4 Aralık 2014 Perşembe

Sanata Bütünsel Yaklaşım Üzerine

Yaptığımız her edim dünyayı anlamak ve onu değiştirmek için yapılmış bir girişimdir. Ancak insanlar yaşadıkları çağın dönemsel koşullarından etkilenip tarihsel gerçekliğin bütünlüğünü görme imkânlarına her zaman sahip olamamaktadırlar. İnsanların, bütünle olan bu ilişkilerindeki her kopma onların nesnel gerçekliği anlamasına engel olmaktadır. Bu yüzden tarihsel rolünü tamamlamış ve ölüm sancıları çeken üretim biçimleri her zaman bütünlüğü parçalamaya çalışmaktan kendilerini alı- koyamazlar.

İşte bu yüzden, kapitalizmde mevcut bulunan teori ile pratik, ekonomi ile siyaset, sanat ile hayat arasındaki ayrımlar aslında kapitalizmin kendini yenileyememesinde ve kapitalizmin tarih sahnesine veda etmek üzere olduğunun göstergeleri arasındadır. Eğer biz hayatımızla ilgili herhangi bir şeyi anlamak istiyorsak önce tarihsel bütünlüğü anlamamız gerekmektedir. Eğer bu bütünlüğü anlayamazsak ne kapitalist sistemin dönüşümünü ne de günümüzdeki sanat anlayışını anlayabilmiş olacağız.

Bundan dolayı kapitalist sistemin ideolojik savunucuları her zaman ayrılıklar ve olgular üzerinden hareket ederler. Yani demek istediğimiz şey aslında şudur: eğer bir durum olgular üzerinden okunursa yani sadece mevcut durum üzerinden bir değerlendirme yapılırsa, böylelikle değişimin asla olamayacağı sonucu bu ideologlar tarafından çıkarılmış olur. Çünkü olgularda şu an vardır, ilerisi yoktur, diyalektik bulunmamaktır. Sadece mevcut durumunun statükosu vardır. Ancak tarihsel bütünlük içinde olaylara yaklaştığımızda, güncel devrimci özne ve geleceğin toplum yapısı ve sanat anlayışı üzerine doğru bir değerlendirme yapma imkanına sahip oluruz.

Yukarıda genel bir hat çizdiğimize göre artık bütüne bakabiliriz. Bilindiği üzere kapitalist sistem, kendi önceli olan feodalizme göre daha merkezi bir ekonomi yapısına sahiptir. Diğer bir değişle kapitalizm, parçaların özerkliğinden çok parçaların bağımlılığına dayanan bir yapı üzerinde kurulmuş bulunur. Bundan dolayı eskiden devrimci bir özne olarak hareket etme imkanına sahip olamayan proletarya, artık devrimci bir özne olarak tarih sahnesine çıkmanın somut zeminini kendinde bulmuş olur. Proletaryanın artık devrimci bir özne olarak tarih sahnesine çıkmasının nedeninin tam da merkezileşmiş ekonomik yapıda aranması gerekmektedir. Çünkü kapitalist sistemde mevcut olan üretimin toplumsallaşmasına karşın(toplumsal ilke) bireyselliğinden artmasından kaynaklanan(sermayenin özel mülkiyet içindeki işlevi,bireyci ilke) karşılıklı çelişki kapitalizmin kuyusunu kazmaktadır. Buna ek olarak kapitalizmde mevcut olan bireyin asla dokunulamayacak olan kendi mülkü üzerinde tasarrufta bulunma hakkı ile planlı ekonomi sayesinde burjuva sınıfı arasında ütopik bir ekonomik uzlaşma arayışı çabaları yüzünden bireyin tasarruf hakkına görece engel olunması, kapitalizmin içinde bulunduğu ve ölmeden kurtulamayacağı krizi gözler önüne sermektedir.

Burjuvazi, gerici bir sınıf olmasına rağmen, kendi kendini lağvetmeye kalkışamayacağı için yapacağı tek bir şey kalıyor o da; kendini ekonomik fenomenlere bilinçli bir şekilde egemenmiş gibi gözükerek öbür sınıfların gözlerini boyayıp onları yollarından saptırmaya çalışmaktır. Burjuvazi böylece yöntemsel olarak nedenden değil sonuçtan, bütünden değil bölümden, esastan değil ârazdan yola çıkmaktadır. Eğer biz hala kapitalist sistemde yaşıyorsak bunun nedeni proletaryanın bütünü kavrayacak şekilde bir büyük anlatıyı 21.yy’da kuramamasında yatmaktadır. Haliyle proletaryanın özne olarak görece geri kaldığı dönemlerde, sınıfsal konumundan dolayı küçük burjuvazi egemen sınıfın etrafında mevzilenmiş halde kendini buluyor (hayatın her alanında). İşte bu yüzden proletarya, hayatın her alanında zafer kazanmak istiyorsa sadece dış düşman olan burjuvaziye karşı değil aynı zamanda kendi kendisine yani kendi sınıf bilinci üzerinde mevcut olan yıkıcı ve aşağılayıcı etkilere karşı mücadele etmelidir.

Sanat konusuna girmeden önce çoğu insanın kafasında olan bir yanlış anlaşılmaya değinmekte fayda var. Sanat, hayattan bağımsız bir şey değildir yani çoğu insanın kafasında bulunan, sanatın saf bir biçimde iyi bir şey olduğu algısı doğru değildir. Sanat, hayattaki bütün kötü yanları içerir ve onlardan olumlu ya da olumsuz bir şekilde etkilenir. Bu yüzden sanat sanılanın aksine meleklerin gökten indirdiği bir iyilik timsali değil ayaklarının üzerine doğrulmuş hayvanların yaptığı kültürel bir üretimdir.

Şimdi bundan hareketle 20.yy’ın önemli sanat akımlarına bakalım ve onların tarihteki yerini anlamaya çalışalım.

Fütürizmin tarihsel gelişimini incelediğimizde, sanatın yaşam ile bağını daha iyi görebiliriz. İtalya’nın Avrupa kıtasındaki çoğu ülkeden ekonomik ilerleme açısından görece daha bir geri durumda olması, İtalya’yı birinci paylaşım savaşı öncesi daha saldırgan bir dış politika ve endüstriyel bir atılım çılgınlığına itmişti. Fütürist akımın temsilcilerinden Marinetti’nin ilk “Fütürist Akşam”ını Trieste’de yapması dönemin yaygın şovenist ve yayılmacı politikalarının bir yansımasıdır. Fütürist sanatçıların içinde bulunan şovenist ve militarist duygular tiyatro sahnelerinde ortaya çıkmaktaydı. İzleyicileri provoke eden oyunlarıyla hep bir öteki yaratmanın derdinde olan Fütüristler aslında finans kapitalin en gerici, en şoven, en emperyalist sınıfın özlemlerini sanat alanına yansıtmaktaydılar.

20.yy’da ortaya çıkmış olan diğer bir sanat akımı olan Dadacılık ise birinci paylaşım savaşında ortaya çıkan yıkıma karşı bir protesto niteliği taşımaktadır. Savaşın insanlar üzerinde bıraktığı derin yaralar bu akımın mensuplarını etkilemiş ve eskiden hegemonyası altında bulundukları burjuvazinin değerlerine karşı “yıkıcı” bir sanatsal faaliyete girişmişleridir. Tzara’nın şu sözleri egemen sınıfa karşı hissettiği güvensizliği yansıtmaktadır:

"bir zamanlar onur, ülke, ahlak, aile, sanat, din, özgürlük, kardeşlik gibi kavramlar, insanların gereksinimlerine karşılık verebilmekteydi. Ama artık bu tür kavramların içi boşalmış, ,değerlerden geriye anlamsız bir kurallar silsilesi kalmıştır."(1)

Dadacılar, kendi “yıkıcı” duygularını belirtmek için tesadüflere ve doğaçlamaya dayanan çeşitli yöntemler kullanmışlardır. Tzara’nın meşhur şiir yazma yöntemi Dadacıların içinde bulunduğu çaresizliğin ve dünyayı değiştirmeye olan inançsızlıklarının göstergesidir. Bu yönteme göre gazeteden bir metin kesilir ve ardından metni oluşturan sözcükler de bire birer kesilip bir torbaya koyulur. Torba karıştırıldıktan sonra sözcükler torbadan teker teker çekilerek bir kağıda yazılır. Tzara’ya göre bu “cahil çoğunluğun anlayamayacağı bir orijinal sanat eseridir!” Dadacıların kitlelerden ve gerçeklikten bu kadar kopuk olmasının nedenini bu akımın temsilcilerinin sınıfsal konumunda aramamız gerekir. Yani küçük burjuva yaşam tarzını sanatsal bir biçimde ifade eden Dadacıların temsilcilerinden George Grosz’un hiçlik içinde olmasında, sınıfsal açıdan şaşılacak hiçbir şey bulunmamaktadır:

“Her şeye hakaret ediyor, hiçbir şeye saygı duymuyor, her şeye tükürüyorduk: işte bu Dada'ydı. Mistisizm değildi, Komünizm değildi, Anarşizm değildi. Bütün bu saydığım hareketlerin bir planı, programı vardı. Bizse tam anlamıyla nihilisttik, simgemiz hiçlikti, boşluktu, boş bir delikti.”(2)

Gerçeküstücülüğe baktığımızda ise 1920’li yıllarda kurulan ve Dada’nın mirasını devam ettiren bir sanat akımıyla karşı karşıya kalmış oluruz. Tıpkı Dada gibi geleneksel burjuva değer yargılarına karşı olan Gerçeküstücüler, kelimenin küçük burjuva anlamında mevcut düzene tepkiseldirler. Bilinçaltıyla, rüyalarla,  görünen gerçekliği aşabileceğini sanan Gerçeküstücüler böylece ahlaken iflas ettiğini düşündükleri kültürel ve toplumsal yapının sınırlarını geçebileceklerine inanmaktaydılar. Dadacılarla bütün bu benzerliklerine rağmen Gerçeküstücüler, Dadacılardan farklı olarak belirli ilkeler içerinde hareket etmişlerdir. Gerçeküstücüler için Breton’un manifestolarının yol gösterici olması Dadacılık ile Gerçeküstücülük arasındaki sanatı kavrama şeklindeki farklılığı göstermektedir. Ancak bütün farklılıklarına rağmen Gerçeküstücülükte sanat ve hayat arasında diyalektik bir bağ kuramamakta ve dünyayı değiştirme amacı taşımamaktadır. Louis Aragon’un aşağıdaki söyledikleri Gerçeküstücülüğün sanat konusundaki statükocu tavrına iyi bir örnektir.

“ Devrim sözcüğüyle gerçeküstücülük sözcüğünü birleştirmemizin nedeni, bu devrimin ilgisiz, tarafsız ve hatta umutsuz karakterini ortaya koyabilmektir. İnsanoğlunun adetlerini değiştirmek gibi bir iddiamız yoktur, amacımız ne kadar kırılgan olduğunu ve titrek yuvalarımızı ne denli değişken temeller, ne denli büyük mağaralar üzerine inşa ettiğimizi gösterebilmektir.”(3)

Gerçeküstücülerin yukarıda bahsettiğimiz hayatı algılamalarındaki olumsuz, negatif ve iddiasız tavırları yüzünden buradan devrimci bir sanat anlayışının çıkması imkansızdır. Hayatı bütünsel olarak kavramayan ve dünyayı değiştirebileceği iddiası taşımayan bütün toplumsal aktörler ve onların kültürel yansımaları çürümeye ve yok olmaya mahkumdur.

Postmodernizme baktığımızda aynı eleştiriler bu akım içinde geçerlidir. Postmodernist sanat anlayışı, biçim ve üslup bakımında bütünlüğe karşı çıkmaktadır. Yani postmodernist sanat anlayışı da dünyayı değiştirmenin, büyük anlatı yaratmanın, gerçekliğe ulaşmanın peşinden gitmez. Bu sanat akımı da yukarıda bahsettiğimiz diğer sanat akımları gibi kapitalist sistem içinde kalmış bir muhalefetin yollarını aramakta ve bu tarzda ürünler vermektedir. Postmodernizmin sanatı bu tarzda edinmesinde tabi ki Soğuk Savaştaki güç dengelerinin A.B.D lehinde değişmesinde ve dünyanın tek kutuplu bir aşamaya evrilmeye başlamasının etkisi son kertede belirleyici olmuştur.

Postmodernistler, iletişim teknolojisindeki büyük ilerleme sayesinde bir “medya toplumu” haline gelindiğini, artık gerçekliğe ulaşmanın imkansız olduğu, toplumsal düzeni göstergeler sisteminin belirlediğini, sanatçının görevinin ise göstergeler sistemiyle oynayarak ve onları sahiplenerek “sorgulama” sürecini başlatmak olduğunu belirtmişlerdir.

Aslında postmodernistler bireyi pasif bir tüketici konuma indirgeyerek, sanatın sınırlarını gösterge dedikleri düzlemin dışına çıkılacak bir şey olarak hayal edemeyerek, kitlelerin, ezilenlerin, işçilerin bundan sonra özne olarak tarih sahnesinde yer alacağına inanmayarak aslında burjuvaziye koşulsuz şartsız teslim olduklarını dile getirmektedirler. Postmoderizmin sanatsal anlamda yaptığı her yapıt (resim, heykel, enstalasyon, fotoğraf vs.) burjuvaziye teslimiyetin birer yansımasıdır.
Sonuç olarak, eğer biz yeni toplum yaratmak için yola çıkan tarihin yapıcıları isek, hayatı tarihsel bir bütünsellik içinde değerlendirmemiz ve buna uygun bir sanat anlayışını yeniden yaratmamız gerekmektedir. Sanat anlayışımız tam da bu yüzden tarihin yapıcılarının(proletaryanın) hizmetinde ve nesnel gerçekliğin ışında olmalıdır. Özetle bizlerin çabası, teori ile pratiğin, sanat ile hayatın birleştirilmesi çabasıdır.

Dipnotlar:

(1) Ahu Antmen, 20.Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, İstanbul: Sel yayıncılık, 2013, s. 123
(2) Ahu Antmen, A.g.e., s. 131

(3) A.g.e., s. 140