19 Aralık 2016 Pazartesi

PASS, İDAM VE HALKIN ADALETİ

Kimse geleceği tam anlamıyla önceden kestiremez, ama halkın özgürlüğü ve kurtuluşu ateşi içinde yanan öznelerin, özgürlüğü “özleyip” kendisine bir “mehdi” araması kadar gülünç bir şey de olamaz. Halkın öncüsü olmayı reel düzlemde istemeyen, halk katmanlarından çıkmış bazı siyasal yapılar sürekli kendilerine bir “mesih” arayıp durmuşlardır. 20.yy’da bu “mesihler” “Sovyetler”, “Çin”, “Arnavutluk” olmuş iken şimdilerde ise bu öznelerin mesihleri, emperyalizm ve onların kara güçleri olmuştur. Aslında sorun, sanıldığının aksine “mesihlerde” değil, bu tarz halk katmanlarından gelen yapıların politik tutum alma ve yaşamı tahayyül etmedeki çarpıklıklarında yatmaktadır. Bugünkü aşamada mücadeleye başlamak için “henüz erken” olduğu ile başlayıp, savaşan özneler için “düelloculuk yapıyorlar” ile devam eden cümleler ve görüşler aslında bir noktada kesişmektedir. O noktada savaştan kaçmak ve düşmana teslimiyetten başka bir şey değildir. Bugün savaşmaksızın halkın özgürlüğünü elde edebileceği yanılsamasına kapılan bu yapılar çoktan kendilerini emperyalist sistemin çıkmaz sokağında bulmuşlardır.

Bugünkü dünyamızda sınıflar arası üç çelişkinin olduğu (emek-sermaye çelişkisi, emperyalistlerin kendi arasındaki çelişki, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişki) ve baş çelişkiyi, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişkiyi görmezden gelen, emperyalizmin hangi tipte olursa olsun her türlü kurtuluş hareketini engellemek için vahşi bir güç kullanmaktan çekinmeyeceği gerçeğini reddeden, Türkiye’yi emperyalizmin gizli işgali altında olan ve oligarşik diktatörlükle yönetilen bir ülke olarak değil de burjuva demokrasisinin hükmü altında olan “sermaye devleti” olarak görecek kadar kör olan “sol”un silahlı propagandaya karşı olmasına ve bunu “narodnizm” “maceracılık” olarak adlandırması yukarıda saydıklarımızdan sonra “anlaşılır” bir durum olsa gerek!

Halbuki, bize, dünyanın sömürülenlerine ve yeni-sömürgelerinde yaşayan halk katmanlarına düşen görev, emperyalizmin temellerini ortadan kaldırmaktır. Emperyalizmin yok edilmesi hedeflenirken, onun başını kimin çektiği kesinlikle belirlenmek zorundadır. Bu ABD’den başkası değildir. Bu stratejik hedefin temel unsuru, tüm halkın gerçek kurtuluşu olacak ve hedefe silahlı mücadeleyle, günümüz koşullarında emperyalizmin III.Bunalım döneminde ise silahlı propagandayla varılacaktır. Bu zamanımızdaki tarihin nesnel yasasıdır. Silahlı propaganda, oligarşi ile uzlaşmak için hareket etmekten ziyade, Devrimci İktidar sorununu gündeme taşıyan ve oligarşinin “yasallığını” yıkmak ve bu “yasallıkla” mücadele etmek üzerinden işler. Belli grupların, kitleler üzerinde yanılsama yaratmak için kullandığı “demokrasi” sözcüğü üzerinden, sömürücü sınıfların diktatörlüğünü mazur göstermek amacıyla “demokrasinin” inşa edilmesini kabul edemeyiz. Demokrasinin yurttaşlara verilen az ya da çok belirli özgürlüklerin kazanımı anlamında kullanılmasına ve böylece kavramın içini boşaltmaya yarayan tanımlamaları bizim kabul etmemiz mümkün değildir. Demokrasi bizim için iktidarı ele alma sorunsalı ile yan yana gider, bu yüzden biz salt demokrasiyi değil halk demokrasisini sahipleniyoruz.

Haliyle Marksist-Leninistler, silahlı propagandayı Parti-Cephe’nin politik çizgisi üzerinden düşünür ve ona bağlı olarak uygularlar. Silahlı propaganda, halkımızın, ulusal bağımsızlığı, halk demokrasisini ve sosyalizmi kazanmak için yürüttüğü halk savaşının günümüzdeki biçimidir. PASS(Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi) devrimi kitlelerin eseri ve devrimci şiddeti kitlelerin şiddeti olarak gören Marksizm-Leninizmin devrimci şiddet görüşünün yaratıcı uygulamasından başka bir şey değildir. Bu nedenle, PASS, devrimci şiddet, kitlelerin politik güçleri ile halkın devrimci silahlı güçlerinin ve kitlelerin politik mücadelesi ile silahlı mücadelenin birleşimi olmak zorundadır. Sadece bu şiddet görüşünü doğru ve tam olarak kavrayarak tüm halk güçlerini harekete geçirmek ve örgütlemek olanaklıdır.

“Herşeyden önce, mücadelenin bu biçiminin sonuca ulaştırmak için bir araç olduğunu vurgulamalıyız. Her devrimci için temel ve zorunlu olan bu sonuç, politik iktidarın ele geçirilmesidir…  Buradan doğrudan doğruya şu soru ortaya çıkıyor: Gerilla savaşı, Latin-Amerika’da iktidarın ele geçirilmesi için tek formül müdür? Ya da her ne olursa olsun egemen mücadele biçimi mi olacaktır?... Polemiklerde, gerilla savaşına girişmek isteyenler, kitle mücadelesini unutmakla eleştirilmektedir., sanki gerilla savaşı ile kitle mücadelesi birbirine karşıtmışlar gibi. Bu görüş açısının ima ettiği şeyleri reddediyoruz, gerilla savaşı bir halk savaşıdır; halkın desteği olmadan savaşın bu biçimini yürütmeye kalkışmak kaçınılmaz bir felaketin başlangıcıdır. Gerilla, belirli bir bölgede belirli bir alana yerleşmiş, olanaklı tek stratejik sonuca ulaşmak için, yani, iktidarın ele geçirilmesi için bir dizi askeri eylemi gerçekleştirmek amacıyla silahlanmış halkın savaşçı öncüsüdür. Gerilla tüm bölgenin ve alanın köylü ve işçi kitleleri tarafından desteklenir. Bu önkoşullar olmadan gerilla savaşı olanaksızdır.” (Che, İki Üç Daha Fazla Vietnam, Sayfa:34)

Che’den de gördüğümüz gibi silahlı mücadeleyi “geleceğe” bırakanların söylediğinin aksine PASS halktan kopuk bir takım kişilerin halk için savaşması değildir. Aksine PASS halkın desteği olmadan, halkın katılımı olmadan uygulanması imkansız bir şeydir. PASS, halkın yoğunlaşmış kitle mücadelesinden başka bir şey değildir ve günümüzde bilindik anlamda “kitle mücadelesi” yapmanın tek koşulu PASS’dir. Emperyalizme teslim olanların bu kadar çok PASS’ye ve “öncü savaşına” vurmasının elbette sınıfsal (oligarşiye biat etmiş) bir yanı var!

Bizler, yani emperyalizmle ve oligarşiyle uzlaşmayanlar olarak, oligarşi ile mücadele ederken stratejik olarak ondan üstün olmamızın rehavetine kapılmadan, düşmanın bizden taktik üstünlüğü göz önüne alarak hareket etmeliyiz. Oligarşi bizden her zaman askeri ve teknik olarak daha fazla güce sahiptir ve biz iktidarı ele geçirene kadar da bu böyle olacaktır. Silahlı propagandayı zafere taşıyacak olan bizim askeri anlamdaki gücümüz değil, kitlelerimizin sahip olduğu moral ve ideolojik güçtür. Silahlı propaganda, kısıtlı imkanlara rağmen oligarşi ile mücadele edilebileceği ve ona zarar verebileceğini gösterdiği için kitleler ile oligarşik diktatörlük arasında hasıl olan suni dengeyi yıkacak temel yöntemdir. Kitleler, PASS başladıktan sonra oligarşiye indirilen aralıksız darbeler sayesinde halk saflarına çekilmiş olacak ve öncüsüyle diyalektik bir ilişki halinde moral ve politik bir bütünlük gösterecektir. Sürekli gelişmeyen bir devrim, gerileyen bir devrimdir ve savaşçılar morallerini ve inançlarını yitirmeye başlamışlarsa ortada yürütülen PASS bulunmamaktadır.

PASS ya da kurtuluş savaşı, kural olarak üç aşamaya sahiptir. Birinci aşama, küçük gücün düşmana küçük darbeler indirdiği stratejik savunma aşamasıdır; ancak bu savunma, düşmana saldırı yeteneğini içinde taşımalıdır ve bu saldırı yeteneği sürekli olarak geliştirilmelidir. Bu saldırı yeteneği, zaman içinde halk güçlerinin katalizör karakterini belirler. Yani PASS, pasif bir kendini savunma değildir; saldırarak savunmadır. Bu güç, pasif savunma yapmak için küçük bir çember içine sığmaz, ama onun savunması, gerçekleştirebileceği sınırlı saldırıdan oluşur. Bundan sonra düşmanın ve gerillanın eylem olanaklarının dengede olduğu bir aşamaya ulaşır. Ve son aşama, büyük kentlerin ele geçirilmesine, büyük çaplı kesin sonuçlu çarpışmalara ve sonuçta düşmanın topyekün imhasına götürecek olan baskı ordusunun kuşatılması aşamasıdır.

PASS yürütülürken mücadelenin bir unsuru olarak düşmana karşı hissettiğimiz kin, bizim zafer kazanmamızda kilit rol oynayacaktır. Düşmanın “doğal olarak” bize karşı duyduğu acımasız kin, bizi insanın doğal sınırlarını aşan ve onun ötesine geçen, insanı etkin, şiddetli, seçici ve soğuk bir ölüm makinesine dönüştürmeye zorlayacaktır. PASS yapan savaşçıların böyle olması gerekmektedir. Aksi takdirde hezimet kaçınılmazdır. Hatice Aşık’ın son mermisine kadar savaşıp sonrasında teslim olmayarak düşmana taş atması PASS’in muhteşem bir uygulaması olurken, uzlaşmacı solun bu eylem sonrasında yaptığı açıklamalarının ne kadar karşı devrimci olduğunu bir kez daha hatırlarken kimin “Bolşevik” kimin “narodnik” olduğu bir kez daha açığa çıktı! Hatice Aşık’ın yaptığı eylemi “insan harcamak” şeklinde tanımlayan sol, böylece hem Marksizmin tarihsel mirasına hem de devrime ihanet etmiştir. Aşağıdaki Vietnam örneğinde görüldüğü gibi M-L’nin tarihsel savaş deneyimi: “Tüfeği olanlar tüfekleriyle, kılıçları olanlar kılıçlarıyla, kılıçları olmayanlar çapayla, sopayla, kazmayla savaşırlar” tezi üzerinden hareket eder. Hatice Aşık tek yaptığı şey Marksizmin tezlerini pratiğe dökmekten ibarettir ve böylece işçi sınıfı içindeki oligarşinin objektif ajanlarının öfkesini kendine çekmesinden ve eylemin içeriğinin boşaltılmaya çalışılmasından daha doğal bir şey olamaz.

“Başkan Ho Chi  Minh, Aralık 1946’daki konuşmasında şunları söyledi: “Erkek ve kadın, yaşlı ve genç, dini inançlara, politik bağlara ve ulusallığa bakılmaksızın tüm Vietnamlılar anayurdu korumak için Fransız sömürgecilerine karşı savaşmak için ayağa kalkmalıdırlar. Tüfeği olanlar tüfekleriyle, kılıçları olanlar kılıçlarıyla, kılıçları olmayanlar çapayla, sopayla, kazmayla savaşacaklardır.”… Başkan Ho Chi  Minh, yiğitlik ve gözüpeklikle dolu dört bin yıllık tarihinde “Vietnam ulusunun en iyisinin simgesidir”, işçi sınıfının devrimci ruhunun simgesidir. Bize “hiçbir şey bağımsızlık ve özgürlükten daha değerli olamaz”ı anımsattı, biz de “bağımsızlığımızı kaybetmek ve yeniden köle olmaktansa her şeyimizi feda etmeye hazırız”. Yine Ho Chi  Minh, “Sadece sosyalizm ve komünizm, dünyadaki ezilen halkları ve emekçileri kurtarabilir” dedi.”( Vo Nguyen Giap, Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı)

Oligarşi Bizi Neden İdam Etmek İstiyor?

Şimdilik üzeri örtülmüş bir konu olsa da idam konusunun ülkemizde iyi tartışılmadığını düşünüyorum. Vasat sol kafalar tam burjuva düzlemde bu konuyu tartışmış ve idama evet-hayır dikatomisi üzerinden görüşlerini beyan etmişlerdir. Aslında idam konusunda ilkesel bir tavır almak bile bizim için çok yanlış olsa da şimdiki konjonktürde idam, politik olarak direkt bize yönelik çıkarılmak istediğinden biz tabi ki bu tarihsel süreçte idamı desteklemeyeceğiz. Ancak şu ana kadar açıkladığımız şeyler aslında sorunun özüne dair hiçbir şey açıklamamaktadır. Nasıl oldu da idama karşı sözde tutarlı siyasal görüş birliği varken günümüzde bir kısım oligarşik kanat tekrardan idamı istedi? Bu konu çok uzun olduğundan tarihsel değil politik olarak bu konuyu açıklamak yeterli olacaktır. Bilindiği üzere henüz merkezi bir devlet yapısı oturtulmadan önce insanlar sorunlarını kısasa kısas biçiminde çözmekteydi yani x kişisi birini öldürdüğünde y kişisi x kişisini öldürebilirdi. Kolektif değil bireysel güç üzerinden ilerleyen bu süreç tam da “doğa durumuna” uygun bir şekilde ilerlemekteydi. Ancak ilerleyen tarihsel süreçlerde merkezi devletlerin yani toplumun bir kesimi üzerinde küçük bir azınlığın çıkarını savunan bir kesimin açık terörist diktatörlüğünün ortaya çıkmasıyla bir kısım siyasal teorisyenler şöyle bir görüş ileri sürmüşlerdir: 

“Ama toplum içinde, herkesin tüm güçleri, tek kişiye karşı silahlandığında, hangi adalet ilkesi ona diğerini öldürme yetkisi verir? Hangi gereklilik öldürenin suçunu bağışlar? Ele geçirdiği düşmanlarını öldüren bir fatihe barbar denilir. Silahsızlandırıp cezalandırabileceği bir çocuğu boğazlayan yetişkin bir adam, bir canavar olarak görülür. Toplum tarafından mahkum edilmiş bir suçlu, yenilmiş ve güçsüzleşmiş bir düşmandan başka bir şey değildir. Toplum karşısında o suçlu, yetişkin insan karşısındaki bir çocuktan daha zayıftır.” (Robespierre, Ayaklar Baş Olunca)

Görüldüğü gibi devletin kolektif şiddetine maruz kalan bir birey artık güçsüzleşmiş bir düşmandan başka bir şey olmadığı ve devlet tarafından “zararsız” hale getirildiği için artık o kişinin “idam” edilmesi devlet tarafından bir zaruret değildir. Hatta bir kişinin idam edilmesi devletin acziyetini ve toplum karşısındaki güçsüzlüğünün göstergesidir. Çünkü devlet karşında zayıf duruma düşmeyen bir “düşman” nihai olarak “öldürülmeyi” hak eder. Tarihsel bunalım dönemlerinde, idam, bunalım döneminden önce yasak olsa da bir takım güç odakları “tükürdüklerinin yalamak zorunda kalarak” tekrardan yürürlüğe koymuşlardır. Roma’da Sylla, Octavianus, Tiberius, Caligula dönemlerinde belli “suçların” “idam” ile cezalandırılması bu kişilerin vahşetinden ziyade dönemin krizini soğurtma çabalarından başka bir şey değildi. Tam da bu nedenle Tayyip Erdoğan’ın “idam” istemesi de umutsuz bir şekilde kendi içinde bulunduğu krizi soğurtma çabasından başka bir şey değildir. Ancak Sylla, Octavianus, Tiberius, Caligula kendi krizlerini soğurtamadılarsa, Bonapart, Batista, Pinochet, Videla, Somoza çok güçlü olmalarına rağmen halkın adaletinden kaçamadılarsa Tayyip Erdoğan ve şürekası da halkın adaletinden kaçamayacaktır. Ülkemizdeki emek sömürüsüne, emperyalizmin gizli işgali altında olmasına karşı olduğumuz için yaptığımız siyasal edimlerden ötürü “idam” edilmek isteniyoruz ancak tarih, yasallık üzerinden değil meşruluk üzerinden hareket eder ve yasal olan şey meşruluğu olmadığı için caydırıcı bir araç olarakta işlevini sürdüremez. Bu yüzden tarihsel meşruluğun bizden yana olduğunun bilinciyle hareket etmek çok önemlidir.
Meşruluk Zeminin Zirvesi: Halkın Adaleti Nedir ve Nasıl İşler?

Kendisinden önceki egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amaçlarına ulaşabilmek için kendi çıkarlarını, toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarları gibi göstermek ya da ideal biçimde ifade edecek olursak, düşüncelerine tümellik kazandırmak ve onları tümel olarak geçerli yegane rasyonel düşünceler olarak sunmak zorundadır. Devrimci sınıf, daha başından itibaren, sırf, bir sınıfın karşısına çıktığı için, sınıf olarak değil bütün toplumun temsilcisi olarak sahneye çıkar; tek egemen sınıfın karşısında, toplumun tüm kütlesi görünümündedir.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi, Sayfa:53-54, Evrensel Basım Yayın)

Marks, çok net bir şekilde egemen sınıfın yerini alacak olan her sınıf ya da sınıfların amaçlarına ulaşabilmek için kendi çıkarlarını toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarı gibi göstermek zorunda olduğunu belirtir. Bu yüzden burjuvazi iktidarı ele geçirdiğinde kullandığı “adalet” kavramını toplumun tümüne genişlettiyse halkta kendi iktidarını inşa etme sürecinde kendi adalet anlayışını toplumun geri kalan kesimlerine “zorla” benimsetmek zorundadır. Bu da halkın adaletinden başka bir şey olamaz. Bazı kesimler, devrimci-demokratik örgütlerin “adalet istiyoruz “adalet için Ankara’ya yürüyoruz” şeklindeki kampanyalarını “yanlış” anlayarak, bu eylemleri Marksizmin dışına itmeye çalışmaları tam anlamıyla oligarşinin düzleminde siyaset yürütmenin bir belirtisidir. İlk önce “adalet” tanımına bakıp halkın adaletinin nasıl icra edileceğine değineceğiz:

Sömürüye dayanan bir sistemde hukuk ve adalet egemenlerin çıkarlarına göre şekillenmiştir. Ve sınıflı toplumlar var olduğu sürece adaletsizlik de olacaktır…Kapitalizm hukuku adaletsizlik üretir. Bizlerse adaletsiz sistem karşısında “adalet istiyoruz”. Yani diyoruz ki “başka bir toplumsal yapı istiyoruz…Aradığımız adalet bizlerdedir, halkın ellerindedir. Çünkü yozlaştırılan, aşağılanan, katliama uğrayan açlık-yoksulluk çeken biziz, yetmiş milyon halktır. Bu nedenle adalet bizlerin ellerindedir. Uygulanacak adalet halkın adaleti olacaktır. Ve gerçek adaleti halk sağlayacaktır.”(Devrimci Sol, Sayı,24)
Görüldüğü gibi “adalet isteyenler” yukarıda değindiğimiz gibi Marks’ın “kendisinden önceki egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amaçlarına ulaşabilmek için kendi çıkarlarını, toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarları gibi göstermek” mantığından ilerlemektedir. Haliyle bir korsan ile egemenleri ayıran şeyin ilkinin tek gemisi olmasıyla ikincisinin koca bir filoya sahip olmasıdır. Özetle farkları niteliksel değil nicelikseldir.  Aynı şey oligarşik diktatörlük ile mafya arasında da vardır. Bundan dolayı adaleti, adalet savaşçıları sağlayacaktır ve bu adalet PASS ile gerçekleşecektir. Hepimizin sandığının aksine bu adalet mahkeme ile değil savaşçıların namlusuyla sağlanacaktır. Robespierre bu konuda bizi aydınlatıyor:
 “Suçluların tek tip kurallarla yargılanmasına alışık olduğumuz için, doğal olarak herhangi bir biçimde ulusun kendi haklarına tecavüz eden bir kişiyi cezalandırmasının farklı durumlarının olabileceğine inanmama eğilimdeyiz, ve bir jüri, bir mahkeme, bir duruşma görmedikçe adaletin bulunmayacağına inanıyoruz. Hatta bu terimlerin bizim normal olarak kullandığımız terimlerden farklı fikirlere uygun olduğunu gördüğümüzde de hayal kırıklığın uğruyoruz. Alışkanlığın doğal egemenliği öylesine büyük ki, en keyfi sözleşmeleri, bazen en çürümüş kurumları, gerçeğin ya da yanlışın, adaletin ve adaletsizliğin mutlak ölçütü olarak görüyoruz.” (Robespierre, Ayaklar Baş Olunca)

Zorbayı yargılamak, PASS’dir; karar, onun iktidarını yıkmaktır; hüküm, halkın özgürlüğü ne gerekiyorsa odur. Halklar mahkemeler gibi karar vermezler; hüküm vermezler, onlar şimşeklerini yağdırırlar; halk düşmanlarını mahkum etmezler, onları toprağa gönderirler ve halkın bu adaletidir, mahkemedeki kadar adildir geçerlidir. Sonuç olarak bazı tartışmalardaki soru işaretlerini açıkladığımıza göre Parti-Cephe savaşçılarının ve hedeflerinin ne olduğunu biraz daha berrak hale getirebildiysek ne mutlu bize. Yaşasın Halkın Adaleti!

22 Ekim 2016 Cumartesi

Amerikan Faşizmi (G. Petrov)

Amerikan Faşizmi
G. Petrov

Amerikan emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrası saldırgan ve yayılmacı yönelimleri, Amerika Birleşik Devletleri'nin iç ve dış politikasında ifadesini buluyor. Dünya üzerinde Amerikan egemenliği kurmayı amaçlayan yeni bir savaşın ateşli hazırlıklarına, burjuva demokratik özgürlüklerin ortadan kaldırılması ve ABD'de toplumsal yaşamın faşistleştirilmesi eşlik ediyor.

Faşizm, emperyalizmin en tiksindirici yüzü, en iğrenç ifadesidir. Lenin’in "en kudurmuş emperyalizm" olarak tanımladığı Amerikan emperyalizminin, şu anda iç ve dış politikasında çözümü faşizmde araması da bir rastlantı değildir. “Dış politikanın esas unsurları olarak şovenizm ve savaş hazırlıkları, işçi sınıfının ezilmesi, gelecekteki savaşta cephe gerisini güçlendirmek amacıyla gerekli bir araç olarak görülen iç terör: İşte bütün bunlar günümüz emperyalist politikacıların üzerinde en fazla uğraştıkları şeylerdir."(1) Stalin’in SBKP(B)'nin 17. Kongresi'nde söylediği bu sözler, aynı şekilde ABD'nin günümüzdeki politik yapılanmasını da açıklıkla ifade ediyor. Wallstreet borsasındaki efendilerin, Alman faşistleri ve Japon militaristlerinin çürük ideolojilerinden aldıkları çok şey var; ancak Amerikan emperyalizminin ırkçı, şoven teorileri ve dünya üzerinde egemenlik kurma planlan, Hitler ve Göring, Tanaka ve Tojo’dan çok daha öncelere kadar uzanır. "Tanrı bin yıldır, İngilizce konuşan ırklarla Germen ırkları, önemsiz ve sıkıcı uğraşlar peşinde koşmaları ve kendilerine hayran olmaları için hazırlamadı. O, Amerikan halkını dünyanın manevi yenilenme ve yönlendirmesini gerçekleştirmek üzere, seçilmiş ulus olarak belirledi, işte Amerika'nın ilahi misyonu budur."
Senatör Albert Beveridge'in Ocak 1900'de Amerikan Senatosu'nda söylediği bu sözlerin üzerinden yarım yüzyıl geçti. Günümüzde bu plan ve amaçlar Amerikan tekelleri tarafından daha da arsızca dile getiriliyor. Amerika'nın generalleri ve diplomatları, işadamları ve sahte bilim adamları, satın alınmış gazetecileri ve yazarları, alaycı bir açıklıkla ABD'nin "dünya misyonu"nun ve dünyaya egemen olma planlarının çığırtkanlığını yapmaktadırlar. 1945'te savaşın bitiminden hemen sonra, tanınmış işadamı John Foster Dulles, başkanı olduğu Ulusal Sanayiciler Birliği'nin bu oturumunda, ABD'nin dünyanın
ahlaki liderlik rolünü üstlenmesi gerektiğini söylemiş ve “19. yüzyıl İngiltere'nin yüzyılıydı, ama 20. yüzyıl da ABD'nin yüzyılıdır", diye eklemiştir.

ABD hükümeti tarafından 1947'nin sonlarında yayınlanan, “Amerikan Dış Politikası" başlıklı broşürde, Amerikan çıkarlarının “uluslararası boyutu”na değinilmiş, "dünya meselelerinde ABD’nin öne çıkmış önderlik konumu”na ilişkin iddia ifade edilmiştir. Daha sonra bu görüşler Truman ve Acheson tarafından da hararetle dile getirilmiş; Truman Amerikan Kongresi'ndeki bu konuşmasında, “Amerikan yaşam tarzı”nın bütün toplum ve uluslara yayılması gerektiğinden söz etmiştir. General Eisenhower "Ülkemiz birlik olursa, dünyaya hükmedebilecektir” diyerek, gözü dönmüş generallerin de politikacılardan geri kalmadığını göstermiştir.

Tekelci basın da aynı küstahlıkla kendini açığa vurmakta sakınca görmüyor. “United States News and World Report" isimli gazetede yayınlanan, “ABD dünya polisliği rolünde" başlıklı yazıda, "ABD gelişmiş bombalama gücü ve bunun bütün dünyaya yayılan bir ağ şeklinde konuşlandırılması sayesinde, başka hiç bir ülkenin yardımına ihtiyaç duyulmadan, dünya üzerinde polisiye denetimi sağlama olanağına sahip olacaktır” deniyor.

Demek ki, dünyanın ahlaki önderliği ve manevi yenilenmesi, bombardıman gücünün ve askeri destek noktalarının yardımıyla gerçekleşiyor. Dünyanın jandarması ABD. Wallstreet'in "barış sözcüleri"nin kendilerine biçtiği rol işte budur. Amerikan emperyalizminin peygamberleri, yeni yeni faşist teori ve doktrinleri gündeme getiriyorlar. Bu kişiler Alman faşistlerinin gerçekleştirmek istedikleri “yaşam alanı"nın yerine, “güvenlik çemberi" ve "esnek ABD sınırlan" tanımlamalarını getiriyorlar. ABD’li strateji uzmanlarının yorumlarına göre, belirlenecek olan bu sınırlar bütün dünyayı da kapsayabilir. örneğin ABD'nin sınırlarının nasıl tanımlanması gerektiği hakkında, Amerikalı politikacılar ve Kongre üyeleri şunları söylemekteler: “Bu sınırların var olması gerekmiyor." ABD Temsilciler Meclisi üyesi Paudge, “hepimiz biliyoruz ki, Amerikan savunma hattı, Batı Avrupa ve Doğu Asya’da olduğu gibi, iki kutup arasında daha yüzlerce bölgeye dağıtmalıdır" diyor. Gerçekten de ABD savunması için oldukça geniş bir hat! Aynı şekilde ABD’li jeopolitikçi Weller, “ABD sınırları”nı aynı şekilde büyütmektedir. Ona göre sınır, “ABD uçaklarının bombalayabileceği ve paraşütçülerinin atlayabileceği her yerdir. Bugün ABD’nin sınırlan nerededir? sorusuna verilecek yanıt, sınırın hiçbir yerde ve her yerde olduğudur. Amerika’nın savaşı bütün yerkürede sürüyor."

Açıkça görülmektedir ki; ABD'nin savunma ve güvenlik gerekçeleri, Amerikan militaristlerinin dünyaya egemen olma, Amerikan emperyalizminin dünya imparatorluğu kurma planlarının propagandası için kullanılan, uydurma bahanelerdir. Bütün faşist rejimlerin karakteristik özelliklerinden biri olarak ırkçı propaganda, halkın politik ve moral olarak çöküntüye uğratılması için kullanılan araçlardan biridir. ABD'de, insanlık düşmanı ırkçı düşüncelerin ve vahşi bir milliyetçiliğin yayılması için çaba gösterilmektedir. Daha 1919 yılında Amerikalı sahte bilimci Scott Nearing, Amerikalıların “süper ırk" olduğunu iddia etmiştir. Amerikan ırkı teorileri daha sonraları da abartılmış bir şekilde ortaya atılmaya devam etti. Hitler'in kuzey ırklarının “üstün" ırklar olduğunu iddia ettiği sıralarda, John Foster Dulles de, 1938 yılında yayınladığı "Savaş, Banş ve Değişimler" isimli kitabında, Amerikalıları kahraman bir ulus olarak niteliyordu. Hitler faşizminin “aşağı ırklar” tanımlamasının yerini Dulles'te "şer ulusları", yani kötülüğe eğilimli uluslar, toplumlar almaktadır. Tahmin etmenin güç olmadığı üzere, bu “aşağı” uluslarla kastedilen kendileri dışındaki bütün uluslardır ve Dulles'in "teori"sine göre bu diğerleri, “kahraman Anglo-Sakson ulus" tarafından yönetilmelidir.

Churchill'de, histerik Fulton konuşmasında Anglo-Sakson ırkının üstünlüğünü iddia etmekte ve Dulles ile aynı telden çalmaktadır. Anglo-Amerikan emperyalistlerinin bütün bu çılgın yalanları, akla Mark Twain’den şu nükteyi getiriyor: Eski bir asker, "Dünyanın bütün kenarlarına doğru" isimli kulüpte şöyle bir konuşma yapar: "Biz Anglo-Sakson ırkının bir parçasıyız, eğer bir Anglo-Sakson bir gün bir şeye ihtiyaç duyarsa, gider ve alır.” Mark Twain'in kendisinin de sonradan açıkladığı gibi, "biz İngiliz ve Amerikalılar hırsız, soyguncu ve haydutlarız ve bundan gurur duyuyoruz" görüşü ortaya konulmuştur. Mark Twain bugünkü Churchill, Dulles ve diğer Anglo-Amerikan ırkçı faşistlerinin düşünce yapısına karşı bizleri çok önceden uyarmıştır. ABD’nin dünya egemenliği politikasını haklı göstermek için özel bir felsefe dahi geliştiriliyor: Bu felsefe, korsanlığın, haydutluğun ve yamyamlığın felsefesidir. Okumuş yamyamlardan Vogt, Avrupa halklarının “istikrarlı hale getirilebilmesi" zorunluluğunu da kendince hesaplamıştır. Bu amaçla Avrupa halkını aç bırakıp, nüfusunu üçte birine kadar azaltmak fikrini bile ortaya atmıştır. Bu yeni Malthusçu, "aşağı ırkların" köklerinin kurutulmasını söyleyen faşist teoriyi tekrardan uyandırmaktadırlar.

Elliot Amold'un ABD'de yayınlanmış yeni bir romanında, romanın kahramanı olan Amerikalı general emrindeki birine şunu söyler: "Siz savaşlarda en önemli şeyin, birinin bazı ilkeler için eline silahı alıp, ileriye atılması ve bu ilkeler uğruna ölmesi olduğunu sanıyorsunuz. Ama esas önemli olan, bu birinin bütün ilke ve düşünceleri unutmasıdır..." Amerikan askerleri, merhametsiz ve acımasızca, barış içindeki şehirlere atom bombası atacak, gemileri batıracak, köyleri yakıp yıkacak, yağmalayacak, insanları öldürecek ve böylelikle Wallstreet'in paragözlerinin karlarına kar katacak şekilde eğitiliyorlar. Faşizm savaş demektir; halkların üzerinde kesin bir iktidar sahibi olmanın savaşı. Bütün faşist diktatörlerin ortak noktası, dünyayı yönetme “hakkı"nın kendilerinde olduğunun herkesçe kabul edilmesini dayatmalarıdır. Amerikan gericiliği, hayali bir "dünya hükümeti" düşüncesine esin vermekte ve bu yöndeki bütün kozmopolit hareketleri desteklemektedir. Halklardan ulusal egemenliklerini, hayali ve “genel" bir “uluslararası” refah için feda etmeleri istenmektedir.
ABD’nin emperyalist yayılma çabalarının üzeri, “demokrasinin kurtarılması" yalanı ile örtülmektedir. Aynı ABD açık bir şekilde, İspanya, Yunanistan ve Yugoslavya'daki faşist rejimleri de desteklemektedir. Amerikan faşistleri, Batı Almanya ve Japonya'da militarizmin ve faşizmin yeniden canlandırılmasını da teşvik de etmektedirler. Amerikan propagandasının özde bütün çabası, halklarda ülkelerin arasında eşit ve ortak bir ilişkinin olanaksızlığı ve savaşın kaçınılmazlığı düşüncesinin yerleştirilmesidir. Wallstreet’in eğitimli uşaklarından Burhanı, “Dünya Egemenliği Kavgası” adlı kitabında şöyle yazıyor: “Dış politikanın amacının aslında barış olamayacağının kabul edilmesi gerekir." Buna, başka bir okumuş savaş kışkırtıcısı şunları ekliyor: "Uluslararası ilişkilerde savaş ve yıkım da dahil olmak üzere, şiddetin bütün biçimlerine izin verilmiştir.”

Amerikan yönetici çevrelerinin emperyalist girişimleri, kendini "Marshall Planı" ve saldırgan Kuzey Atlantik Paktı çerçevesindeki çılgınca silahlanma yarışında açığa vuruyor. Kuzey Atlantik Paktı, tıpkı Hitler ve Mussolini arasındaki kötü şöhretli pakt gibi, barışa ve halkların güvenliğine karşı haince bir komplodur. İngiliz yazar Bernard Shaw’a bir keresinde neden Amerika’yı ziyaret etmek istemediği sorulduğunda, verdiği yanıt, “Amerika'ya gitme konusunda kaygılarım var. Her ne kadar kara mizahın klasiği olarak nitelendirilsem de, özgürlük Abidesi'ne bir kereliğine bile bakamayacağımı düşünüyorum" olmuştur. Gerçekten ABD’de özgürlük ve demokrasiden geriye kalan, Amerikan halkının ve diğer ülkelerdeki iyi niyetli insanların kafasını karıştırmak için kullanılan bir reklam panosundan ibarettir.

Günümüzün Amerika'sı tekellerin diktatörlüğünün ülkesi, halka yönelik acımasız baskı ve sömürünün ülkesidir. ABD bir polis devletidir. Lenin'in daha otuz yıl öncesinden söylediği gibi, bütün toplum üzerinde sermayenin ve bir avuç milyarderin iktidarı, hiç bir yerde Amerika'da olduğu kadar kaba ve rezil bir şekilde hakim olmamıştır. Lenin bugün de güncelliğini korumaktadır. Gerçekte ABD, sanayi ve finans sektörünün büyük bir kısmına sahip olan birkaç düzine aile tarafından yönetilmektedir. Devasa bir zenginliğe konan bu grup, kongreye ve hükümete, bakan ve diplomatlara, general ve gazetecilere kendi isteklerini dikte ettirmektedir.

Beyaz Saray'ın arkasında, Morgan, Rockefeller, Mellon, Ford, Du Pont, Vanderbild ve benzerlerinin "altın hanedanlıkları" dikilmektedir. Dünya egemenliği ve ABD'nin dünya imparatorluğu gibi çılgınca planların arkasında da, bunlar bulunmaktadır. Amerikan tekelleri bütün dünyayı soymak ve halkları Wallstreet'in uysal köleleri haline dönüştürmek istemektedirler. Amerikan yayıncı Lundberg, “Amerika'nın altmış ailesi” kitabında şöyle yazıyor: "ABD günümüzde en zengin altmış ailenin hiyerarşisi tarafından yönetilmekte, bunları serveti biraz daha küçük doksan zengin aile izlemektedir. Bu aileler, ABD'ye hakim olan sanayi oligarşisinin çekirdeğini ve can damarını oluşturmakta, bilfiil hükümetini belirlemektedirler, işte ABD’nin gerçek hükümeti budur: Resmi olmayan, görünmeyen, gölgede duran bir hükümet. Bu, dolar demokrasisinde paranın hükümetidir." ABD'li finans tekelleri, ülkenin en önemli ekonomik alanlarını ahtapot gibi sarmakta, milyonlarca emekçinin gücünü sömürmekte ve onların emeğini paraya çevirmektedirler. Morgan finans tekelinin sermaye yatırımları kırk milyar dolan geçmektedir. Bu tekel, iki yüzden fazla büyük sanayi ve ticaret şirketini kontrolünde tutmaktadır. Rockefeller'in zenginliği petrole dayanmaktadır. Bu ailenin toplam malvarlığının altı buçuk milyar dolar olduğu tahmin edilmekte, yıllık gelirleri ise otuz ile elli milyon dolar arasında değişmektedir. Bundan önce de belirtildiği gibi Amerikan hükümeti işte bu büyük Amerikan tekellerinin kontrolündedir. Bu tekellerin resmi organları da, -on altı bin şirketin bağlı bulunduğu Ulusal Sanayi Birliği ve üç bine yakın şubesiyle ticaret odası- ABD'nin iç ve dış politikasını belirlerler.

Amerikan tekellerinin kurmayları On ikiler Kurulu olarak da bilinen, ABD'nin gizli yönetimini kurdular. Bu On ikiler Kurulu'nda büyük tekellerin en büyüklerinin şefleri yer alıyor. Gizli oturumlarını özel dedektiflerin koruduğu bu kurul, ABD’nin dış politikasını belirlemekte ve ülkenin iç politikasını yönlendirmektedir. Wallstreet'te kapalı kapılar ardında "Truman Doktrini" ve “Marshall Planı" vaftiz edildi, yine burada köleci Taft-Harley Sözleşmesi ve başkanın devlet memurlarının sadakatleri hakkında araştırma yapılması emri yazıldı. On ikiler Kurulu, Kongre'nin bileşimini belirlemekte, başkanın seçilmesini sağlamakta, bakanları belirlemektedir. Senato ve Temsilciler Meclisi seçimleri de, tamamıyla Amerikan tekellerinin denetimindedir. Vekillerin çoğunluğu Wallstreet'in ajanlarından oluşmaktadır ve bunlar paralarını sanayici ve bankerlerden aldıkları için onlara bağlıdırlar. Vekillerin “özgürlüğü" de pratikte sadece kağıt üstündeki bir kurgudan ibaret. Rüşvet, hile, kandırmaca, terör ve haydutça metotlar, bütün kirli yöntemler, tekellerin sadık hizmetçilerinin kongreye girmeleri için kullanılmaktadır. Stalin'in de dediği gibi, bu sistem her ne kadar genel seçimleri içerse de, sonuçta iktidara Rockefeller'in yaratıklarını getirir. Günümüzdeki ABD Kongresinin bileşimi, Amerikan demokrasisinin sahteliğinin açık bir göstergesidir. Seksen birinci kongredeki temsilcilerin dağılımı şöyledir: 301 hukukçu, 97 işadamı, 46 çiftçi, 21 gazeteci, 66 serbest meslek sahibi, 46 tane de diğer Wallstreet uşağı. Kayıtlı seçmenlerin yüzde ellisini oluşturan sanayi işçilerinin kongrede temsilcileri bulunmamakta ve 14 milyon siyah, temsilciler meclisinde sadece iki üye ile temsil edilmektedir.

ABD Komünist Partisi'nin başında bulunan William Foster, “bu kapitalist Kongreyi demokratik olarak nitelendirmek, demokrasi kelimesine kara çalmak demektir" demiştir. Amerikalı yazar Lincoln Steffens, kısa süre önce yayınlanan "Pislikte Deşinenler” isimli kitabında, “ABD Senatosu çürümüşlüğün ve hainliğin yuvasıdır" diye yazmaktadır. Bu durumda, ABD Kongresi'nin sadık bir şekilde, Wallstreet tarafından hazırlanmış saldırganlık planlarını onaylaması hiç de şaşırtıcı olmuyor. Kuzey Atlantik Paktı'nın tasdik edilmesi, Marshall Planı'nın onaylanması, Atlantik bloğuna dahil olan ülkelerin silahlanması için askeri bütçe ayrılması; işte bütün bunlar, Amerikan tekellerinin Kongre'deki işbirlikçileri tarafından halledilmektedir. Kongre sıralarından konuşan Cannons ve Paudges gibi savaş kışkırtıcıları, barış içinde yaşayan halkların üzerine barbarca bombalar atılmasının, yeni ve kanlı bir katliamın çığırtkanlığını yapmaktadırlar.

Tekeller, ABD yönetimindeki kilit mevkileri de ellerinde tutmaktadırlar. Amerikan Slavları Kongresi'nin bir oturumunda tanınmış politikacı Leo Krzycki bir kaç önemli sayı vermekte: “Devlet bürokrasisinde yetkili 96 memuriyetten 49'u bankerlerin, finans aristokrasisinin ve büyük sermayedarlara elinde olup, kalanı da onlara sadık hizmetkarlardan oluşmaktadır." örneğin müsteşar Dean Acheson'ın Rockefeller ailesiyle yakın ilişkileri bu çerçevede nitelendirilebilir. Acheson, “Du-Pont- Rockefeller Ethyl Corporation" un resmi danışmanıydı. Savunma bakanı Johnson, savaş uçakları imal eden "Consolidated Valty” şirketinin müdürüydü. William Foster, “Dünya Kapitalizminin Çöküşü" isimli kitabında şöyle yazıyor: “Hükümetimizin başındaki baylar, başkan Truman da dahil olmak üzere, Wallstreet'in kuklalarıdır sadece. Ancak günümüzde Wallstreet kodamanları hükümeti uzaktan kontrol etmekle yetinmemektedirler. Hükümetin önemli mevkilerine kendi adamlarını yerleştirerek zaten dolaysız bir şekilde yönetimin içerisinde yer alıyorlar. Başkanın çalışma odasından tutun, diğer önemli mevkilere dek Wallstreet'ten gelen kapitalistler oturmaktadır. Bütün bir gerici general ve amiral kalabalığı da yönetimin önemli yerlerine yerleştirilmiş ve aynı zamanda hatırı sayılır bir askeri gruba da dolaysız olarak sanayinin yönetiminde yer alma olanakları sağlanmıştır. Devlet aygıtının tekelci sermaye ile iç içe geçtiğinin kanıtı olan bu eğilimler, aynı zamanda kapitalizmin ülkede faşizme doğru ilerlediğinin uğursuz işaretlerinden biridir."

Devlet aygıtı ve askeri sınıf ile iç içe geçmiş bulunan Amerikan tekellerinin kurduğu işte bu örümcek ağı, ABD'nin faşistleştirilmesi de kolaylaştırılmaktadır. Amerikan emperyalizminin peygamberleri sıkça, partilerin, politik grupların ve muhalefetin sözde “özgürlüğü" ile ve adı kötüye çıkmış olan çok partili sistem ile övünmektedirler. Gerçekte ABD'de sadece iki parti -emperyalist burjuvazinin partileri- özgürlüğün tadını çıkarmaktalar. Fakat herkesçe bilinen, bu iki partinin -Demokratlar ve Cumhuriyetçiler-aslında aynı partinin iki şubesi olduğudur: Savaşçı emperyalizmin ve savaşın partisi.

ABD'de demokratik özgürlükleri savunan, barış isteyen ve savaş tehlikesine karşı mücadele eden, ilerici parti ve demokratik organizasyonlar amansız bir baskı altındadırlar. Amerikan makamları Komünist Parti'yi yönetimsiz bırakmaya ve partinin etkinliklerini olanaksızlaştırmaya çalışmaktadır. Komünist Parti'nin başkanına karşı yürütülen provokatif mahkeme sürecinin, ülkedeki ilerici demokratik harekete karşı düzenlenmiş baskı planlarının parçası olduğunu, gerici gazeteler bile çekinmeden yazmaktadırlar. "Liberty" gazetesi hukuki sürecin tamamlanmasına daha çok varken, "ilk silah patlamadan komünistleri yok etmeliyiz. On iki tanınmış komünist lidere karşı, Smith-Yasası'na dayanarak, şiddete başvurmak suretiyle hükümeti devirmeye çalışmak suçundan açılan dava başarıya ulaşacak olursa, bunu ülke çapında yüzlerce dava daha izlemelidir" diye yazmıştır. Yapay bir şekilde oluşturulmuş anti-komünist histeri, uzun zamandan bu yana bütün demokratik kuramlara ve özgürlük taraftan insanlara karşı soysuzca yöneltilmiş kitlesel bir baskı aracına dönüşmüştür. Henry Wallace yönetimindeki ılımlı İlerleme Partisi bile bu baskıdan payını almaktadır. Amerikan gerici politikalarını desteklemeyen, barışı savunan ve savaş karşıtı tavır alan bütün ilerici demokratik kuruluşlara, “Amerikan karşıtı" ve “devlet düşmanı" damgası vurulmaktadır. Devlet düşmanlarının yer aldığı kara listede, aralarında Amerikan-Sovyet Dostluk Konseyi, anti-faşist organizasyonlar ve ilerici kadın derneklerinin de bulunduğu 163 tane sosyal örgüt vb. yer alıyor. Amerikan yönetimi böylece, ilerici ve demokrat örgütler ve üyelerine karşı provokasyonu ve terörü meşrulaştırmaktadır.

Savaş sonrası Amerika'sında en gerici rollerden birini, Kongre tarafından kurulan “Amerikan Karşıtı Faaliyetleri Araştırma Komitesi" oynamaktadır. Bu komiteye ve birlikte çalıştığı "Amerikan İstihbarat Servisi"ne (FBI), ülkenin bütün vatandaşlarını takip etme ve soruşturma için sınırsız haklar verilmiştir. Kongre tarafından büyük çapta finanse edilen ve Ulusal Sanayiciler Birliği'nin etkisinde bulunan bu iki kuruluş, yaptıkları bakımından sadece Gestapo ile karşılaştırılabilir. Milyonlarca Amerikan vatandaşı, bu kuruluşlar tarafından gözetlenmekte, iftira ve casusluk mekanizmasıyla karşı karşıya kalmaktadır. Telefonların dinlenmesi, özel mektuplaşmaların açılıp okunması bu kuruluşların gündelik uygulamalarından biri olmuştur. İşletmelerde endüstri polisi adı verilen ve işçilerin politik eğilimlerini kontrol etme amaçlı birimler kurulmuştur. Dış basının bildirdiğine göre, FBI'ın Washington’daki altı katlı dev gibi binasında altmış milyon Amerikan vatandaşı için özel dosyalar toplanmıştır. Gizli servisin başı Hoover, servisinin 113 milyon parmak izine sahip olmasıyla övünmektedir. Bu parmak izlerinden 93 milyonunun, hiç suç işlememiş ya da hiçbir şeyle suçlanmayan insanlara ait olduğunu gene aynı kişi kabul etmiştir. Truman’ın 23 Mart 1947'de “Devlet Memurlarının Sadakatinin Araştırılması” emri, düşünce özgürlüğünü yok etmek için çıkarılmış gerici bir yasadır. Truman'ın bu emriyle, “yeterli kanıtların bulunduğu durumlarda, devlet memurları ABD'ye karşı bağlılık eksikliğiyle suçlanmakta ve çalıştıkları memurluklardan uzaklaştırılabilmektedirler. Spivak "Amerikan Faşizmi" isimli kitabında, Truman’ın bu emrinin Amerikan Ticaret Odası tarafından hazırlanıp verildiğini kanıtlamaktadır.

Daha şimdiden iki buçuk milyondan fazla Amerikalı memur, komisyonda soruşturmaya uğramış ve parmak izleri dahi alınmıştır. Gizli servis başkanı Hoover'ın açıkladığı gibi, 7667 hükümet görevlisi devlet memuru sadık olmamak, Amerikan değerlerini taşımamakla suçlanıp, çalıştıkları devlet dairelerinden çıkarılmışlardır. Bölücü olarak damgalanmak için, ilerici bir yazarın kitabını okumak ya da herhangi bir Sovyet filmini izlemek yeterli olmaktadır. Amerikan Gestapo'su pençesini Hollywood'a da atmıştır. İtibarlı pek çok oyuncu, yönetmen ve senarist soruşturmaya uğramıştır. Sovyetlerle dostluğu savunan ve savaşa karşı çıkan, Amerikan tekellerinin soygunculuğunun foyasını meydana çıkaran, politik görüş ve düşünce özgürlüğüyle, insan haklarını savunan herkes günümüz Amerika’sında "sadık olmamak”la suçlanmaktadır. Oregon Üniversitesi kimya profesörü R.Spitzer, Sovyet bilim adamı Miçurin'e ait yöntemleri derslerinde anlattığı için görevinden uzaklaştırılmıştır. Başka bir bilim adamı da, bir akrabasının savaş sırasında Rusya'ya yardım edilmesinden yana olduğu gerekçesiyle gözetim altına alınmıştır. Bilginler, avukatlar ve eğitimciler arasında geniş çaplı temizlik operasyonları yapılmaktadır. Bütün öğretmenlerin, komünist olmadıklarına ve Amerikan değerlerine bağlı olduklarına dair yemin etme zorunlulukları vardır. Ordu ve okul kütüphanelerinden ilerici yazarların kitapları çıkartılmakta ve bilim militaristleştirilmektedir. Amerikan tekelleri basını, yayınevlerini, radyo ve film endüstrisini ellerinde tutmaktadırlar. Wallstreet egemenlerinin gizli sansürü ileri nitelikte her şeyin kökünü kurutmaktadır. Faşist propagandanın perde arkasında, Ulusal Sanayiciler Birliği ve Amerikan Ticaret Odası'nın “halkla ilişkiler bölümleri" bulunmaktadır. Bunların amacı ülkeyi provokatif düşüncelere boğmak, anti-komünizm ve muhbirlik histerisini yaymaktır.

ABD’deki siyasi rejimin faşistleştirilmesi işçi sınıfının haklarına yönelik saldırılarda ve işçi düşmanı yasaların çıkarılmasında açık bir şekilde ifadesini bulmaktadır. Açlık ve sefaletin kollarına teslim edilmiş işsizlerin sayısı 18 milyona ulaşmıştır. Ülkede çalışan nüfusun yüzde sekseni, normal yaşam standartlarına ulaşabilecek gelire sahip değildi. Buna karşılık tekeller halkın üzerindeki ekonomik baskıyı giderek arttırmakta, emekçileri son gücüne kadar sömürmekte ve petrol, demir, silah ve atom bombası kralları, onun emeğini paraya çevirmektedir. Amerika içerisindeki emperyalist çevreler, halk kitlelerinin desteğini bulamadıklarından gerici ve satılmış sendikacıları, işçi sınıfı içindeki ajanları olarak kullanmaktadırlar. Son dönemlerde Amerika'da çıkmış olan Case ve Taft-Harley Yasası gibi faşizm yanlısı yasalar, grevleri bastırma .ve yasaklama, sendikaların politik faaliyetlerini engelleme, sendikalardaki ilerici unsurları dışlama, Green, Murray, Carey, Dubinsky, Whitney gibi Wallstreet uşaklarının sendikal diktatörlüklerini kurabilmelerini garanti altına alma amacındadır. Tekellerin hizmetindeki bu Wallstreet uşakları, sendikalarda, sınıfların barışı ve sınıf işbirliği propagandasını yapmakta, “Amerika’nın genel çıkarları" ve “selameti" için, işçi sınıfı ve kapitalistlerin birlikte çalışabileceğini iddia etmektedirler. Sendika ağaları tekelci sermayenin saldırgan politikasını çoktan benimsemiş ve "Marshall Planı" ile Kuzey Atlantik Paktı'nın ateşli propagandacıları olmuşlardır. Bunlar tekellere işçi sınıfının yaşam koşullarına ve emekçilere saldırısı için yardım etmektedirler. ilerici sendika birlikleri Amerikan gizli servisinin sürekli gözetimi altındadır.

Bunlar terör ve baskı yoluyla bozulmaya, çözülmeye zorlanmaktadırlar. “özgür Amerika", grevci işçiler üzerine gaz bombası atılan ilk ülkedir. Amerikan karşıtı olduğu iddia edilen faaliyetlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan Harold Laski bile, “Amerikan Demokrasisi” isimli kitabında bu işverenlerin kullandığı yöntemler arasında, “yalan ifade", "şantaj", "baskı", “şiddet", “dayak" ve "muhbirliği" saymaktadır. Bunlar faşist yöntemlerdir. Wallstreet ajanları da sendikalarda aynı yöntemlerle kendi egemenliklerini sağlamlaştırmaktadırlar. Amerikan sendikacılığı üzerine bir kitabı bulunan V. Roy, sendika ağalarının iktidarda kalabilmek amacıyla haydutluk yöntemleri uyguladığını ve sendika üyelerini oldukça güçlü bir baskı altında tuttuklarını söylemektedir.

Irkçılık ve ABD'deki azınlık milliyetlerin üzerindeki şiddetli baskılar, Amerikan demokrasisinin sahteliğini ve keyfiyetini, ayrıca dayatılan Amerikan yaşam tarzının ne olduğunu gözler önüne sermektedir. Bütün ırkçı nefretin odaklandığı ilk hedef, ülkenin siyah nüfusu olmuştur.
ABD'de yaşayan siyah nüfus 14 milyona ulaşmıştır ve bu ülke genelinin en azından onda biri kadardır. Yaklaşık 85 yıl önce gerçekleşen Kuzey-Güney savaşından sonra siyahlara yasal olarak özgürlük verilmiş, kölelik yasaklanmıştır. Ancak gerçekte siyahlar köle olarak kalmıştır ve kendi ülkelerinde sürgün hayatı yaşamaktadırlar. ABD Anayasası kağıt üzerinde bütün vatandaşlara yasalar karşısında eşitlik sözü verir. Gerçekteyse siyahlar bütün politik ve vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmış ve yasaların kapsamı dışında tutulmuşlardır. Siyahlar ABD'de kendi vatanlarındaymış gibi yaşayamamaktadırlar. Bunun yerine, kirli sokaklarıyla Harlem gibi toplumdan yalıtılmış siyah mahalleleri, sadece siyahlar için ulaşım araçları, milyonlarca siyahı şiddet yoluyla baskı altında tutan linç mahkemeleri bulunmaktadır.

Son zamanlarda siyahların yanı sıra, Slav kökenli topluluklar da baskı ve gözetim altındadırlar.
Amerikan Slavları Kongresi'nin verdiği bilgilere göre ABD'de yaklaşık olarak 15 milyon Slav yaşamaktadır. Demir dökümhaneleri, maden ocakları, kereste imalatı ve tarım işleri gibi oldukça ağır işlerde bilhassa Slavlar çalıştırılmaktadır. örnek olarak kömür ve demir sanayisinde çalışan emekçilerin yüzde elli biri Slav kökenlidir. ABD'li Slav kökenli vatandaşlar, demokratik hareketlerin aktif katılımcıları olduklarından, Amerikan gericiliğinin özel olarak nefretini üzerlerinde toplamaktadırlar. ABD’nin saldırgan politikasına karşı tavır alan Amerikan Slavları Kongresi, Adalet Bakanlığı tarafından devlet düşmanı organizasyonlar kategorisine alınmış ve böylece pratikte yasadışı ilan edilmiştir. Demokratik Slav kuruluşlarının yönetici ve üyeleri baskı ve soruşturmalarla karşı karşıya kalmışlardır. ABD’de bir milyon Meksikalı yaşamaktadır. Onlar da siyahlar gibi “aşağı ırk" olarak değerlendirilmekte ve ayrımcılığa tabi tutulmaktadırlar. Meksikalılar ABD'de diğer vatandaşlarla aynı haklan kullanamamaktadır. İş yapacak hayvanlar gibi görülmekte ve ancak büyük Amerikan işletmeleri tarafından plantasyonlarda kendilerine bir iş verildiği takdirde ülkeye giriş izni alabilmektedirler. Yaptıktan ağır işler karşılığında çok az bir ücret almakta ve tren vagonlarında, ambarlarda, çadırlarda yaşamaktadırlar. Amerikan makamları, büyük işletmelere Meksikalıların ucuz iş gücünü gaddarca sömürebilme olanağı tanımaktadır.

Bir zamanlar Amerika kıtasının ilk efendileri olan Kızılderililer ise, şimdi aynı kıtadan dışlanmaktadırlar. Kızılderililere karşı yürütülen sistematik katliam sonucu Kızılderili topluluktan geriye sadece 400 bin kişi kalmıştır. Sahip oldukları araziler ellerinden alınmış ve verimsiz topraklara, "rezerv" adı verilen özel bölgelere yerleşmek zorunda bırakılmışlardır. Sömürü korkunç boyutlardadır. Okuma yazma bilmemektedirler ve oy kullanma hakları yoktur. Yaşadıkları bölgeler, Amerikan "uygarlığı"nın zorla dayatıldığı yok olmaya mahkum edilen bir halkın, günbegün sefalete sürüklendiği büyük mezarlıklara benzemektedir. Amerika'daki ırk ayrımcılığı aynı şekilde Portekizlilere, Yahudilere, Çinlilere, Korelilere ve başka kökenlerden kişilere de uygulanmaktadır. Sadece 1946-1948 yıllan arasında Kongre'de yabancı kökenli vatandaşlara karşı on bir adet yasa taslağı hazırlanmıştır. Clark'ın dört yıllık Adalet Bakanlığı döneminde 830 bin yabancı kökenli insan sınır dışı edilmiştir ve bunlar arasında sosyal yaşamda, kültür ve sanat alanında tanınmış kişilikler de bulunmaktadır. Bütün bu faşist kampanya, ırkçı nefretin yaygınlaştırılması ve toplumsal bir huzursuzluk ortamı yaratılması amacıyla bizzat Amerikan tekelleri tarafından oluşturulmakta, finanse edilmekte ve yönlendirilmektedir. Buradaki amaç, “aşağı ırkları” bulundukları kölelik konumunda tutmak, Amerikan halkının geri bırakılmış kısmının bilincini şovenizm ile zehirlemek, emekçilerin sınıf mücadelesinin yönünü saptırarak onları bu mücadeleden uzaklaştırmak, emekçilerin hak mücadelesi yolundaki örgütlü birliğini yok etmektir.

Düşünce özgürlüğüne yöneltilen baskı ve takip politikalarına, gerici ve faşist organizasyonlar eşlik etmektedir; çünkü, bu organizasyonların kuruluş amacı demokratik ilerici hareketleri bastırmak ve yok etmektir. Ku-Klux-Klan örneği bunu çok iyi açıklamaktadır. Bu örgüt ırkçı terörünü, sadece siyahlara karşı değil, ilerici sendikal ve sosyal örgütlenmelere de yöneltmektedir. Üç milyondan fazla üyesi ve 17 binden fazla şubesi bulunan “Amerikan Lejyonu" örgütü, şoven propagandanın yapıldığı ve ülkedeki ilerici örgütlenmelere yönelik baskı politikalarının uygulandığı merkezlerden biridir. ABD'de yukarıda bahsedilen Amerikan Lejyonu örgütü gibi daha pek çok faşist eğilimli örgütlenme bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak, Kolombus Şövalyeleri, Hristiyan Savaş Gazileri, Amerikan Hareketi Derneği verilebilir. Bütün bu örgütler tekeller tarafından beslenmekte ve hepsini bir araya getirdiğimizde bunların tıpkı Naziler"in SA’sı gibi, "Amerikan özel ordusu" rolünde olduklarını görmekteyiz. Kısa bir süre önce faşist organizasyonlar, bütün gerici güçleri ilerici demokrat harekete karşı birleştirmek amacıyla gizli bir görüşme gerçekleştirdiler. Ulusal Sanayiciler Birliği'nin yöneticileri tarafından düzenlenen bu görüşmede, General Bedeli gibi gizli ajan ve savaş kışkırtıcıları, Senatör Mund gibi gerici sendika liderleri de yer aldı.

Mund, bu görüşmede kendi hazırladığı anti-komünist yasa taslağına destek aradı ve her beldede, bu savaşta "özgürlük Hattı" maskesi altında ilerici örgütlere karşı mücadele edecek muhbir grupları kurulması gerektiğini ifade etti. Sendika kodamanları da faşist haydutlarla sıkı bir birlik kurmakta sakınca görmediler. Sanayi Sendikaları Kongresi'nin sekreter ve muhasebecisi Carey, “Komünistleri yok edebilmek için faşistlerle birleşeceğiz" açıklamasını yaptığında, bu sözler komünizme açık bir tehdit olmanın ötesinde, sendikalardaki Wallstreet'in ücretli askerlerinin maskelerinin düşmeye başladığının ve faşist Gestapo rejiminin gerçek korkunç yüzünün ortaya çıktığının bir ifadesi oldu. Korkunç savaş suçlarına hizmet eden gerici güçler, işte faşizmin siyah bayrağı etrafında böyle toplanıyorlar.

Daha 1927 yılında Stalin, emperyalizmin, savaşa karşı muhalefeti bastırmadıkça ve emekçilerin demokratik haklarına saldırmadıkça yeni savaşlar hazırlayamayacağından bahsetmiştir. "Savaş için silahlanmanın artması, yeni koalisyonların oluşması yetmez. Bunların yanı sıra, kapitalist ülkelerin kendi arka bahçelerini sağlama alması gerekir. Hiçbir kapitalist ülke, 'kendi* işçilerini baskı altında tutmadan, kendi sömürgelerini bir savaş sürdüremez. Seçilmiş hükümetlerin politikalarının yavaş yavaş faşistleştirilmesi işte bu yüzdendir."(2) Stalin'in bu sözleri, ABD’deki koşulların nasıl geliştiğine dair önemli ipuçları vermektedir. Amerikalı gerici Huey Long, korkunç bir açıklıkla şunları söylemiştir: "Faşizm, demokrasinin beyaz örtüsüne sarılarak Birleşik Devletlerin içine girmektedir." Nasıl Nazilerin "nasyonal sosyalizmi”nin sosyalizmle hiçbir ilgisi yoksa, aynı şekilde "Amerikancılığın" özünde ve “Amerikan yaşam tarzı"nda da, gerçek demokrasi ve özgürlüklerin esamesi yoktur. Bugünkü Amerikan demokrasisi, şiddetin ve yalanın demokrasisidir ve bir suçlunun yüzündeki gülümsemeyle aynı anlama gelmektedir. Bu sahte demokrasi, tekellerin acımasız diktatörlüğünü ve Amerikan kapitalist gerçekliğinin vahşi yasalarını örtmek için kullanılan bir araçtı.

Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi üzerine, Stalin 1934'te şöyle diyordu: "Faşizmin bu zaferi sadece işçi sınıfının güçsüzlüğünün ve faşizmin yolunu açan sosyal demokrasinin işçi sınıfına ihanetinin bir sonucu olarak değerlendirilmemelidir. Bu, aynı zamanda burjuvazinin de güçsüzlüğünün bir işareti olarak algılanmalıdır. Burjuvazi, artık eski parlamentarizmin eski yöntemleri ve burjuva demokrasisi ile hakimiyetini sürdürememekte, iç politikada terörist yönetime sarılmak durumunda kalmaktadır. Burjuvazi, içinde bulunduğu durumdan barışçıl bir çıkış yolu bulabilecek konumda da değildir, bu yüzden savaş politikası sürdürmek zorundadır."(3) Faşizmin ABD’deki saldırıları da, Amerikan politik sisteminin bir çürüme ve bozulma sürecinde olduğuna işarettir. Amerikan tekelleri arka bahçelerinden korkmakta ve bu yüzden ABD'yi gittikçe daha çok bir polis devlet haline dönüştürmektedirler. Dış politikada ise, dünyada Amerikan imparatorluğu kurulması yönündeki çılgınca planlarını gerçekleştirmek amacıyla savaşı bir araç olarak kullanmaktadırlar. Tarih, Alman faşistleri ve Japon militaristleri örneğinde olduğu gibi, dünyaya hakim olma düşüncesinin, bu planlan kuranların ve uygulayanların felakete sürüklendiklerini göstermiştir. Amerika'daki “dünya egemenliği" heveslilerini bekleyen sonuç da budur. Amerikalı işçi, çiftçi ve ilerici aydınlar faşizme karşı birlik ve dayanışmalarını günden güne arttırmaktadırlar. Amerika’da sıradan insanlar, ülkenin faşistleştirilmesinin Amerikan halkına hiçbir şekilde iyi bir şey getirmeyecek olan bir savaş için yapılan hazırlıklarla el ele ilerlediğini anlamaya başlamıştır. Gerçek
özgürlük, demokrasi ve barış için mücadele ise gittikçe güçlenecek ve büyüyecektir. ABD’nin geleceği faşist barbarların yolundan yürüyenlere değil, barışsever ve demokrasi yanlısı Amerikalılara ait olacaktır.

Kaynak: Neue Welt, sayı 10,1950

KAYNAKLAR
1 1.V.Stalin, "Leninizmin Sorunları", Moskova 1947, sf. 521
2 J.V. Stalin, ..Eserler", 10. baskı, Moskova 1947, sf. 822, (Rusça baskı).

3 J.V. Stalin, "Leninizmin Sorunları", 11. baskı, Moskova 1949, sf. 282.

16 Temmuz 2016 Cumartesi

Askerin Yıkıcılığı Toplumu Yıkmada Katkı Sunar Mı?


Burjuva ideologlar, sözde dünyayı sarsan şiarlarına rağmen, anti-bilimsel hareketin ve tarihsel gericiliğin sembolüdürler. İçlerinden en iyileri “kötülüklere” karşı mücadele ettiğini söylese bile bu yalnızca söylemsel düzeyde kalmaktadır. Bu tarz ideologlar sadece “darbelerle” soyut olarak mücadele etmekte, demokrasinin azılı düşmanı olan “darbecilere” “koşulsuz” “mücadele” etmektedirler. Bu anlayış bütün “totoliter” “otoriter” ve “militarist” yapılara karşıymış gibi kendini göstermesine rağmen ne “otoriterizmle” ne de “militarizmle” mücadele etmektedirler. İkiyüzlülüğün, riyakarlığın pratik anlamda somutlanmış hali bu “demokrasi savuncuları”dır. Modern idealist düşüncenin pratik temsilcilerine göre nedense “21.yy’da darbe olmazmış” “Türkiye eski Türkiye değil” vs. üzerinde şekillenmiş gerçeklikten kopuk değerlendirmelerle “gerçeği” anlamayabilmesi tabi ki imkansızdır. Söylemleri, retorikleri, güncel politik manevraları gerçekliğin kendisiymiş gibi algılayan bu kafa yapısına göre nasıl ki gözün ağ tabakasında görüntülerin ters görünmesi gibi bu gruplar da gerçekliği tersten algılıyorlar. Bilinç biçimlerini maddi gerçeklik olarak algılayan bu tarz kişilerin sürekli şaşırması ve olaylara bir anlam verememesi gayet doğaldır.

Neyse ki oligarşi içinde bu kadar gerçeklikten kopuk değerlendirme yapanlar çoğunlukta değil. Onlar durumun ciddiyetini kavrayıp hemen “maddi güç ancak maddi bir güç tarafından yenilir” olgusu üzerinden hareket etmekte ve gerçekten aldığı güç ile kitleleri ve krizleri “yönetmeye” çalışmaktadır. Oligarşi asla kendi basım yayım organlarında söylemese bile her zaman toplumun “tek” bir bütün olmadığını bilir, mevcut ve gelecekteki politikasını bunun üzerine kurgular. Oligarşi şu anda işbölümünün maddi ve zihinsel emek arasında bir bölünmenin meydana geldiği andan itibaren toplumun bir bütün olmadığını ve sınıflara bölündüğünü bilir. Oligarşi, işbölümü ve özel mülkiyetin özdeş ifadeler olduğundan hareket ederek emperyalizmin ekonomik hegemonyasındaki yeni sömürge bir ülkedeki sınıfları ve bu sınıfların birbirleriyle çelişkilerini bilir ve kendi iktidarını korumak gücünü hiç söylemese ve itiraf etmese de nesnel gerçeklikten almaya çalışarak durumu “idare etmeye” çabalar.

Genel anlamda spekülasyonun bittiği yerde gerçek hayat başlar. Bu da insanların pratik gelişim süreçlerini ve faaliyetlerini açıklayan hakiki pozitif bilime kapı aralar ve “bilinç, söylemler” hakkında söylenen boş sözler sona ererek onların yerini bilimsel sosyalist düşünce yani gerçek bilgi alır. Bundan dolayı eğer oligarşi hayatta kalmak ve iktidarını devam ettirmek istiyorsa mutlaka kendi spekülatif tarih anlayışının yerine Marksist tarih anlayışından hareket etmekte ve bu bilimi kendine göre büküp varlığını devam ettirmeye çalışmaktadır. Oligarşinin spekülatif tarih anlayışı genelde küçük burjuva ve işçi sınıfının gerçeklikle buluşamaması için kullandığı bir araç olurken kendisi asla spekülatif tarih anlayışı üzerinden hareket etmemektedir.

Oligarşi, emperyalist sistemde üç temel çelişki olduğunu bilir ve bu çelişkileri soğurmaya çalışır. Bunlardan ilki emek ile sermaye arasındaki çelişkidir. İkincisi çeşitli mali gruplar, emperyalist devletler arasındaki çelişkidir. Üçüncü ve son çelişki ise emperyalizm ile sömürülen ve bağımlı halklar arasındaki çelişkidir. Bu üç çelişkiden hangisinin başat çelişki olacağı ise tarihsel gelişim süreçlerinde belli olur ve bu çelişkiler diyalektik bir biçimde birbirinden etkilenir ve bir çelişki öbürünü tetikler. Örnek olarak; mali gruplar ve emperyalist devletler arasındaki çelişki birinci paylaşım savaşına neden olmuş, bu savaş yarattığı yıkımdan dolayı emek ile sermaye arasındaki çelişkinin güçlenmesine sebep olup Ekim devriminin gerçekleşmesinde çok büyük bir katkı sunmuş, Ekim Devrimi ise tarihsel bir kırılmaya sebep olup emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarının başlamasına sebebiyet vermiştir.

Bundan dolayı bir olguyu örnek olarak “darbeyi” değerlendirirken mutlaka “darbeyi” bu üç temel çelişkinin diyalektik bir bütününün sonucu olarak okumak lazım. Kürdistan’daki iç savaşın, Oligarşi içindeki grupların birbirileri ile görüş ayrılığına neden olduğu ve bu görüş ayrılıklarının uzlaşmaz çatışmalar şekline dönüştüğünü yaşanan bu “darbe” girişimi ile somutlaşmıştır. Şimdi bu “darbe” girişimini analiz edelim.

Neden Darbecilerde ve Egemen Faşist Klikte “Demokrasi” Vurgusu Vardı?

Dünden hatırlanacağı gibi darbeciler ve egemen faşist klikte “demokrasi” için “sokağa” çıkmışlardı. Bu hamle tarafsız kitleleri etkilemek için yapılan algı operasyonundan başka bir şey değildir. Burjuvazi dünyada iktidara ilk geldiği andan itibaren başka sınıflar üzerinde kendi çıkarını genelin çıkarı gibi gösterip buradan politika yapmıştır. Özgürlük, Adalet, Demokrasi kavramının burjuvazi için gerçek olup olmadığı ilk çıktığı anda itibaren önem taşımamaktadır. Bu kavramlar burjuvaziyi politik iktidara taşıdığı ve iktidarını sürdürebildiği ölçüde anlamlıdır ve geçerlidir. Bu tarihsel gerçekliği burjuvaziden öğrenen Türkiye oligarşisinin her iki kliği de hemen kendi çıkarını genelin çıkarı gibi gösterip kendilerini “genelin hakkını savunan” taraf olarak ilan edip öbür tarafı “vatan haini” ilan etmiştir.

Halkımızın bir kısmının AKP askerin kafasını kesti bu nasıl demokrasi için sokağa çıkma? Sorusu gerçekliğe ulaşmak için anahtardır. Halkımızın gözünde oligarşinin spekülatif tarih anlayışının kırılma anlarından biridir. Yenilgi ve zaferler kitleler için iyi bir okuldur. Kitleler 10 sene kitap okuyarak edinemeyecekleri bilinci devrimci ve kriz anlarında bir anda edinebilirler. Artık halkımızın bir kesimi siyasal islamın gerçek yüzü hakkında unutturulması zor deneyimler elde etmişlerdir. Peki biz Marksist-Leninistler bu “darbe” girişimine nasıl bakmalıyız?

Askerin Toplumu Yıkıcı Potansiyeli Üzerine

İlk önce baştan belirtmekte fayda var Marksist-Leninistler oligarşi içi çatışmada bir tarafı desteklemek zorunda değillerdir ve bu aşamada desteklememelidirler. Ancak bu demek değildir ki bu kriz ortamından yararlanmayacağız. Açık söylemekte fayda var eğer kim ki Tayyip Erdoğan’ın Kaçak Sarayın’na atılmış bombalar, TBMM’nin bombalanması kendini sosyalist diye atfedenlerin içini kıpırdatmıyorsa ve bu çatışmayı devrimci bir duruma evriltmeye yönelik kafasından bir şey bir şey geçirmeyip “demokrasiyi savunalım” şiarı kafasında dolaşıyorsa bu tarz kafa yapısına sahip kişiler, sosyalist ya da komünist olamazlar. Ancak bir liberal ve sivil toplumcu olabiliriler. Bu gerçekliğin bizim açımızdaki tarafıdır. Bir de gerçekliğin asker tarafındaki yansıması vardır. Asker her şeyden önce en son yapılması gereken şeyi yapıp ayaklanma ile oynamıştır.

“Ayaklanma, değerleri her gün değişebilen çok belirsiz büyüklükler ile yapılan bir hesaptır; düşman güçler her tür örgütlenme, disiplin ve yetke alışkanlığı üstünlüğüne sahiptirler; eğer onların karşısına daha üstün güçler çıkaramazsanız, bozguna uğradığınızın, hapı yuttuğunuzun resmidir, ikincisi, bir kez ayaklanma yoluna girdikten sonra, en büyük bir kararlılık ile ve saldırıcı biçimde davranmak. Savunma, her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür; ayaklanma, daha düşmanları ile boy ölçüşmeden yitirilir. Düşmanlarınıza, güçleri dağınık olduğu sırada, birdenbire saldırın, ne kadar küçük olursa olsun, yeni ama günlük başarılar hazırlayın; ilk başarılı ayaklanmanın size verdiği morali yükselterek sürdürün; her zaman en güvenilir yanda gitmeye çalışan sallantılı öğeleri böylece kendi yanınıza alın; diyerek, düşmanlarınızı güçlerini size karşı toparlayamadan, önünüzden kaçmaya zorlayın.” (Engels)

Darbeciler Engels’in belirttiği gerçeklere uymayarak ayaklanmanın hakkına uygun bir askeri hareket biçimi uygulamayarak faşist kliği hükümetten düşürememiştir. Asker sivil faşistlere acıyıp iktidarı ele geçirmek için yeterince bu kitleye ateş açmayarak ayaklanmayı baştan kaybetmiştir. Bunun yanında karşı devrimci faşist kliğin tabanı askere acımayarak geçmişte onunla yan yana yürümesine rağmen bugün onların kafasını boğaz köprüsünde kesmiştir. Ayaklanmada ayaklanan kesimin herhangi bir tereddüte kapılmaması gerektiği ve karşına çıkan kitleyi tuzla buz etmesinin zaruretini darbeciler kendileri açısında çok acı bir şekilde öğrenmişlerdir. Durum ortada, hayat boşluk tanımıyor!

Peki bu darbenin bizim açımızdan önemi nedir? İlk önce Marksizmin ustalarının belirttiği gibi komünizm, bizce oluşturulması gereken bir durum ya da gerçekliğin kendisine uydurulmak zorunda olan bir ideal değildir ve hiç olmamıştır. Bizim için komünizm güncel emperyalist sistemi parça parça edecek gerçek bir hareketin ideolojik görüşü olarak kendimize komünist diyor ve kendimizi komünist olarak adlandırıyoruz. Bu yüzden askerlerin bu yıkıcı gücünü gördükten sonra buna kayıtsız kalmak bizi komünizmin dışına atmakla özdeştir. Lenin bize bu konuda perspektif vermeye devam ediyor.

 "Askerler arasında çalışmamız gerektiği söz götürmez bir gerçektir. Ama onların kandırılarak ya da kendileri inanarak, bir çırpıda bizden yana geçeceklerini hayal edemeyiz. Bu görüşün nasıl beylik ve cansız olduğunu Moskova ayaklanması açıkça gösterdi. Bununla birlikte, gerçekten halkçı her harekette olduğu gibi, askerlerin kararsızlığı, devrimci çarpışma kızıştığında iki tarafı da askerleri elde etme savaşına sürükler...Şehirlerdeki ayaklanmalarda işçi kitleleri yer alırsa, düşmana karşı kitle saldırılarına girişilirse, Duma'dan sonra, Sveaborg ve Kronstadt'tan sonra büsbütün kararsızlaşan askeri birlikleri elde etmek için bilinçli, ustaca bir savaşa geçilirse, genel çarpışmaya köylerin de katılmasını sağlayabilirsek, bütün Rusya'nın gelecek silahlı ayaklanmasında zafer bizim olacaktır."(Lenin, Moskova Ayaklanmasından Alınacak Dersler)


Yukarıda da belirttiğimiz gibi emperyalist sistemin temel üç çelişkisi vardır ve bu çelişkiler birbiriyle diyalektik bir bağ içinde ilerler. Bu yüzden Türkiye’de önümüzde duran başat çelişki emek ve sermaye arasındaki çelişki olma yolunda ilerlemektedir. Bu süreç kaçınılmaz bir şekilde emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi derinleştirecek ve oligarşinin iktidarını tehdit edecektir.  Bu yüzden burjuva spekülatörlerin dediği gibi darbeden sonra Tayyip Erdoğan’ın daha da güçleneceği tam anlamıyla bir spekülasyondur. Tayyip Erdoğan tarihindeki en büyük “balans ayarını” almıştır ve şimdi hükümdarlığındaki en zayıf anı yaşamaktadır. Bu süreç Tayyip Erdoğan ve oligarşinin kâğıttan kaplan olduğunu bir kez daha çok somut bir şekilde gösterdi. Tayyip Erdoğan bu süreçten sonra mutlaka emperyalizmin sözüne daha çok uyacak ve emperyalizmin direktiflerini harfiyen uygulayacaktır. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın “mevcudiyetinin yegâne temeli” budur! Devrim hiç bu kadar yakın, oligarşi hiç bu kadar güçsüz olmamıştı. Belki bir kesimimiz göremiyor ama Zafer Yakında! Biz Kazanıyoruz!

12 Mayıs 2016 Perşembe

Burjuvaziye Teslimiyetin Pratikleşmiş Hali: 1 Mayıs’ı Bakırköy’de Kutlamak!


1 Mayıs üzerine yapılan tartışmaları hepimiz iyi ya da kötü bir şekilde de olsa takip ettik. Bazı özneler “alan fetişizmi yapılmasın”, “düelloculuğa gerek yok”, “işçi sınıfı neredeyse orada olmamız lazım”, “gönlümüz Taksim’de ama biz Bakırköy’deyiz” vs. diyerek “yasal” bir şekilde “1 Mayıs’ı” “kutlarken”, bir kısım özneler ise 1 Mayıs alanının Taksim olduğunu belirtip, cüretlerini ortaya koyarak Taksim’e girmek için ellerinden geleni yaptılar. Burada hepimizin gördüğü gibi bir sorun ya da daha doğrusu hem ideolojik anlamda hem de ortaya konulan eylemler arasında bir fark var.

Bu farkı görebildiğimize göre bunun neden meydana geldiğini tespit etmemiz gerekir, çünkü somut durumu bilmek, dünyayı bilmek demektir. Politika yapmayı bilmek ve onda ustalaşmak ise dünyayı değiştirmek demektir. Bu yüzden kendine komünist diyen her kişi ve kurum politik alana dâhil olmak istiyorsa mutlaka somut durumu doğru bir şekilde tahlil edip ona göre hareket etmelidir.

Bu yüzden 1 Mayıs sadece bir “alan” sorunu değildir hatta “alan sorunu” başlığında bir sorun yoktur bile. Sorun politiktir ve özneler dünyayı değiştirme isteklerine göre 1 Mayıs’ta taraf belirlemişlerdir.

1 Mayıs meselesinde de olduğu gibi, fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretimi her şeyden önce insanların doğrudan doğruya geliştirdikleri somut faaliyetlere ve karşılıklı maddi ilişkilerle oluştuğuna göre bir toplumdaki politikanın, yasaların, ahlakın zihinsel üretimi de maddi yaşamın bir yansımasıdır. Sınıflı toplumun ortaya çıkmasından itibaren dünyada yalnızca iki tür bilgi olmuştur. Bunlardan biri üretim mücadelesi bilgisi öbürü ise sınıf mücadelesi bilgisidir. Başka türlü bir bilgi var mıdır diye soranlara bir komünist olarak vereceğimiz cevap: ‘Hayır yoktur’ şeklinde olacaktır.

Bu yüzden 1 Mayıs üzerine yapılan her tartışma ve pratik tutum alma olayı sınıfsaldır ve bu sınıfsal mücadelede, bir sınıfın hakkını ve çıkarını savunmak üzerinden kendini var eder. Komünistler ise politika yaparken “kitlelerden kitlelere” ilkesini uygularlar. Yani kitlelerden edindikleri dağınık ve sistemleşmemiş fikirleri alarak bunu derli toplu sistemli bir fikir haline getirmek ve buna uygun politika belirlemek komünistlerin görevidir. Yani komünistler, kitlelerin özlemlerine ve isteklerine doğru bir yön bulup buradan politika yapmak ve dünyayı işçi ve emekçilerin lehine değiştirmek üzerinden hareket ederler.

Bu yüzden komünistler, devletin dayattığı bir meydanı değil işçi ve emekçi sınıfların mücadele tarihi içinde kazandığı, bu sınıflar için sembolik önemi olan meydana çıkmanın propagandasını, çağrısını ve eylemini yaparlar. Bu yüzden 1 Mayıs’ta Taksim’e gidenler işçi ve emekçi sınıfların çıkarlarını ve özlemlerini dikkate alarak politika yaparlarken 1 Mayıs’ta Bakırköy’e gidenler ise devletin, Saray’ın, hükümetin ve bir bütün olarak burjuva sınıfının özlemine ve isteklerine göre politik tutum belirlemiştir. Davutoğlu’nun 1 Mayıs’ta Bakırköy’de olanlara teşekkür etmesinin başka hiçbir açıklaması olamaz. Ayrıca işçi sınıfı içinde ciddi bir örgütlüğü bile olmayan sendikaları dinleyerek Bakırköy’e giden partiler işçi kuyrukçusu bile değil, direkt burjuva kuyrukçularıdır. Bakırköy gibi bir alanın bomboş olması bunu çok net bir şekilde kanıtlamaktadır. Yüzünü düzene dönenler, burjuvaziye teslim olanlar Bakırköy’deyken yüzünü devrime ve dünyayı işçi ve emekçi sınıfların lehine değiştirmek isteyenler ise Taksim’deydi. Bu yüzden mesele alan fetişizmi değil ‘burjuvaziyi iktidardan indirme fetişizmidir’ mesele, ‘proletarya diktatörlüğü fetişizmdir’! “Alan fetişizmi yapmayalım” diyenler aslında burjuvaziyi iktidarından indirmeyelim demektedirler. Şimdi 1 Mayıs’ın nasıl ortaya çıktığına ve Türkiye’de 1 Mayısların nasıl yaşandığına geçelim.

1 Mayıs’ın Ortaya Çıkması ve Türkiye’de 1 Mayıs Mücadeleleri

Avustralya‘nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü talebiyle Melbourne Üniversitesi’nden Parlamento Evi’ne kadar 1856 yılında ilk kez bir yürüyüş düzenlediler. Bu yürüyüşten yıllar sonra 1 Mayıs 1886’da Chicago’da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde düzenlenen görkemli yürüyüş ile birlikte, 1 Mayıs tüm dünya işçi ve emekçileri tarafından İşçi Bayramı olarak uluslararası çapta kutlanmıştır.(1) 1 Mayıs başlangıçta her ne kadar “ekonomist” taleplerden ortaya çıksa da daha sonra kendi kalıbını aşmış ve proletaryanın iktidarı için mücadele gününe dönüşmüştür. Burjuvazi için  1 Mayıs şu anda “bir işçi bayramı”, “sekiz saatlik iş günü”, “grev hakkı meselesi” değil, direkt kendi iktidarına alternatif bir iktidar anlayışını sembolize ettiği için tehlikelidir ve “yasaktır”. Bütün dünyada 1 Mayısların çatışmalı geçmesinin nedeni budur. Burjuva medyasının yansıttığının aksine dünyanın çeşitli yerlerinde de çatışmalar çıkmaktadır en son Kanada ve Almanya gibi “demokratik” ülkelerde bile 1 Mayıs’ta çatışma çıkmasının nedeni tam da budur. 1 Mayıs ilk çıktığından beri bir “bayramdan” daha ötedir. Meseleyi “halay çekmek” ya da “işçi bayramını kutlamak” olarak anlayanlar aslında 1 Mayıs’tan hiçbir şey anlamamış demektir.

Türkiye tarihinde de ilk kutlandığı 1906’dan günümüze hep çatışmaların, dökülen kanların, göz altıların, baskıların, yasakların, tutuklamaların tarihidir 1 Mayıs. Tarihten kısa kısa notlarla Türkiye’de 1 Mayıs’ın nasıl “kutlandığına” bakalım:

“1912 yılında, 1 Mayıs Selanik ve İstanbul’da “kutlandı”. İstanbul’da kutlanan bu ilk 1 Mayıs’ta Selanik’teki gibi seçme seçilme hakkının herkese tanınması, grev yasasının değiştirilmesi, emeğin haklarını koruyacak kanunların çıkartılması gibi pek çok konudaki talepler dile getirildi. İstanbul’da 1 Mayıs gösterisi düzenlemek –bugün olduğu gibi- 1912 yılında büyük bir kazanımdı. Ancak tedbirler gecikmedi, hükümet sosyalistlere ve işçi hareketine karşı baskıyı giderek tırmandırırken sermayeye her türlü kolaylığı sağladı. İttihat ve Terakki Hükümeti 1912 yılında başlayan Balkan Savaşlarını bahane ederek sıkıyönetim ilan etti.”(1)
“1923 yılında 1 Mayıs Ankara, İzmir ve Adapazarı’nda kutlandı. İstanbul’daki 1 Mayıs kutlamaları, İstanbul Umumi Amele Birliği tarafından gerçekleştirildi. Umumi Amele Birliği genel merkezi, Cumhuriyet hükümetine ve Enternasyonal’e kutlama mesajları yolladı. Gösteride belirli talepler ileri sürüldü. Özellikle Mesai Kanunu’nun çıkarılması istendi. İstanbul’da ayrı bir kutlama da, Mürettibin Cemiyeti ve TİÇSF tarafından organize edilmiş, İzmir İktisat Kongresi’nde belirlenen ilkelerin hayata geçirilmesi için çabaların yoğunlaştırılması kararı alınmıştı. Ankara ve Adapazarı’nda 1 Mayıs kutlamaları İmalat-ı Harbiye işçileri tarafından gerçekleştirildi. İşçi taleplerinin arasında, “yabancı şirketlere el konulması, 1 Mayıs’ın resmen işçi bayramı olarak tanınması, sekiz saatlik işgünü, hafta tatili, serbest sendika ve grev hakkı” vardı ve birçok işçi tutuklandı.”(1)

1920’li yıllarda 1 Mayıs, Şefik Hüsnü önderliğinde artık ekonomist taleplerden ziyade politik bir tutum almaya doğru evrilmeye başladığı andan itibaren 1 Mayıs, Takrir-i Sükun kanunu ile yasaklanmış ve 1975 yılına kadar “yasaklı” olmaya devam etmiştir. İşçi ve emekçi sınıflar tabii ki devletin yasağını dinlememiş ve 1925’ten 1975’e kadar sürekli devletle 1 Mayıs zamanı “düelloya” tutuşmuştur. Reformist solun söylediğinin aksine (düelloculuk yapmayalım) işçi ve emekçi sınıflar Türkiye’de tam 50 yıl “düello” yapmıştır. Aslında bunun bir “düello”dan ziyade bir sınıf çatışması olduğunu herkes görebilir ancak reformistler “düelloculuk yapmayalım” derken aslında “sınıfları uzlaştıralım” demektedirler. İşçi sınıfının “düelloculuğu” 15-16 Haziranda “tavan yapmış” ve DİSK yöneticileri TRT’den direnişi bitirme çağrısı yaparken işçi sınıfı buna uymamış ve direnişi devam ettirme kararı almıştır. Daha sonra devlet tükürdüğünü yalamak durumda kalıp 1975 yılında 1 Mayıs’ın “yasallığını” kabullenmek durumunda kalmıştır.

1976 yılında 1 Mayıs DİSK’in öncülüğünde Taksim Meydanı’nda yapıldı. Saraçhane, Beşiktaş, Kabataş ve Şişli’den yürüyen 400 bin işçi Taksim Meydanı’nı doldurarak büyük ve görkemli bir 1 Mayıs kutlamasına imza attı. 50 yıllık aradan sonra 100 binlerce kişinin 1 Mayıs’ı kitlesel kutlaması, hükümeti ve işverenleri tedirgin etti. 1977 yılına gelindiğinde 1 Mayıs’ın bu denli görkemli kutlanmasından tedirgin olan kesimler bulunmaktaydı… Ama her şeye rağmen Taksim Alanı’na 500 bin emekçinin akması engellenemedi… Saat 14.30’da başlayacak olan kutlamalar için alan, sabahın erken saatlerinden itibaren dolmaya başladı. Taksim alanında, iğne atsan yere düşmeyecek bir katılım vardı. Alanda konuşmalar devam ederken, çevredeki binalardan halkın üzerine ateş açıldı. Taksim Alanı’nda yaklaşık 200 kişi yaralandı, 37 kişi de yaşamını yitirdi. Olayda 2 bine yakın mermi atıldığı saptanmış, buna karşın yalnızca 5 kişi kurşun yarası nedeniyle ölmüştü. Aradan geçen bunca zamana rağmen olayın failleri hala bulunamadı.” (1)

Görüldüğü gibi devlet, 1976’da işçi ve emekçi sınıfların görkemli rest çekmesine 1977’de yaptığı katliamla karşılık vermiştir. Bundan dolayı 1 Mayıs bir bayram değil sınıfların mücadele günüdür. Türkiye’de 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması proletaryanın iktidara gelmesi meselesi ile eş anlamlıdır. Burjuvazi için “Taksim’in” düşmesi demek “burjuvazinin düşmesi” demektir. Yani 1 Mayıs Taksim’de “kutlanırsa” Saray, devlet, burjuvazi kaybedecek şayet 1 Mayıs Bakırköy’de ya da başka bir yerde kutlanırsa Saray, devlet, burjuvazi kazanacaktır. 1 Mayıs’ta Bakırköy’de olan bütün kişiler ve kurumlar başta burjuvazi ve Tayyip Erdoğan’a destek olmuş ve onların “meşruiyetini” tanımışlardır. Son olarak, işçi ve emekçi sınıflara karşı yapılmış ihaneti ve burjuvaziye teslimiyeti yakından inceleyelim.

İşçi ve Emekçiler için Bakırköy Teslimiyet, Taksim Kurtuluştur

2007, 2008, 2009’da işçi ve emekçi sınıflar görkemli bir şekilde direndikten sonra burjuva hükümet 2010 tarihinde 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasına “izin vermek” durumunda kalmıştır, lakin 2011 ve 2012’de yapılan 1 Mayıs kutlamalarına 1 milyondan fazla kişinin katılması üzerine devlet 2013 yılında 1 Mayıs’ın kutlanmasını tekrardan “yasaklamıştır”. 2009 yılında bile devrimciler Taksim’e girmek için çatışırken sendika ve odalar AKP belirlediği “makul” kitle ile Taksim’e girmişti! Taksim’e girişleri bile işçi ve emekçi sınıflara ihanet içinde olan “Bakırköy solcularının” 2016 1 Mayıs’ında Taksim’de olmamasına şaşırmamak gerek.

Faşizme karşı verilen her tavizin yeni bir taviz vereceği aşikar iken “Bakırköy solcuları” 2016 bir Mayıs’ında faşizme taviz üstüne taviz vermekten kendilerini alı koyamamışlardır. Önce “Taksim tartışılmazdır” deyip burjuvazi ile pazarlık masasına oturan hainler daha sonra Kadıköy önerisini ortaya atmış ancak bundan da taviz verip Bakırköy konusunda burjuvazi ile “anlaşmıştır”. Yalnız burjuvazi için bu bile yeterli olmayıp Bakırköy’e giden kitlenin pankartlarındaki yazılara, resimlere, renklere kadar her şeye karışmış, kimisini alana dahi sokmazken kimisini yırtıp “şekil verdirmek zorunda” bırakmıştır. Özetle burjuvazi miting alanı içinde her şeyin kendisinin belirleyeceğini pratik anlamda göstermiş ve katılanlara da kendi hegemonyasını kabul ettirmiştir.

Böylece 1 Mayıs 2016’da yaşanan iki 1 Mayıs deneyimi ile işçi ve emekçi sınıflarımız düzen ve devrim cephesi arasında net çizgiyi bir kez daha görmüştür. Ve bir kez daha devrime ve halkın mücadelesine gerçekten sahip çıkanlar ile düzenin icazetini kabul edenler arasındaki çizgi daha da net olarak belirginleşmiştır. Aynılar bir kez daha aynı yerdeydi! 1 Mayıs’taki işçi ve emekçi kesimlere düşman olan “içimizdeki İrlandalılara” aşağıdaki Yürüyüş dergisinden yaptığımız alıntı ile yazımızı sonlandırıyoruz.

“Bedel Ödemekten Kaçtınız! Kendinize Güvenmediniz! Örgütsel Bağımsızlığınızı Yitirdiniz Meşruluğunuzu Yitirdiniz! İktidar İddianızı Yitirdiniz İnancınızı Yitirdiniz! O Halde Neye Hizmet Ediyorsunuz? Ne İçin Varsınız?”(Yürüyüş: Sayı 520, Sayfa:17)

Dipnotlar:

1-http://isyandan.org/makaleler/gecmisten-gunumuze-turkiyede-1-mayis/