7 Ocak 2015 Çarşamba

Sosyalizmle Ulaşmak için Bir Anahtar: Ulusallık

Geçmişte meydana gelmiş bütün toplumsal devrimler, kendinden önceki dönemin geleneklerinden, düşünce ve algı kalıplarından ciddi bir kopuş sayesinde meydana gelmiştir. Eğer dünyayı değiştirmeyi kendisine hedef olarak belirlemiş özneler ve o öznelerin öncüleri, tarih dışı kalmamak ve özne olarak devam edebilmek istiyorlarsa mutlaka bulunduğu her anda geçmişin gelenekleri, düşünce ve algı kalıpları ile bir hesaplaşma içinde olmalıdır. Eğer x öznesi bunları yapamazsa tarih dışı kalacak ve onun boşluğunu bir başka özne dolduracaktır. İşte bu yüzden Marxist hareketler de tarih dışı kalmamak için sürekli kendilerini yenilemek zorundalardır. 20.yy’ın Marxist hareketinin başarısı kendini sürekli yenilemesinde yatmaktaydı. Lenin dogmatik bir Marxist olsaydı Ekim devriminin başarıya ulaşma şansı hiç yoktu ya da Mao Komünist Enternasyonal’in kararını dinleseydi(Bu kararın bilinenin aksine Stalin’le bir alakası yoktur) Çin devrimi başarıya ulaşmayacaktı vs.

Şu anda benim yapmak istediğim tartışma tam da bu! Eğer biz 21.yy’da devrimin güncelliğinden bahsediyorsak mutlaka geçmişimizle bir hesaplaşmaya girmeliyiz ve kendimize şu soruları sormak durumundayız: Proletarya gerçekten enternasyonalist midir?, Ulusçuluğu mahkum etmek ne kadar doğrudur?, Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına karşı çıkmak sosyal şovenizm midir?, Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı acaba idealist bir söylem olabilir mi?, Ulus illa burjuva nitelikte olmak zorunda mıdır?, Sosyalist bir ulus inşa edilemez mi? Bir ulusu inşa etmenin tek yolu sosyalizm olamaz mı? Vb. soruları cevaplamamız gerekmektedir. Eğer biz bu sorulara geleneksel bir tarzda yanıt verirsek 21.yy’da devrimin güncelliği söz konusu olamayacak ve tarih tarafından tarihin dışına itilmiş olacağız.

Tarih tarafından tarihin dışına itilmiş olmak istemiyorsak, o zaman mutlaka somut durumun somut tahlilinden ilerlemek ve buna bağlı olarak kendimizi dönüştürmek zorundayız. Bilindiği üzere uluslaşma süreci dünyada her yerde aynı zamanda, aynı şekilde yaşanmadı ve yaşanmamaya devam ediyor. İster kabul edelim ister etmeyelim ulusal bilinç şu anda gücünü kaybetmek bir yana etkisini sürekli arttırmaya devam ediyor. Bir ulusun ulus olabilmesi için öncelikle 1) belirli toprak, 2) belirli büyüklük, 3) birleşme (merkezileşme, karşılıklı bağımlılık) ve 4) kendisinin ulus olduğunun bilincine sahip olması gerekir. Aslında buradaki en önemli maddeler 1. ve 4.maddelerdir eğer bir grup kendini ulus olarak hissediyorsa o artık ulustur.

Ulus bilindiği gibi yek pare bir bütün değildir içinde sınıflar olabilmektedir(olmayabilir de) işte bu yüzden yönetici sınıfın niteliği ne ise ulusun niteliği de o olmaktadır. Buradan yola çıkarak ulusların kendi kaderlerini tayin etme sloganının aslında yönetici sınıfın kendi kaderini tayin etme sloganı demek olduğu sonucu ortaya çıkmış olacaktır. İşte tam bu sebeple ulusların kendi kaderlerini tayin etme sloganı ilkesel olarak kabul edilirse bu Marksizmi liberalizmin bataklığına saplayacaktır. Üstelik tarihsel açıdan Lenin bile her ne kadar lafta ulusların kaderlerini tayin etme sloganını ilkesel olarak benimsese bile gerçekte bu kuralı hiçbir zaman uygulamamıştır.

“Lenin’in Marksist olarak bu çekişmede söyleyeceği hiçbir söz yoktur, bu noktayı sık sık kendisi de açıklamıştır. 1908’den önce de sonra da proleter devrimin çıkarlarının her şeyin üstünde olduğunu ve devrim için kendi kaderini tayin hakkını her zaman feda edebileceğini söylemiştir. Soyut olarak kendi kaderini tayin hakkını desteklememektedir, çünkü bu durum kabul edilemez sonuçlara yol açabilir.” (Horace B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, Sayfa:78, Belge Yayınları)

“Kağıt üstünde kendi kaderini belirlemenin önde gelen savunucusu olan Lenin bu öğretiyi hiçbir zaman Sovyetler Birliği’nin devlet çıkarlarını zedeleyecek biçimde uygulamadı.” (Horace B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, Sayfa:119, Belge Yayınları)

İşte burada komünist öncü devreye girmektedir ve mevcut olan ulusal bilinci sosyalist bir biçime büründürmektedir. Yugoslavya’dan tutun da Çin, Vietnam, Küba’ya kadar bütün sosyalist hareketler ulusal bir tarz altında yürüdü ve başarıya ulaştı. Aslında sosyalizmin dünya çapında etki etmesinin en büyük sebebi ulusal bilinç ile sosyalizmi bütünleştirmedeki başarısıydı. Diğer bir değişle Marksizmi güncele uyarlamasındaki başarısında yatmaktaydı. İşte bu yüzden 20.yy’da Dünya’nın 1/3’ünde Komünist yönetimler inşa edilmiş oldu. Şunu belirtmekte fayda var,  en azından ulus ile sosyalizm arasındaki bağ konusunda 70’lerde mevcut olan tartışmalar halen güncelliğini korumaktadır ve sosyalizmin bugün kurulabileceği ülkeler yarı-sömürge ülkeleridir. Bundan dolayı komünist öncüler, kendi ülkelerinde anti-emperyalist ve anti-kapitalist tarzda bir devrim stratejisini benimsemek zorundadırlar. Aksi takdirde başarıya ulaşmaları imkansızdır.

Sanıldığının aksine sosyalizm ile ulusallık birbirinin zıddı şeyler değildir. Bunu biraz daha açarsak; tarihsel süreç bize göstermiştir ki proletarya sanıldığının aksine enternasyonalist eğilimde değildir. Proletarya, kendi ulusal burjuvazisinin çıkarı için başka ulusal burjuvaziye karşı savaşmasa bile o, ulusal düzeyde kendi sınıf çıkarı için mücadele eder. Bu yüzden uluslararası işçi sınıfı yoktur. Tersine birden çok ulusal işçi sınıfı bulunmaktadır. Bu değişimi anlayan komünist öncüler kendi ülkelerinde sosyalizmi inşa edebilmek için ulusal duyguları sosyalizmle kaynaştırmaya çalışmışlardır.

Örnek olarak Çin’de Japon işgali komünistlerin iktidara gelmesinde önemli bir rol oynamıştır. Çin’de köylülerin yabancı işgaline karşı direnişi Yugoslavya’da olduğu gibi komünistlerin önderliğinde ilerlemiştir. Komünistler, köylüleri harekete geçirilebilmek için can alıcı önemde olan akılcı ve toplumsal bir program getirmişlerdir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir, komünistlerin başarısı sadece dış müdahalenin bir sonucu değildir. Kitlelerin gözünde sosyalist programın işgalciye karşı direnişin en iyi yolunu göstermesi ve sosyalizmin ekonomik yaklaşımının kitleler üzerinde yarattığı ikna edici durum sosyalizmin zafer kazanmasına neden olmuştur.(Vietnam’da olduğu gibi).

Küba örneğine baktığımızda durumun daha iyi anlaşılacağına eminim. Bilindiği üzere Castro ve onun tabanı başlangıçta toplumsal bir devrimi hedeflemiyorlardı ve programlarında da buna ilişkin bir madde yoktu hatta Batista’nın 1952’de tekrar iktidara geldiği zamanki programı ile 26 temmuz hareketinin programı birbirinden çok farklı değildi.(Köylülere toprak, işçilerin korunması, yoksullar için gelir dağılımının düzenlenmesi, sanayileşme, eğitimin geliştirilmesi vb.) Ancak Batista ile Castro arasında bir fark vardı. Castro ilerleyen zamanlarda bu taleplerin yarı-sömürge bir ülkede kazanılmasının olanaksızlığını anlayınca daha radikal bir programı benimsedi. Castro çözüm olarak anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir tarzı zaman içinde kabul etmiş oldu. Haliyle Batista’nın ABD’den bağımsızlığını sağlayamayacağı ve taleplerini yerine getirmeyeceği anlaşılınca kitleler tutarlı davranan Castro’nun arkasından gittiler. Görüldüğü gibi Küba’da kapitalizmle sosyalizmi ya da Batista ile Castro’yu ayıran şey ulusçuluk oldu. Ulusçuluğun doğru uyarlanması Küba’da sosyalizmin zaferini sağladı.

“ Anti-emperyalist hareket kendisini yarı sömürge sömürüsünden kurtarabilmek için aynı zamanda sosyalist olmak zorundadır. Ancak böyle bir hareket için halk kitleleri fedakarlığa girer ve ancak eski efendilerin yenileriyle değiştirilemeyeceğine inandığında harekete geçer. Küba Devrimi’nin büyük önemi buradadır.” (Horace B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, Sayfa:252, Belge Yayınları)

Sosyalizm ile Ulusallık Türkiye ve Kürdistan Gerçekliğine Uyarlanabilir mi?

Bilindiği gibi işçi sınıfı günümüz koşullarında enternasyonalist olma özelliğini kaybetmiş durumdadır. Haliyle buradan yola çıkarsak Vietnam savaşında ABD hapishanelerinin savaşa katılmak istemeyenlerle dolup taşmamasında ve ezici bir çoğunluğun savaşmak için Vietnam’a gitmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Eğer biz sığ bir şekilde bu durumu Türkiye ve Kürdistan gerçekliğine uygularsak buradan Türkiye’deki yerel halkın Kürdistan’da yaşayan halkla asla dayanışamayacağı sonucunu çıkarırız. Evet doğrudur kendini Türk diye tanımlayan halk kesiminin Kürdistan’da yaşanan realiteye duyduğu düşmanlık bir gerçektir(en azından ezici çoğunluğu için durum böyledir).  Ancak unutulmaması gereken bir olgu vardır ki o da Türkiye’nin yarı-sömürge bir ülke olduğudur. Bundan dolayı komünistler gerçekten birleşik bir devrim yapmak istiyorlarsa Türkiye’de anti-emperyalist tarzda bir siyaseti ana gündem maddelerine almaları gerekmektedir. Türkiye’deki halkın Kürdistan’da yaşanan gerçekliğe duyarsız kalmamasının tek çaresi Türkiye’de anti-emperyalist ve anti-kapitalist mücadeleyi yükseltmekten geçer.  Lakin sormamız gereken soru komünistlerin buna gücünün olup olmadığıdır.

Çoğu komünist unsurun da içinde bulunduğu HDP’nin Türklerden bu kadar az oy almasının sebebi HDP’nin siyasetinin Türk halkının hayatına dokunmamasında yatmaktadır. HDP, şabloncu bir şekilde Kürdistan coğrafyasındaki gerçekliği Türkiye’ye uyarlamaya çalışmaktadır ve haliyle başarılı olamamaktadır. Programında her ne kadar yerellikten bahsedilse de aslında yerele dair bir politika geliştirememektedir. HDP eğer Türkiye’de bir taban elde etmek istiyorsa mutlaka anti-emperyalizm üzerinden bir politika geliştirmelidir ve Türk halkının yerel sorunlarına bir çözüm sunduğu ölçüde Türklerin yüzünü Kürdistan gerçeğine çevirebilme şansı bulunmaktadır. Bu yüzden HDP sosyalist olmasa bile en azından “burjuva demokratik devrimi” yapacak bir özne olabilmesi için bile mutlaka anti-emperyalist tarzda politika yapmak zorundadır yoksa Türkiye’de tutunması imkansızdır. Ayrıca HDP’nin hangi sınıfın öncülüğünde “burjuva demokratik devrimi” yapacağı tartışma konusudur. HDP’nin böyle bir derdinin olup olmaması da ayrı bir tartışma konusudur. Bunlar olmadığı takdirde komünistlerin HDP’den bir şey beklemesi kendilerini kandırmaları anlamına gelecektir. HDP içinde komünistlerin şu ana kadar rengini verememesi ve kendi stratejik hedeflerine göre kullanamaması komünistlerin yaşadığı özne olma bunalımının politik alandaki bir yansımadır. Özne olma bunalımı çeken komünistlerin Türkiye’de ne burjuva demokratik devrimi ne de sosyalist devrimi yapacak imkanı şu an için bulunmamaktadır.

Ayrıca Kürdistan bölgesinde öncü kuvvetin komünistler olmadığı bir gerçektir ve bu yüzden belki de Kürdistan’ın inşası hala bitmiş değildir. Aşağıda da görebileceğimiz gibi Kürdistan’ın ve diğer bütün sömürge ülkelerin bağımsızlığa ulaşabilmesi için mutlaka anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir devrim stratejisini benimsenmesi gerekmektedir.

“Kilson’un özellikle üstünde durmadığı ekonomik alanda ise emperyalizm, ulusun oluşumunda önemli bir etken olduğunu gördüğümüz bütünleşmeyi durdurmuş ve engellemiştir.” (Horace B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık, Sayfa:260-261, Belge Yayınları)

Tamillerin yenilgisini unutmamamız gerekir;  emperyalizmin ulusal hareketlere olan düşmanlığına bundan iyi örnek olamaz. Bu yüzden ulusal hareketlerin başarıya ulaşması için mutlaka günümüzde sosyalizmi benimsemeleri gerekmektedir. Aksi takdirde başarı şansları oldukça düşüktür. Fakat komünistlerin önünde devrimi yapamamaktan daha tehlikeli bir sorun vardır ki o da ulusal hareket tarafından özümsenmektir. Komünistlerin ekonomik emperyalizme karşı ulusçu hareketlere katılması yeterli değildir, sosyalizmin bayrağını yükseltmeleri gerekmektedir. Aksi halde ulusçu hareketler tarafından özümlenmeleri ve kendi ayırt edici kimliklerini yitirmeleri tehlikesi söz konusudur.

Bu yüzden komünistler bulundukları her alanda öncü olmak durumundadırlar aksi halde tarih dışı kalma gibi bir riskleri bulunmaktadır. Somut durumun somut tahlili ilkesinden ilerleyerek ulus ile sosyalizm arasında bağ kuramayan her özne günümüzde kaybetmeye mahkumdur. Bunu Marxistlerin iyi kavraması gerekmektedir. En azından şu an için sosyalizm ile ulusallığı Türkiye ve Kürdistan gerçekliğine uyarlayabilecek bir özne bulunmamaktadır. İleride bunun olma ihtimali tabi ki vardır ama kendimizi kandırmamızın da bir anlamı bulunmamaktadır.


Sonuç olarak emperyalizmin en zayıf halkası sömürge ülkelerdir. Emperyalizm sömürge ülkelerden tekrar kopacaktır. Marxistler günümüzde sosyalizmi inşa etmek istiyorlarsa mutlaka ulusallığa önem vermelidirler. Devrim hala güncel bir şey yeter ki özneler gerçekten devrim yapmak için biraz cesur olsun ve geçmişiyle hesaplaşıp kendini yapı söküme uğratıp yeniden yaratmak için girişimde bulunsun!