizm savaş demektir; halkların üzerinde kesin bir iktidar sahibi olmanın savaşı. Bütün faşist diktatörlerin ortak noktası, dünyayı yönetme “hakkı"nın kendilerinde olduğunun herkesçe kabul edilmesini dayatmalarıdır. Amerikan gericiliği, hayali bir "dünya hükümeti" düşüncesine esin vermekte ve bu yöndeki bütün kozmopolit hareketleri desteklemektedir. Halklardan ulusal egemenliklerini, hayali ve “genel" bir “uluslararası” refah için feda etmeleri istenmektedir.
ABD’nin emperyalist yayılma çabalarının üzeri, “demokrasinin kurtarılması" yalanı ile örtülmektedir. Aynı ABD açık bir şekilde, İspanya, Yunanistan ve Yugoslavya'daki faşist rejimleri de desteklemektedir. Amerikan faşistleri, Batı Almanya ve Japonya'da militarizmin ve faşizmin yeniden canlandırılmasını da teşvik de etmektedirler. Amerikan propagandasının özde bütün çabası, halklarda ülkelerin arasında eşit ve ortak bir ilişkinin olanaksızlığı ve savaşın kaçınılmazlığı düşüncesinin yerleştirilmesidir. Wallstreet’in eğitimli uşaklarından Burhanı, “Dünya Egemenliği Kavgası” adlı kitabında şöyle yazıyor: “Dış politikanın amacının aslında barış olamayacağının kabul edilmesi gerekir." Buna, başka bir okumuş savaş kışkırtıcısı şunları ekliyor: "Uluslararası ilişkilerde savaş ve yıkım da dahil olmak üzere, şiddetin bütün biçimlerine izin verilmiştir.”

Amerikan yönetici çevrelerinin emperyalist girişimleri, kendini "Marshall Planı" ve saldırgan Kuzey Atlantik Paktı çerçevesindeki çılgınca silahlanma yarışında açığa vuruyor. Kuzey Atlantik Paktı, tıpkı Hitler ve Mussolini arasındaki kötü şöhretli pakt gibi, barışa ve halkların güvenliğine karşı haince bir komplodur. İngiliz yazar Bernard Shaw’a bir keresinde neden Amerika’yı ziyaret etmek istemediği sorulduğunda, verdiği yanıt, “Amerika'ya gitme konusunda kaygılarım var. Her ne kadar kara mizahın klasiği olarak nitelendirilsem de, özgürlük Abidesi'ne bir kereliğine bile bakamayacağımı düşünüyorum" olmuştur. Gerçekten ABD’de özgürlük ve demokrasiden geriye kalan, Amerikan halkının ve diğer ülkelerdeki iyi niyetli insanların kafasını karıştırmak için kullanılan bir reklam panosundan ibarettir.

Günümüzün Amerika'sı tekellerin diktatörlüğünün ülkesi, halka yönelik acımasız baskı ve sömürünün ülkesidir. ABD bir polis devletidir. Lenin'in daha otuz yıl öncesinden söylediği gibi, bütün toplum üzerinde sermayenin ve bir avuç milyarderin iktidarı, hiç bir yerde Amerika'da olduğu kadar kaba ve rezil bir şekilde hakim olmamıştır. Lenin bugün de güncelliğini korumaktadır. Gerçekte ABD, sanayi ve finans sektörünün büyük bir kısmına sahip olan birkaç düzine aile tarafından yönetilmektedir. Devasa bir zenginliğe konan bu grup, kongreye ve hükümete, bakan ve diplomatlara, general ve gazetecilere kendi isteklerini dikte ettirmektedir.

Beyaz Saray'ın arkasında, Morgan, Rockefeller, Mellon, Ford, Du Pont, Vanderbild ve benzerlerinin "altın hanedanlıkları" dikilmektedir. Dünya egemenliği ve ABD'nin dünya imparatorluğu gibi çılgınca planların arkasında da, bunlar bulunmaktadır. Amerikan tekelleri bütün dünyayı soymak ve halkları Wallstreet'in uysal köleleri haline dönüştürmek istemektedirler. Amerikan yayıncı Lundberg, “Amerika'nın altmış ailesi” kitabında şöyle yazıyor: "ABD günümüzde en zengin altmış ailenin hiyerarşisi tarafından yönetilmekte, bunları serveti biraz daha küçük doksan zengin aile izlemektedir. Bu aileler, ABD'ye hakim olan sanayi oligarşisinin çekirdeğini ve can damarını oluşturmakta, bilfiil hükümetini belirlemektedirler, işte ABD’nin gerçek hükümeti budur: Resmi olmayan, görünmeyen, gölgede duran bir hükümet. Bu, dolar demokrasisinde paranın hükümetidir." ABD'li finans tekelleri, ülkenin en önemli ekonomik alanlarını ahtapot gibi sarmakta, milyonlarca emekçinin gücünü sömürmekte ve onların emeğini paraya çevirmektedirler. Morgan finans tekelinin sermaye yatırımları kırk milyar dolan geçmektedir. Bu tekel, iki yüzden fazla büyük sanayi ve ticaret şirketini kontrolünde tutmaktadır. Rockefeller'in zenginliği petrole dayanmaktadır. Bu ailenin toplam malvarlığının altı buçuk milyar dolar olduğu tahmin edilmekte, yıllık gelirleri ise otuz ile elli milyon dolar arasında değişmektedir. Bundan önce de belirtildiği gibi Amerikan hükümeti işte bu büyük Amerikan tekellerinin kontrolündedir. Bu tekellerin resmi organları da, -on altı bin şirketin bağlı bulunduğu Ulusal Sanayi Birliği ve üç bine yakın şubesiyle ticaret odası- ABD'nin iç ve dış politikasını belirlerler.

Amerikan tekellerinin kurmayları On ikiler Kurulu olarak da bilinen, ABD'nin gizli yönetimini kurdular. Bu On ikiler Kurulu'nda büyük tekellerin en büyüklerinin şefleri yer alıyor. Gizli oturumlarını özel dedektiflerin koruduğu bu kurul, ABD’nin dış politikasını belirlemekte ve ülkenin iç politikasını yönlendirmektedir. Wallstreet'te kapalı kapılar ardında "Truman Doktrini" ve “Marshall Planı" vaftiz edildi, yine burada köleci Taft-Harley Sözleşmesi ve başkanın devlet memurlarının sadakatleri hakkında araştırma yapılması emri yazıldı. On ikiler Kurulu, Kongre'nin bileşimini belirlemekte, başkanın seçilmesini sağlamakta, bakanları belirlemektedir. Senato ve Temsilciler Meclisi seçimleri de, tamamıyla Amerikan tekellerinin denetimindedir. Vekillerin çoğunluğu Wallstreet'in ajanlarından oluşmaktadır ve bunlar paralarını sanayici ve bankerlerden aldıkları için onlara bağlıdırlar. Vekillerin “özgürlüğü" de pratikte sadece kağıt üstündeki bir kurgudan ibaret. Rüşvet, hile, kandırmaca, terör ve haydutça metotlar, bütün kirli yöntemler, tekellerin sadık hizmetçilerinin kongreye girmeleri için kullanılmaktadır. Stalin'in de dediği gibi, bu sistem her ne kadar genel seçimleri içerse de, sonuçta iktidara Rockefeller'in yaratıklarını getirir. Günümüzdeki ABD Kongresinin bileşimi, Amerikan demokrasisinin sahteliğinin açık bir göstergesidir. Seksen birinci kongredeki temsilcilerin dağılımı şöyledir: 301 hukukçu, 97 işadamı, 46 çiftçi, 21 gazeteci, 66 serbest meslek sahibi, 46 tane de diğer Wallstreet uşağı. Kayıtlı seçmenlerin yüzde ellisini oluşturan sanayi işçilerinin kongrede temsilcileri bulunmamakta ve 14 milyon siyah, temsilciler meclisinde sadece iki üye ile temsil edilmektedir.

ABD Komünist Partisi'nin başında bulunan William Foster, “bu kapitalist Kongreyi demokratik olarak nitelendirmek, demokrasi kelimesine kara çalmak demektir" demiştir. Amerikalı yazar Lincoln Steffens, kısa süre önce yayınlanan "Pislikte Deşinenler” isimli kitabında, “ABD Senatosu çürümüşlüğün ve hainliğin yuvasıdır" diye yazmaktadır. Bu durumda, ABD Kongresi'nin sadık bir şekilde, Wallstreet tarafından hazırlanmış saldırganlık planlarını onaylaması hiç de şaşırtıcı olmuyor. Kuzey Atlantik Paktı'nın tasdik edilmesi, Marshall Planı'nın onaylanması, Atlantik bloğuna dahil olan ülkelerin silahlanması için askeri bütçe ayrılması; işte bütün bunlar, Amerikan tekellerinin Kongre'deki işbirlikçileri tarafından halledilmektedir. Kongre sıralarından konuşan Cannons ve Paudges gibi savaş kışkırtıcıları, barış içinde yaşayan halkların üzerine barbarca bombalar atılmasının, yeni ve kanlı bir katliamın çığırtkanlığını yapmaktadırlar.

Tekeller, ABD yönetimindeki kilit mevkileri de ellerinde tutmaktadırlar. Amerikan Slavları Kongresi'nin bir oturumunda tanınmış politikacı Leo Krzycki bir kaç önemli sayı vermekte: “Devlet bürokrasisinde yetkili 96 memuriyetten 49'u bankerlerin, finans aristokrasisinin ve büyük sermayedarlara elinde olup, kalanı da onlara sadık hizmetkarlardan oluşmaktadır." örneğin müsteşar Dean Acheson'ın Rockefeller ailesiyle yakın ilişkileri bu çerçevede nitelendirilebilir. Acheson, “Du-Pont- Rockefeller Ethyl Corporation" un resmi danışmanıydı. Savunma bakanı Johnson, savaş uçakları imal eden "Consolidated Valty” şirketinin müdürüydü. William Foster, “Dünya Kapitalizminin Çöküşü" isimli kitabında şöyle yazıyor: “Hükümetimizin başındaki baylar, başkan Truman da dahil olmak üzere, Wallstreet'in kuklalarıdır sadece. Ancak günümüzde Wallstreet kodamanları hükümeti uzaktan kontrol etmekle yetinmemektedirler. Hükümetin önemli mevkilerine kendi adamlarını yerleştirerek zaten dolaysız bir şekilde yönetimin içerisinde yer alıyorlar. Başkanın çalışma odasından tutun, diğer önemli mevkilere dek Wallstreet'ten gelen kapitalistler oturmaktadır. Bütün bir gerici general ve amiral kalabalığı da yönetimin önemli yerlerine yerleştirilmiş ve aynı zamanda hatırı sayılır bir askeri gruba da dolaysız olarak sanayinin yönetiminde yer alma olanakları sağlanmıştır. Devlet aygıtının tekelci sermaye ile iç içe geçtiğinin kanıtı olan bu eğilimler, aynı zamanda kapitalizmin ülkede faşizme doğru ilerlediğinin uğursuz işaretlerinden biridir."

Devlet aygıtı ve askeri sınıf ile iç içe geçmiş bulunan Amerikan tekellerinin kurduğu işte bu örümcek ağı, ABD'nin faşistleştirilmesi de kolaylaştırılmaktadır. Amerikan emperyalizminin peygamberleri sıkça, partilerin, politik grupların ve muhalefetin sözde “özgürlüğü" ile ve adı kötüye çıkmış olan çok partili sistem ile övünmektedirler. Gerçekte ABD'de sadece iki parti -emperyalist burjuvazinin partileri- özgürlüğün tadını çıkarmaktalar. Fakat herkesçe bilinen, bu iki partinin -Demokratlar ve Cumhuriyetçiler-aslında aynı partinin iki şubesi olduğudur: Savaşçı emperyalizmin ve savaşın partisi.

ABD'de demokratik özgürlükleri savunan, barış isteyen ve savaş tehlikesine karşı mücadele eden, ilerici parti ve demokratik organizasyonlar amansız bir baskı altındadırlar. Amerikan makamları Komünist Parti'yi yönetimsiz bırakmaya ve partinin etkinliklerini olanaksızlaştırmaya çalışmaktadır. Komünist Parti'nin başkanına karşı yürütülen provokatif mahkeme sürecinin, ülkedeki ilerici demokratik harekete karşı düzenlenmiş baskı planlarının parçası olduğunu, gerici gazeteler bile çekinmeden yazmaktadırlar. "Liberty" gazetesi hukuki sürecin tamamlanmasına daha çok varken, "ilk silah patlamadan komünistleri yok etmeliyiz. On iki tanınmış komünist lidere karşı, Smith-Yasası'na dayanarak, şiddete başvurmak suretiyle hükümeti devirmeye çalışmak suçundan açılan dava başarıya ulaşacak olursa, bunu ülke çapında yüzlerce dava daha izlemelidir" diye yazmıştır. Yapay bir şekilde oluşturulmuş anti-komünist histeri, uzun zamandan bu yana bütün demokratik kuramlara ve özgürlük taraftan insanlara karşı soysuzca yöneltilmiş kitlesel bir baskı aracına dönüşmüştür. Henry Wallace yönetimindeki ılımlı İlerleme Partisi bile bu baskıdan payını almaktadır. Amerikan gerici politikalarını desteklemeyen, barışı savunan ve savaş karşıtı tavır alan bütün ilerici demokratik kuruluşlara, “Amerikan karşıtı" ve “devlet düşmanı" damgası vurulmaktadır. Devlet düşmanlarının yer aldığı kara listede, aralarında Amerikan-Sovyet Dostluk Konseyi, anti-faşist organizasyonlar ve ilerici kadın derneklerinin de bulunduğu 163 tane sosyal örgüt vb. yer alıyor. Amerikan yönetimi böylece, ilerici ve demokrat örgütler ve üyelerine karşı provokasyonu ve terörü meşrulaştırmaktadır.

Savaş sonrası Amerika'sında en gerici rollerden birini, Kongre tarafından kurulan “Amerikan Karşıtı Faaliyetleri Araştırma Komitesi" oynamaktadır. Bu komiteye ve birlikte çalıştığı "Amerikan İstihbarat Servisi"ne (FBI), ülkenin bütün vatandaşlarını takip etme ve soruşturma için sınırsız haklar verilmiştir. Kongre tarafından büyük çapta finanse edilen ve Ulusal Sanayiciler Birliği'nin etkisinde bulunan bu iki kuruluş, yaptıkları bakımından sadece Gestapo ile karşılaştırılabilir. Milyonlarca Amerikan vatandaşı, bu kuruluşlar tarafından gözetlenmekte, iftira ve casusluk mekanizmasıyla karşı karşıya kalmaktadır. Telefonların dinlenmesi, özel mektuplaşmaların açılıp okunması bu kuruluşların gündelik uygulamalarından biri olmuştur. İşletmelerde endüstri polisi adı verilen ve işçilerin politik eğilimlerini kontrol etme amaçlı birimler kurulmuştur. Dış basının bildirdiğine göre, FBI'ın Washington’daki altı katlı dev gibi binasında altmış milyon Amerikan vatandaşı için özel dosyalar toplanmıştır. Gizli servisin başı Hoover, servisinin 113 milyon parmak izine sahip olmasıyla övünmektedir. Bu parmak izlerinden 93 milyonunun, hiç suç işlememiş ya da hiçbir şeyle suçlanmayan insanlara ait olduğunu gene aynı kişi kabul etmiştir. Truman’ın 23 Mart 1947'de “Devlet Memurlarının Sadakatinin Araştırılması” emri, düşünce özgürlüğünü yok etmek için çıkarılmış gerici bir yasadır. Truman'ın bu emriyle, “yeterli kanıtların bulunduğu durumlarda, devlet memurları ABD'ye karşı bağlılık eksikliğiyle suçlanmakta ve çalıştıkları memurluklardan uzaklaştırılabilmektedirler. Spivak "Amerikan Faşizmi" isimli kitabında, Truman’ın bu emrinin Amerikan Ticaret Odası tarafından hazırlanıp verildiğini kanıtlamaktadır.

Daha şimdiden iki buçuk milyondan fazla Amerikalı memur, komisyonda soruşturmaya uğramış ve parmak izleri dahi alınmıştır. Gizli servis başkanı Hoover'ın açıkladığı gibi, 7667 hükümet görevlisi devlet memuru sadık olmamak, Amerikan değerlerini taşımamakla suçlanıp, çalıştıkları devlet dairelerinden çıkarılmışlardır. Bölücü olarak damgalanmak için, ilerici bir yazarın kitabını okumak ya da herhangi bir Sovyet filmini izlemek yeterli olmaktadır. Amerikan Gestapo'su pençesini Hollywood'a da atmıştır. İtibarlı pek çok oyuncu, yönetmen ve senarist soruşturmaya uğramıştır. Sovyetlerle dostluğu savunan ve savaşa karşı çıkan, Amerikan tekellerinin soygunculuğunun foyasını meydana çıkaran, politik görüş ve düşünce özgürlüğüyle, insan haklarını savunan herkes günümüz Amerika’sında "sadık olmamak”la suçlanmaktadır. Oregon Üniversitesi kimya profesörü R.Spitzer, Sovyet bilim adamı Miçurin'e ait yöntemleri derslerinde anlattığı için görevinden uzaklaştırılmıştır. Başka bir bilim adamı da, bir akrabasının savaş sırasında Rusya'ya yardım edilmesinden yana olduğu gerekçesiyle gözetim altına alınmıştır. Bilginler, avukatlar ve eğitimciler arasında geniş çaplı temizlik operasyonları yapılmaktadır. Bütün öğretmenlerin, komünist olmadıklarına ve Amerikan değerlerine bağlı olduklarına dair yemin etme zorunlulukları vardır. Ordu ve okul kütüphanelerinden ilerici yazarların kitapları çıkartılmakta ve bilim militaristleştirilmektedir. Amerikan tekelleri basını, yayınevlerini, radyo ve film endüstrisini ellerinde tutmaktadırlar. Wallstreet egemenlerinin gizli sansürü ileri nitelikte her şeyin kökünü kurutmaktadır. Faşist propagandanın perde arkasında, Ulusal Sanayiciler Birliği ve Amerikan Ticaret Odası'nın “halkla ilişkiler bölümleri" bulunmaktadır. Bunların amacı ülkeyi provokatif düşüncelere boğmak, anti-komünizm ve muhbirlik histerisini yaymaktır.

ABD’deki siyasi rejimin faşistleştirilmesi işçi sınıfının haklarına yönelik saldırılarda ve işçi düşmanı yasaların çıkarılmasında açık bir şekilde ifadesini bulmaktadır. Açlık ve sefaletin kollarına teslim edilmiş işsizlerin sayısı 18 milyona ulaşmıştır. Ülkede çalışan nüfusun yüzde sekseni, normal yaşam standartlarına ulaşabilecek gelire sahip değildi. Buna karşılık tekeller halkın üzerindeki ekonomik baskıyı giderek arttırmakta, emekçileri son gücüne kadar sömürmekte ve petrol, demir, silah ve atom bombası kralları, onun emeğini paraya çevirmektedir. Amerika içerisindeki emperyalist çevreler, halk kitlelerinin desteğini bulamadıklarından gerici ve satılmış sendikacıları, işçi sınıfı içindeki ajanları olarak kullanmaktadırlar. Son dönemlerde Amerika'da çıkmış olan Case ve Taft-Harley Yasası gibi faşizm yanlısı yasalar, grevleri bastırma .ve yasaklama, sendikaların politik faaliyetlerini engelleme, sendikalardaki ilerici unsurları dışlama, Green, Murray, Carey, Dubinsky, Whitney gibi Wallstreet uşaklarının sendikal diktatörlüklerini kurabilmelerini garanti altına alma amacındadır. Tekellerin hizmetindeki bu Wallstreet uşakları, sendikalarda, sınıfların barışı ve sınıf işbirliği propagandasını yapmakta, “Amerika’nın genel çıkarları" ve “selameti" için, işçi sınıfı ve kapitalistlerin birlikte çalışabileceğini iddia etmektedirler. Sendika ağaları tekelci sermayenin saldırgan politikasını çoktan benimsemiş ve "Marshall Planı" ile Kuzey Atlantik Paktı'nın ateşli propagandacıları olmuşlardır. Bunlar tekellere işçi sınıfının yaşam koşullarına ve emekçilere saldırısı için yardım etmektedirler. ilerici sendika birlikleri Amerikan gizli servisinin sürekli gözetimi altındadır.

Bunlar terör ve baskı yoluyla bozulmaya, çözülmeye zorlanmaktadırlar. “özgür Amerika", grevci işçiler üzerine gaz bombası atılan ilk ülkedir. Amerikan karşıtı olduğu iddia edilen faaliyetlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan Harold Laski bile, “Amerikan Demokrasisi” isimli kitabında bu işverenlerin kullandığı yöntemler arasında, “yalan ifade", "şantaj", "baskı", “şiddet", “dayak" ve "muhbirliği" saymaktadır. Bunlar faşist yöntemlerdir. Wallstreet ajanları da sendikalarda aynı yöntemlerle kendi egemenliklerini sağlamlaştırmaktadırlar. Amerikan sendikacılığı üzerine bir kitabı bulunan V. Roy, sendika ağalarının iktidarda kalabilmek amacıyla haydutluk yöntemleri uyguladığını ve sendika üyelerini oldukça güçlü bir baskı altında tuttuklarını söylemektedir.

Irkçılık ve ABD'deki azınlık milliyetlerin üzerindeki şiddetli baskılar, Amerikan demokrasisinin sahteliğini ve keyfiyetini, ayrıca dayatılan Amerikan yaşam tarzının ne olduğunu gözler önüne sermektedir. Bütün ırkçı nefretin odaklandığı ilk hedef, ülkenin siyah nüfusu olmuştur.
ABD'de yaşayan siyah nüfus 14 milyona ulaşmıştır ve bu ülke genelinin en azından onda biri kadardır. Yaklaşık 85 yıl önce gerçekleşen Kuzey-Güney savaşından sonra siyahlara yasal olarak özgürlük verilmiş, kölelik yasaklanmıştır. Ancak gerçekte siyahlar köle olarak kalmıştır ve kendi ülkelerinde sürgün hayatı yaşamaktadırlar. ABD Anayasası kağıt üzerinde bütün vatandaşlara yasalar karşısında eşitlik sözü verir. Gerçekteyse siyahlar bütün politik ve vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmış ve yasaların kapsamı dışında tutulmuşlardır. Siyahlar ABD'de kendi vatanlarındaymış gibi yaşayamamaktadırlar. Bunun yerine, kirli sokaklarıyla Harlem gibi toplumdan yalıtılmış siyah mahalleleri, sadece siyahlar için ulaşım araçları, milyonlarca siyahı şiddet yoluyla baskı altında tutan linç mahkemeleri bulunmaktadır.

Son zamanlarda siyahların yanı sıra, Slav kökenli topluluklar da baskı ve gözetim altındadırlar.
Amerikan Slavları Kongresi'nin verdiği bilgilere göre ABD'de yaklaşık olarak 15 milyon Slav yaşamaktadır. Demir dökümhaneleri, maden ocakları, kereste imalatı ve tarım işleri gibi oldukça ağır işlerde bilhassa Slavlar çalıştırılmaktadır. örnek olarak kömür ve demir sanayisinde çalışan emekçilerin yüzde elli biri Slav kökenlidir. ABD'li Slav kökenli vatandaşlar, demokratik hareketlerin aktif katılımcıları olduklarından, Amerikan gericiliğinin özel olarak nefretini üzerlerinde toplamaktadırlar. ABD’nin saldırgan politikasına karşı tavır alan Amerikan Slavları Kongresi, Adalet Bakanlığı tarafından devlet düşmanı organizasyonlar kategorisine alınmış ve böylece pratikte yasadışı ilan edilmiştir. Demokratik Slav kuruluşlarının yönetici ve üyeleri baskı ve soruşturmalarla karşı karşıya kalmışlardır. ABD’de bir milyon Meksikalı yaşamaktadır. Onlar da siyahlar gibi “aşağı ırk" olarak değerlendirilmekte ve ayrımcılığa tabi tutulmaktadırlar. Meksikalılar ABD'de diğer vatandaşlarla aynı haklan kullanamamaktadır. İş yapacak hayvanlar gibi görülmekte ve ancak büyük Amerikan işletmeleri tarafından plantasyonlarda kendilerine bir iş verildiği takdirde ülkeye giriş izni alabilmektedirler. Yaptıktan ağır işler karşılığında çok az bir ücret almakta ve tren vagonlarında, ambarlarda, çadırlarda yaşamaktadırlar. Amerikan makamları, büyük işletmelere Meksikalıların ucuz iş gücünü gaddarca sömürebilme olanağı tanımaktadır.

Bir zamanlar Amerika kıtasının ilk efendileri olan Kızılderililer ise, şimdi aynı kıtadan dışlanmaktadırlar. Kızılderililere karşı yürütülen sistematik katliam sonucu Kızılderili topluluktan geriye sadece 400 bin kişi kalmıştır. Sahip oldukları araziler ellerinden alınmış ve verimsiz topraklara, "rezerv" adı verilen özel bölgelere yerleşmek zorunda bırakılmışlardır. Sömürü korkunç boyutlardadır. Okuma yazma bilmemektedirler ve oy kullanma hakları yoktur. Yaşadıkları bölgeler, Amerikan "uygarlığı"nın zorla dayatıldığı yok olmaya mahkum edilen bir halkın, günbegün sefalete sürüklendiği büyük mezarlıklara benzemektedir. Amerika'daki ırk ayrımcılığı aynı şekilde Portekizlilere, Yahudilere, Çinlilere, Korelilere ve başka kökenlerden kişilere de uygulanmaktadır. Sadece 1946-1948 yıllan arasında Kongre'de yabancı kökenli vatandaşlara karşı on bir adet yasa taslağı hazırlanmıştır. Clark'ın dört yıllık Adalet Bakanlığı döneminde 830 bin yabancı kökenli insan sınır dışı edilmiştir ve bunlar arasında sosyal yaşamda, kültür ve sanat alanında tanınmış kişilikler de bulunmaktadır. Bütün bu faşist kampanya, ırkçı nefretin yaygınlaştırılması ve toplumsal bir huzursuzluk ortamı yaratılması amacıyla bizzat Amerikan tekelleri tarafından oluşturulmakta, finanse edilmekte ve yönlendirilmektedir. Buradaki amaç, “aşağı ırkları” bulundukları kölelik konumunda tutmak, Amerikan halkının geri bırakılmış kısmının bilincini şovenizm ile zehirlemek, emekçilerin sınıf mücadelesinin yönünü saptırarak onları bu mücadeleden uzaklaştırmak, emekçilerin hak mücadelesi yolundaki örgütlü birliğini yok etmektir.

Düşünce özgürlüğüne yöneltilen baskı ve takip politikalarına, gerici ve faşist organizasyonlar eşlik etmektedir; çünkü, bu organizasyonların kuruluş amacı demokratik ilerici hareketleri bastırmak ve yok etmektir. Ku-Klux-Klan örneği bunu çok iyi açıklamaktadır. Bu örgüt ırkçı terörünü, sadece siyahlara karşı değil, ilerici sendikal ve sosyal örgütlenmelere de yöneltmektedir. Üç milyondan fazla üyesi ve 17 binden fazla şubesi bulunan “Amerikan Lejyonu" örgütü, şoven propagandanın yapıldığı ve ülkedeki ilerici örgütlenmelere yönelik baskı politikalarının uygulandığı merkezlerden biridir. ABD'de yukarıda bahsedilen Amerikan Lejyonu örgütü gibi daha pek çok faşist eğilimli örgütlenme bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak, Kolombus Şövalyeleri, Hristiyan Savaş Gazileri, Amerikan Hareketi Derneği verilebilir. Bütün bu örgütler tekeller tarafından beslenmekte ve hepsini bir araya getirdiğimizde bunların tıpkı Naziler"in SA’sı gibi, "Amerikan özel ordusu" rolünde olduklarını görmekteyiz. Kısa bir süre önce faşist organizasyonlar, bütün gerici güçleri ilerici demokrat harekete karşı birleştirmek amacıyla gizli bir görüşme gerçekleştirdiler. Ulusal Sanayiciler Birliği'nin yöneticileri tarafından düzenlenen bu görüşmede, General Bedeli gibi gizli ajan ve savaş kışkırtıcıları, Senatör Mund gibi gerici sendika liderleri de yer aldı.

Mund, bu görüşmede kendi hazırladığı anti-komünist yasa taslağına destek aradı ve her beldede, bu savaşta "özgürlük Hattı" maskesi altında ilerici örgütlere karşı mücadele edecek muhbir grupları kurulması gerektiğini ifade etti. Sendika kodamanları da faşist haydutlarla sıkı bir birlik kurmakta sakınca görmediler. Sanayi Sendikaları Kongresi'nin sekreter ve muhasebecisi Carey, “Komünistleri yok edebilmek için faşistlerle birleşeceğiz" açıklamasını yaptığında, bu sözler komünizme açık bir tehdit olmanın ötesinde, sendikalardaki Wallstreet'in ücretli askerlerinin maskelerinin düşmeye başladığının ve faşist Gestapo rejiminin gerçek korkunç yüzünün ortaya çıktığının bir ifadesi oldu. Korkunç savaş suçlarına hizmet eden gerici güçler, işte faşizmin siyah bayrağı etrafında böyle toplanıyorlar.

Daha 1927 yılında Stalin, emperyalizmin, savaşa karşı muhalefeti bastırmadıkça ve emekçilerin demokratik haklarına saldırmadıkça yeni savaşlar hazırlayamayacağından bahsetmiştir. "Savaş için silahlanmanın artması, yeni koalisyonların oluşması yetmez. Bunların yanı sıra, kapitalist ülkelerin kendi arka bahçelerini sağlama alması gerekir. Hiçbir kapitalist ülke, 'kendi* işçilerini baskı altında tutmadan, kendi sömürgelerini bir savaş sürdüremez. Seçilmiş hükümetlerin politikalarının yavaş yavaş faşistleştirilmesi işte bu yüzdendir."(2) Stalin'in bu sözleri, ABD’deki koşulların nasıl geliştiğine dair önemli ipuçları vermektedir. Amerikalı gerici Huey Long, korkunç bir açıklıkla şunları söylemiştir: "Faşizm, demokrasinin beyaz örtüsüne sarılarak Birleşik Devletlerin içine girmektedir." Nasıl Nazilerin "nasyonal sosyalizmi”nin sosyalizmle hiçbir ilgisi yoksa, aynı şekilde "Amerikancılığın" özünde ve “Amerikan yaşam tarzı"nda da, gerçek demokrasi ve özgürlüklerin esamesi yoktur. Bugünkü Amerikan demokrasisi, şiddetin ve yalanın demokrasisidir ve bir suçlunun yüzündeki gülümsemeyle aynı anlama gelmektedir. Bu sahte demokrasi, tekellerin acımasız diktatörlüğünü ve Amerikan kapitalist gerçekliğinin vahşi yasalarını örtmek için kullanılan bir araçtı.

Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi üzerine, Stalin 1934'te şöyle diyordu: "Faşizmin bu zaferi sadece işçi sınıfının güçsüzlüğünün ve faşizmin yolunu açan sosyal demokrasinin işçi sınıfına ihanetinin bir sonucu olarak değerlendirilmemelidir. Bu, aynı zamanda burjuvazinin de güçsüzlüğünün bir işareti olarak algılanmalıdır. Burjuvazi, artık eski parlamentarizmin eski yöntemleri ve burjuva demokrasisi ile hakimiyetini sürdürememekte, iç politikada terörist yönetime sarılmak durumunda kalmaktadır. Burjuvazi, içinde bulunduğu durumdan barışçıl bir çıkış yolu bulabilecek konumda da değildir, bu yüzden savaş politikası sürdürmek zorundadır."(3) Faşizmin ABD’deki saldırıları da, Amerikan politik sisteminin bir çürüme ve bozulma sürecinde olduğuna işarettir. Amerikan tekelleri arka bahçelerinden korkmakta ve bu yüzden ABD'yi gittikçe daha çok bir polis devlet haline dönüştürmektedirler. Dış politikada ise, dünyada Amerikan imparatorluğu kurulması yönündeki çılgınca planlarını gerçekleştirmek amacıyla savaşı bir araç olarak kullanmaktadırlar. Tarih, Alman faşistleri ve Japon militaristleri örneğinde olduğu gibi, dünyaya hakim olma düşüncesinin, bu planlan kuranların ve uygulayanların felakete sürüklendiklerini göstermiştir. Amerika'daki “dünya egemenliği" heveslilerini bekleyen sonuç da budur. Amerikalı işçi, çiftçi ve ilerici aydınlar faşizme karşı birlik ve dayanışmalarını günden güne arttırmaktadırlar. Amerika’da sıradan insanlar, ülkenin faşistleştirilmesinin Amerikan halkına hiçbir şekilde iyi bir şey getirmeyecek olan bir savaş için yapılan hazırlıklarla el ele ilerlediğini anlamaya başlamıştır. Gerçek
özgürlük, demokrasi ve barış için mücadele ise gittikçe güçlenecek ve büyüyecektir. ABD’nin geleceği faşist barbarların yolundan yürüyenlere değil, barışsever ve demokrasi yanlısı Amerikalılara ait olacaktır.

Kaynak: Neue Welt, sayı 10,1950

KAYNAKLAR
1 1.V.Stalin, "Leninizmin Sorunları", Moskova 1947, sf. 521
2 J.V. Stalin, ..Eserler", 10. baskı, Moskova 1947, sf. 822, (Rusça baskı).

3 J.V. Stalin, "Leninizmin Sorunları", 11. baskı, Moskova 1949, sf. 282.