2 Aralık 2013 Pazartesi

L.Althusser'in John Lewis'e Cevap Kitabının Eleştirisi

Tarih derslerinden hatırlayacağınız üzere egemen yönetici sınıf kendi sınıf çıkarları gereği tarihte imrendiği liderlerin özellikleri abartarak bir tarih yazımı yapar. Araya milliyetçi sosla servis ettiği ve uyuşturucu ile aynı işlevi gören dayattığı ideoloji ile kitleleri burjuvazinin yörüngesinden ayrılmamaları için çaba harcar. Arada bizim gibi yörüngeden sapmış insanlar ise burjuvazi için ya “marjinal” ya da toplum için “hastalıklı” unsurlardır. Başa dönersek yani tarihi kim yapar sorusunun cevabını ararken bu konuda iki sapma vardır. Birincisi tipik burjuva ideolojisi olan tarihi bir tek liderler yapar sapağıdır. İkinci bir sapak ise buna karşı gösterilmiş bir refleksten çıkan “tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir” biçiminde ortaya çıkan Marksizmin alanı içinde olan fakat bizi yanıltmakta olan sapmadır. Tarihi yapanlar ise bilindiği gibi kitlelerdir. Kitleler tarihi yaptığı için tarihin öznesiz olması Marksizm-Leninizm için imkansızdır. Bu yüzden Althusser’in aşağıdaki düşünceleri Marksizmin ilerlemesinden ziyade tıkanmasına neden olmaktadır.

“Bu iş böylece aydınlığa çıkınca tarihin “öznesi” sorunu ortadan kalkar. Tarih, motoru sınıf kavgası olan çok büyük bir sistemdir. Tarih bir süreçtir –öznesiz bir süreç-. “İnsanın tarihi nasıl yaptığı” sorusu temelli ortadan kalkmıştır; Marksist teori onu kesin olarak doğduğu yere göndermiş, burjuva ideolojisine atmıştır.”(L.Althusser,John Lewis’e Cevap, V Yayınları, Sayfa:18)

Althusser’in yukarıda değindiği unsur soyut ve anlaşılmaz kalıyor. Daha doğrusu bu cümlenin anlaşılabilir bir yanı yok. İnsan edimi ile tarih yapma arasında çok keskin bir ayrım bulunmamaktadır. Bizim kuşağın şimdiki Haziran ayaklanması geçmişin tarihi olacaktır. Yani Althusser’in kavramsallaştırdığı “tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir ama politika bilim olmadığı için özneli bir süreç olabilir” şeklindeki tezi bugünü açıklamak için yeterlidir fakat geçmişi açıklayamaz. İnsanlık tarihinin en ileri aşamasına bilim diyerek(bu da tarih bilimi olmaktadır) ve bu bilimi öznesiz ve ereksiz süreç diye tanımlayarak o bilim aşamasındaki özneleri teorisi gözardı etmektedir. Halbuki Marx olayı farklı bir şekilde anlamaktadır ve sorunu farklı bir şekilde açıklamaktadır.

“İnsanların –tarihlerinin temeli olan- kendi üretici güçlerini seçmekte özgür olmadıklarını eklemeye de gerek yok kuşkusuz; çünkü her üretici güç, edinilmiş bir güçtür; daha önceki etkinliğinin ürünüdür. Bu nedenle, üretici güçler, pratik olarak kullanılmış insan enerjisinin sonucudur; ama bu enerjiyi de, insanın kendini içinde bulduğu durum koşullandırır; o ana kadar edinilmiş üretici güçler koşullandırır; kendilerinden önce ortaya çıkmış yani kendilerinin yaratmadığı, bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçim koşullandırır. Arkadan gelen her kuşak, kendini, bir önceki kuşağın edindiği üretici gücün sahibi olarak bulur; bu üretici güçler o yeni kuşağa, yeni üretim için hammadde olarak hizmet eder. İşte bu yalın gerçek nedeniyledir ki, insanlık tarihinde bir tutarlılık ortaya çıkar; bir insanlık tarihi biçimlenir; insanların üretici güçleri ve ona bağlı olarak toplumsal ilişkileri geliştiği ölçüde de tarih insanlık tarihi olur. Buradan, zorunlu olarak çıkacak sonuç şudur: insanlığın toplumsal tarihi, bunun bilincinde olasalar da olmasalar da her zaman, insanların bireysel gelişmesinin tarihidir.”(Marx-Engels, Seçme Yazışmalar 1, sayfa:31)

Görüldüğü gibi Marx tarihi açıklarken tarihin bir öznesi olduğundan bahsediyor ama kelimenin burjuva anlamında olduğu gibi saf bir özneden bahsetmiyor. Marx bir kuşağın önce kendi içinde bulunduğu duruma göre koşullandığını ama zaman içinde o kuşağın kendini üretici güç olarak bulduğu vakit tarih yaptığını belirtmektedir ve böylece o kuşaktan önceki kuşakta aynı deneyimleri yaşadığı için insanlığın toplumsal tarihi insanların bireysel gelişmesinin tarihi olmaktadır. Yani tarih determinist ve iradeci bir süreçtir ikisi birliktedir ve iç içedir. Diğer görüşler Marksizm adına sapmadır.

Althusser’in kendi tezi ile çelişkiye düşmesi

Bilindiği gibi benim gibi düşünen insanlar ana akım Marksizmi benimseseler bile eğer yaşadığımız dönemde biri bir teori geliştirip ana akım Marksizminden daha doyurucu bir açıklama yaparlarsa benim gibi düşünen insanların ana akım Marksizmde ısrar edeceğini sanmıyorum. Sorunda zaten buradan çıkıyor bizi “kaba” “vulgar” diye yaftalayanlar aslında kendi teorilerinin dünyadaki sorunları cevaplamada yetersiz kaldıkları için ve ne bizi ne de kitleleri peşinden sürükleyemedikleri için marksizm anlayışları, kitlelere karşı bir nefretten oluşan azınlığın marksizmine doğru evrilmiştir. Hiç çevrenizde post-marksist ve türevlerinin kitlesel bir örgütünü gördünüz mü?(ana akım kadar diyelim) hepsi ya dergi çevresi ya da yüzde 90 akademisyenlerden oluşmuş parti görünümlü derneklerden öteye geçememektedirler.

Onların teorik yetersizlikleri ve asla ana akım Marksizminin ötesinde bir teori geliştiremeyecekleri için bu gibi topluluklar günümüzde “Oligarşik Marksizmi” temsil etmektedirler. Bir nevi kitlelerin içine asla giremeyeceği(lafta imkan olsa bile) bir akademik oligarşiden oluşan Marksizmi inşa etmişlerdir. Post teorilerin tek varlığı kalem ve kağıda yazılmış birbirleri ardına dizilmiş çelişkili kelimelerdir çünkü kitleler yalnız var olanı bilebileceğinden olamayan bir şeyi bilemeyecekleri için gerçekte olmayan bir şeyin teorisini yapanları anlamamakta ve onlara sırtlarını dönmektedirler. Althusser’de bu post furyasını açtığı için hayatında bunun yansımalarını yaşamış pratik politik hayata katılımı sınırlı kalmıştır(hiç demiyorum sınırlı diyorum). Daha fazla uzatmadan neden böyle bir şey dediğimizi açıklayalım:

“Tüm bilimsel bilgiler, tüm alanlarda, bir öznesiz ve ereksiz sürecin sonucudur” (L.Althusser, John Lewis’e Cevap, V Yayınları, sayfa.24-25)

Althusser böyle bir şey dedikten sonra aşağıda söylediği cümleyi anlamak imkansız oluyor.

“Marx’a karşı çıkan tarih felsefecileri vardır ki sanki Marx hiç yaşamamış, bir bilim kurmamış gibi davranmaktadırlar.”( L.Althusser, John Lewis’e Cevap, V Yayınları,sayfa:28)

“Marx 1845’de kendinden önce var olmayan bir bilimin temellerini atmaya başlar: Bu tarih bilimidir.”( L.Althusser, John Lewis’e Cevap, V Yayınları,sayfa:33)

Anlayamadığımız nokta da tam burasıdır tüm bilimsel bilgiler öznesiz ve ereksiz bir sürecin sonucuysa Marx nasıl bilim kuruyor? Ya da nasıl kendinden önce var olmayan bir bilimin temellerini atıyor. Althusser her ne kadar tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir dese de aslında o da tarihin özneli bir süreç olduğunu hiç çaktırmadan kabul etmek zorunda kalıyor.

Althusser’in kendisine gelen eleştiriler sonunda vermek zorunda kaldığı taviz

Althusser  tarihe öznesiz ve ereksiz bir süreçtir diye tanımladıktan sonra en azından bu konuda aklı selime sahip Marksistler, Marx’ın 18 Brumeire’den alıntı yaparak tarihte özne olduğunu açıklamışladır. Fakat Althusser gene pes etmemiş ve teorisini kurtarmak için şöyle demiştir:

“Ama toplumsal tarihi pratikler eyleyicilerinin, zorunlu olarak özne olmaları, tarihin ne öznesi olmalarını gerektirir ne de özneleri. Eyleyici özneler tarih içinde, yalnızca üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin belirlenimi ve biçimleri içerisinde hareket ederler. ( L.Althusser, John Lewis’e Cevap, V Yayınları ,sayfa:75)

“Buna göre , bireyler tarih içinde eyleyici özne olur ve tarih içinde üretim ve yeniden üretim ilişkilerinin varoluş biçimlerinin belirlemeleri altında hareket ederler.”( L.Althusser, John Lewis’e Cevap, V Yayınları,sayfa:77)

Halbuki Marx olayı farklı koymaktadır:

“Yeni üretici güçlerin edinilmesiyle insanlar üretim tarzını ve üretim tarzıyla birlikte de belli bir üretim tarzı için uygun düşen ekonomik ilişkileri değiştirirler” Marx-Engels, Seçme Yazışmalar 1, sayfa:32)
Proudhon’a göre, soyutlamalar, kategoriler birincil nedenlerdir. Ona göre tarihi yapan insanlar değil, kategorilerdir. Soyutlama, yeni insanlardan ve onların maddi etkinliklerinden ayrı olarak alınmış bu biçimdeki kategori, ancak ölümsüz, değiştirilemez sabit arı usun bir varlık biçimdir; bu da yalnızca, bu biçimdeki soyutlamanın soyut olduğunu söylemenin başka  yoludur. Hayran olunası bir totoloji.” (Marx-Engels, Seçme Yazışmalar 1, sayfa:38)


Yazımızı nihayete erdirirken gördüğümüz gibi Althusser’in dediği gibi sırf tarih içinde değil tarih yaparken de özne vardır. Marksizm için önemli olan öznenin sınırları nereye kadar ulaşırdır. Eğer Marksizmi ilerletmek isteyen birileri varsa bunu öznenin reddi üzerinden değil günümüz koşullarında öznenin sınırı nedir diye yapılacak bir analiz sonucunda Marksizm ilerleyebilir. Yoksa teorimiz ve pratiğimiz proletaryanın ve müttefiklerinin kurtuluşuna hizmet etmeyen bir sapağa saplanır bu sapak küçük burjuva ideolojisinin günümüzdeki bir yansıması olan akademik alana sıkışmış Marksizmdir bu tür Marksizmin özelliği hayatını devam ettirmede bir sıkıntısı olmayanların yaptığı ve bu özelliğinden dolayı sınırlı bir kesime hitap eden ve  bundan dolayı bizim tanımımızla söylersek “Oligarşik Marksizmdir”. Marksizmin yüce ideolojisi akademik kendi kendini haz etme ideolojisi olan “Oligarşik Marksizmden” bizi korusun!

17 Kasım 2013 Pazar

Türkiye’deki Faşist Yapının Son Halkası:Tayyip Erdoğan ve AKP

Siyasal ideoloji ve tarihle ilgilenen uzmanlar faşizmi genellikle Hitler ve Mussolini dönemi ile sınırlı tutmaktadırlar bazı uzmanlar Latin Amerika’da 70’lerde yapılan askeri darbelerin faşizm olmadığını iddia etmektedirler. Çünkü bu tarz faşist diktatörlüklerin Hitler’in faşist anlayışı ile bazı farklılıkları olmalarından dolayı 70’lerdeki askeri diktatörlüklerin faşizm olarak tanımlanmasının yanlış olduklarını belirtmiştirler.

Fakat faşizmin sadece Hitler dönemindeki faşizmden sınırlı olmadığını tespit etmemiz gerekir. Faşizm zamana ve mekana göre değişiklik gösterir. Yani faşizm zaman içinde ve zaman değişmese bile farklı coğrafi ve ekonomik ilişkilerin oldukları bölgelerde bir takım farklılıklar göstermektedir. Bundan dolayı 70’lerdeki Latin Amerikadaki askeri diktatörlüklerde faşizmin alanına girmekte aynı zamanda günümüzde Türkiye’nin siyasal rejimi de faşizm  içinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Kurulduğu günden beri faşizmle yönetilen Türkiye’de 70’li yıllarda “gizli faşizm” biçimine bürünen rejim artık zaman içinde gizliliğini yavaş yavaş lağvetmeye başlamış ve Tayyip Erdoğan zamanında açık faşizme dönüşmesine ramak kalmıştır.

Türkiye Cumhuriyetinin eskiden kafalara koyduğu duvarlarla yetinmeyip “güçlü Türkiye” şiarıyla yola çıkan Erdoğan ırkçı düşüncelerini demokratikleşme kisvesi altına gizlemekte, bir dediği bir dediğiyle uyuşmayan cümleler söylemekte, bunla da yetinmeyip “kalkınma” maskesi altında barajlar,yollar yaparak halkların istediği meşru hakları boğmaya çalışmaktadır. Çünkü sınıra baraj yaparak Kürt halkının Türkiye’ye girişini engellemeye çalışmakta, yollar inşa ederek askerlerin bir yerden bir yere gidişini kolaylaştırıp halkı öldürmenin ya da hapse atmanın imkanını oluşturmakta, kalekollar yaparak açlığa terk ettiği insanları sınır ticareti yaptığı için kuş avlar gibi avlamanın hayalini kurmaktadır bunu yaparkende “terörle mücadele” şiarını dilinden düşürmemektedir.

İsrail’in Filistin’e ördüğü duvarların aynısını Rojava sınırına örmeye çalışarak Anadolu’nun İsrail’i olduğunu tekrar tekrar kanıtlamaktadır. Fakat bunu halktan gizlemek için “one minute” diye öğretmeni olduğu İsrail’e sözde rest çekmektedir. Mısır’da devlet görevlilerinin öldürdüğü çocuk için ağlarken ekmek almak için başından gaz kapsulü ile vurulan ve halen komada Berkin Elvan için ağzını bıçak açmamaktadır. Berkin için adalet eylemlerini plastik mermi ve gaz bombalarıyla terörize etmekten başka bir şey yapmayan Erdoğan’ın “ileri demokrasi” şiarı “ileri faşizm”den başka birşeyden oluşmadığı artık gün gibi açıktır. Ne demek istediğimizi daha da açmak için önce faşizmi tanımlayalım:

“Faşizm ne sınıfların üstünde var olan bir güç, ne de küçük burju­vazinin ya da yozlaşmış proletaryanın (lümpen prole­tarya) finans kapital üzerindeki iktidarıdır. Faşizm finans kapital iktidarıdır. Faşizm finans kapital ik­tidarının ta kendisidir; işçi sınıfı ile köylülerin ve aydın kitlenin devrimci kesimlerine karşı örgütlenmiş bir yıldırıcı öç alma hareketidir. Dış siyaset açısından faşizm en kaba biçimiyle bağnaz bir milliyetçiliktir; öteki uluslara karşı kini körükler.”(Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:88,Evrensel Basım Yayın)

Genelde insanların Tayyip Erdoğan dönemini değerlendirirken yanılgıya düştüğü noktalardan biridir yukarıdaki alıntı. Tayyip Erdoğan’ın burjuvazinin bir kanadının değilde sanki mahalle serserisi çapulcuların desteğiyle kendi diktatörlüğünü ve kendi egemenliğini ilan ettiği algısı ulusalcı kesimde çok yaygındır.

Bilindiği üzere Tayyip Erdoğan sadece burjuvazinin bir piyonudur onlardan izinsiz tuvalete bile gidemez. Tayyip Erdoğan’ın burjuvazinin güdümünde olması onun bol sıfırlı banka hesabı olmasına engel değildir. Tayyip Erdoğan Anadolu burjuvazisinin piyonudur bunla da yetinmeyen Erdoğan her ne kadar İstanbul burjuvazisi ile çatışıyormuş gibi görünsede aslında onlarlada arası iyidir. Gezi ayaklanmasında Divan otelin açılması burjuvazinin ikili oyununun göstergesidir. Bunun kanıtı ise Olimpiyatların İstanbul’a gelmesi için Türkiye heyetinde Koç grubundan kişilerin olduğu aslında bu çatışmanın Tayyip Erdoğan’ın “one minute” çıkışının lokal bir tekrarı gibidir. Türkiye’deki faşizmin başka bir özelliğine geçersek:

“Ekonomik ve sosyal sorunlar açısından Faşizmin programı sindirilmemiş ve birbiriyle çelişen bir sürü laf kalabalığıdır. İleri sürülen formüllerin başlıca niteliği akıl almaz derecede demagoji ile dolu bulunmasıdır.” (Paul Sweezy, Kapitalist Gelişim Teorisi, XVIII.Bölüm, Faşizm)

“Faşizmin bu gerçek yüzünü özellikle belirtmek gerekir. Çünkü faşizm, birtakım ülkelerde -toplumsal demagoji maskesi altında- krizin yerinden oynattığı küçük burjuva kitlesinin,    hatta proletaryanın en geri tabakalarının bazı kesimlerinin desteğini ka­zanmıştır. Bu güçler   faşizmi, eğer onun gerçek sınıfsal niteliğini ve gerçek yapısını kavrayabilselerdi, asla desteklemeyeceklerdi.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:88, Evrensel Basım Yayın)

Tayyip Erdoğan’ın demogojik örnekleri saymakla bitmez fakat en yakın örnek olarak verebileceğimiz örnek herhalde öğrenci evleri meselesidir. Tayyip Erdoğan önce yurtları birbirinden ayırmış bunla da yetinmek istemeyen Erdoğan yatak odası polis birimini devreye sokmuş ve klasik kapitalist rejimin bile kurallarını çiğneme pahasına konut dokunulmazlığı yasasını yerle bir edip özel hayata müdahele etmeye kalkmıştır. Bunu yapmak için “fuhuşla mücadele” altında faşist uygulamalarını pazarlamaya çalışmakta ve kız erkek aynı evde kalan insanlara hakaret etmektedir. Halbuki kız-erkek aynı evde kalsa bu fuhuş olmayacak ve eğer bu insanlar aralarında bir cinsel münasebet olsa bile bu konu zorlamanın olmadığı koşullarda bir tek bu iki yetişkin bireyi ilgilendirmektedir.

Tayyip Erdoğan baskı konusunda böylece bir ilke imza atmıştır. Kürtleri çözüm süreci ile asimile etmeye çalışan Erdoğan kendi arka bahçesi olarak düşündüğü yerde ise kürtajı yasaklayarak ve kendi ahlaki değerlerine uygun olarak ev hayatını düzenlemeye çalışarak tek tip adam yetiştirme modeli uygulayarak  Hitler’in ari Alman ırkı projesinin Türkiye formatı olarak elinde Kuran ve İpad olan nesil projesi ile değiştirmiş, İçkiyi fiiliyatta yasaklamış ve bunu “batı devletleri ile uyumlu olması” maskesi altında pazarlamaya kalkmaktadır. Biraz düşünürsek içkinin en çok tüketildiği zaman dilimi olan 22:00’den sonra olduğu açık bir olgu olduğuna göre 22:00’den sonra içki satış yasağı aslında bütün olarak bunun içki yasağı olduğu çok nettir.

Bazı kişilerin kafasında “Neden hala parlemento açık?” “Eğer Faşizm olsaydı parlementonun kapatılması gerekmiyor muydu?” gibi soruların bulunması muhtemeldir. Bu gibi insanların kafasında oluşan bu karmaşıklık yukarıda belirttiğimiz unsurlardan kaynaklanmaktadır. Daha da açarsak bu kişiler, faşizmi sadece Alman faşizmden ibaret olarak görmenin bir yansıması olarak böyle bir akıl yürütmenin kurbanı olmaktadırlar.

Halbuki faşizm bukelemun ile sülüğün melezlenmiş bir halidir, faşizm bukelemun gibi ortamdaki her renge bürünebilme özelliğinin yanında sülük gibi kan emme özelliğine de sahiptir. Halkın kanını emmeyi çok seven faşizm bu kanı emmek için Türkiye’de parlemento biçimi altında ortaya çıkmanın kendi çıkarı için daha uygun olduğunu düşündüğünden parlementoyu fesh etmemektedir.

“Tarihi, toplumsal ve ekonomik koşullar, ulusal özellikler, hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik   biçimlerde  gelişmesine  yol  açmaktadır.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:88, Evrensel Basım Yayın)

“Anayasaya karşı sloganlar kullanan Alman faşizminin ak­sine, Amerikan faşizmi kendini Anayasanın ve "Amerikan demokrasisinin" muhafızı olarak takdim etmektedir.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:116, Evrensel Basım Yayın)

Görüldüğü gibi Türkiye’de parlementonun olması Türkiye’de faşizmin olmadığını kanıtlamaz. 2002’de gizli faşizmin yerine açık faşizmi restore etmek için görevlendirilen Erdoğan burjuvazinin ekonomik  krizden çıkmak için umud ışığıydı. Krizi emekçilerin kanını emerek(hem ekonomik hem gerçek manada) atlatmayı planlayan Erdoğan faşizmin yasaları gereği o krizi dindirmek şöyle dursun daha da artmasına neden olmuştur. İktidara gelmeden önce halkın hoşuna gidecek demagojilerle kitleleri kendine çekmeye çalışan Erdoğan bir anlamda başarılı olmuştur.

“Faşizmin kitleleri etkilediği kaynak nedir? Faşizm kitleleri çekebilir, çünkü demagoji yoluyla onların en acil ihtiyaçlarına ve isteklerine seslenir. Faşizm, kitlelerin özünde kökleşmiş ön yargıları alevlendirmekle kalmaz, onların duygularına, adalet anlayışlarına ve hatta bazen de devrimci gelenekle­rine el atar” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:90, Evrensel Basım Yayın)

“Faşizm insanları en yozlaşmış ve en sömürücü unsurların merhametine terketmekle birlikte; on­ların karşısına "dürüst ve yozlaşmamış bir hükümet" isteğiyle çıkar. Burjuva Demokratik hükümetlerde kitlelerin derin hayal kırıklığına uğradıklarını ileri sürerek yozlaşmayı -ikiyüzlülükle- yerden yere vurur.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:90, Evrensel Basım Yayın)

Hatırlanacağı üzere Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmeden önce ortaya attığı 3Y’le (yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar)  mücadele şiarı o zaman halkın en acil ihtiyaçlarına cevap vermekteydi. Fakat tarih Dimitrov’u yanıltmadı ve Erdoğan yoksulluğu,yolsuzluğu,yasakları daha da arttırdı. 2002’deki sistemin kendini yönetememesinden ve sosyalist mücadelenin ya da kapitalizme alternatif mücadelelerin güçsüzlüğünden faydalanıp Erdoğan’ın açık faşizmini kurumsallaştıran yapı aradan 11 yıl sonra tekrar krize girmiştir kitleler faşist yönetime karşı direnişe geçmekte ve Türkiye tarihinde ilk kez Gezi ayaklanması gibi bir olayın hem tanığı ve hem öznesi olmuştur. Erdoğan’ın grevi yasaklayan, kıdem tazminatı hakkını gasp etme arzusundaki yasaları Dimitrov’un şu sözlerini akıllara getirmektedir:

“Faşizm, işçilere "adil ücret" vadetti ama, gerçekte onların hayat standartlarını daha da düşürdü, yoksullaştırdı. İşsizlere iş vadetti; ancak bugün emekçiler açlıktan -daha da- büyük bir acıyla kıvranıyor, köle emeğe zorlanıyorlar.”(Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:91, Evrensel Basım Yayın)

İnsanları köle emeğine zorlayan Erdoğan her ne kadar kriz teğet geçti, ekonomik olarak çok iyi durumdayız dese de ekonomik veriler Erdoğan'ı yalanlamaktadır. Aşağıdaki veriler Erdoğan’ın nasıl bir yalan alemi içinde olduğunu kanıtlamaktadır:

Boratav, IMF verilerine dayalı yazısında şu sonuca varıyor: AKP’li yılların Türkiyesi, benzeri ekonomilerle karşılaştırıldığında (a) ortalamanın altında büyüyen; (b) en fazla dışa bağımlı; (c) çok düşük oranda yatırım yapan; (d) ulusal tasarruf oranları daha da düşük bir ekonomidir.”(1)

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) ikincisini yayınladığı How’s Life? 2013 (Hayat Nasıl?) toplumsal refah raporu, işgücüne katılımda sonuncu olan Türkiye’nin aynı zamanda OECD ülkeleri arasında emekçilerin en uzun haftalık çalışma süresine sahip olduğu ülke olduğunu ortaya çıkardı. Yaşam konforu ve kalitesini ölçen pek çok alanda Türkiye OECD ülkeleri arasında son sıralarda yer alırken, OECD ülkeleri arasında toplumsal destek ağlarının en zayıf olduğu ülkenin Türkiye olduğunun anlaşılması düşündürdü… Türkiye’de ise işgücüne katılım yüzde 48’de kaldı. Listenin son sırasında yer alan Türkiye’ye, yıllardır finansal krizlerle ve kemer sıkma tedbirleriyle baş etmeye çalışan Yunanistan 8 puan fark attı.” (2)

Ekonomik ve sosyal baskı uzmanı Erdoğan artık kendi müttefikleriyle bile çatışma halindedir. Kendi kafasına uygun nesiller yetiştirmek isteyen Erdoğan bir zamanlar yol arkadaşlığı yaptığı Fethullah Gülen cemaati ile bile çatışmaya düşmüş, birbirlerine karşı yaptıkları tehdit ve şantajların boyutu arşivlere sığmaz olmuş, Fethullah Gülen’in Erdoğan’ı “Firavun”a benzetmesi gibi anolojiler artık bu iki grup arasında günlük hayatın ritüelleri arasına girmiştir. Erdoğan’ın cezalandırma mekanizmaları Gülen’e kadar ulaşmış Gülen hareketinin omurgası olan dershaneleri kapama girişimi Gülen’i şaşkına çevirmiş, Gülen sabır etmekten başka çarelerinin olmadığını söylemiş hatta bir zamanlar çatışma halinde olduğu askerlerden özür dilemiş kendisinin bu tutuklama olaylarıyla ilgisinin olmadığını belirtip “elimde olsa hepinizi bırakırım” diyerek Erdoğan’ı sıkıştırmaya çalışmıştır. Hatta bu gibi çatışmalar sonunda Erdoğan’ın otoriterden de öte olduğunu Gülen cemaatine yakın bir gazetede dillendirilmiştir:

İktidarın ‘muhafazakâr' karakteri, sergilenen jakoben ve müdahaleci anlayışını mazur görmemizi gerektirmez. Muhafazakâr bir partinin bu niteliğini politikalarına yansıttığı bir durumu aşan noktadayız; iktidar, özel alanların kanun yoluyla düzenleneceğini söylüyor. Yani sınırlı-anayasal devlet, kişi özgürlüğü, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı vs. aşılıyor. Şehir Üniversitesi'nden siyaset bilimci Hasan Kösebalaban'ın ifadesiyle: “Devletin özel alanda denetim yapması otoriterlikten de öte bir durum. Zira otoriter rejimler kamu alanını kontrol etmeyi kâfi görürler.”(3)


Zaman gazetesinin bile inkar edemediği gerçek ortadadır. İktidara yakınlığı ile bilinen Mehmet Barlas’ın “artık Erdoğanı korumak için bahane bulamıyorum” diye yakındığı bir ortamda Erdoğan’ın faşist kimliği ve uyguladığı politikaların faşist devlet anlayışının bir ürünü olduğu bugün için reddedilemez bir olgu olmuştur. Erdoğan bir zamanlar çok eleştirdiği paşalarla aynı konuma düşmüş, kırmızı-beyaz Kemalizmin yerine yeşil Kemalizmi kurmuştur. Sonuç olarak, kent yoksulları için dayanılmaz hale gelen Erdoğan’ın durumunun ileride ne olacağı belirsizdir fakat kesin olan bir şey varki o da faşist yapı ile mücadele etmek ve yok etmek için kapitalizme alternatif sistemlerden herhangi birinin Türkiye’deki politik hayatta hegemonik bir aktör olmasıyla mümkündür. Bu yüzden faşizme karşı mücadele Erdoğan’la sınırlı olmamalı ve kitleler öfkesi kapitalizmin içine nüfus etmelidir. Kitlelerin öfkesini doğru yola sürükleyebilecek unsurlara selam olsun!

Dipnotlar:

25 Ekim 2013 Cuma

Slavoj Zizek'in Stalinizm Kitabının Marksist Gözden Eleştirisi


Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra ortaya yeni yeni “sosyalist” tipolojileri çıkmaya başladı. Hepsi sosyalizmin ideolojik bunalım yüzünden çöktüğü konusunda görüş birliği içinde olmakta ve kendilerince sosyalizmi yeniden inşa etmek için yeni bir sosyalist düşüncenin oluşması için çalışmalar yapmaktadırlar. Amaçları güya sosyalizmi yeniden inşa etmektir fakat bizim anladığımız haliyle burjuvazinin zaferinin nihai noktaya sürüklenmesi için bu yeni tip filozofların ürettikleri ürünler efendileri olan burjuvaziye hizmet etmelerinin somut yansımasından başka bir şey değildir.

Haliyle bu tarz filozoflar efendilerinin emriyle bir baş çelişki bulmak zorundadırlar. Görüşleri birbirlerinden ne kadar farklı da olsa bu baş çelişki hep aynıdır. Sovyetlerin yıkılmasına neden olan şey bu eski “ortadoks” “vahşi” “sapkın ideoloji”dir. Yeni dönemin solcularına bu tarz filozoflar “Stalinizm” gibi “sapkın” ideolojiye karşı uyarıda bulunmakta ve “sakın bu hastalıklı ideoloji tarafından ele geçirilmeyin” demektedirler. Yani bu tarz filozoflar Sovyetlerin yıkılış gerekçesi olarak “Stalinizmi” göstermekte ve “Stalinizme” karşı yeni dönem sosyalizminin kurulmasını öğütlemektedirler. Bu tarz filozofların görüşleri birbirinden ne kadar farklı olsa da bir ortak düşmanları vardır o da “Stalinizmdir”. Bir zamanlar “ortak düşman Amerika’dır birleşelim” şiarı “ortak düşman Stalinizmdir birleşelim” şiarına doğru evrilmiştir.

Aslında “Stalinizm” diye karşı çıktıkları şey sosyalizmden başka bir şey değildir. Sosyalizmin ideolojik düşmanları sosyalist kılığa bürünüp sosyalizme karşı mücadele etmektedirler.Bunun somut yansıması ise Slavoj Zizek’in “Stalinizm” kitabıdır. Bu kitabı adım adım inceleyip neyin ne olduğunu açıklamaya aşağıda çalışacağız.

Stalinizm kime dayanır?

“ Bir Stalinist gerçek bireyler adına davranamaz “halk” adına davranır, amprik hiçbir birey inanmasa bile inanan bu sanal büyük öteki adına davranır. Bu şekilde, kendi bireysel sinikliğini “nesnel” içtenliğiyle birleştirebilir: bir davaya inanması gerekmez, sadece inandığı varsayılan “halka” inanır… Bu da bizi Stalinist Komünistin öznel konumuna getirir: bir sapık konumu. Gerçek bir Stalinist politikacı insanlığı sever, ama yine de korkunç kovuşturmalar ve idamlar gerçekleştirir  kalbi bunu yaparken incinmektedir, ama buna engel olamaz, bu onun İnsanlığın ilerlemesi karşındaki görevidir.” (Slavoj Zizek, Stalinizm,Sayfa:34 Encore yayınları)

Görüldüğü gibi Zizek burada açıkça Marksizmin olgularını saptırmaktadır. Bir kere eğer “Stalinist” ideolojiyi hiçbir birey desteklemiyor olsa idi Stalin değil onlarca yıl iktidarda olması bir ay bile iktidarda kalması imkansızdı. Marksizm bize iktidardakilerin iktidarda kalması için arkasında bir sınıf desteği olması gerektiğini söylemektedir. Bu yüzden Zizek’in dediği gibi “sanal bir öteki” olması imkansızdır. Sanal olmadığının somut göstergesi Stalin’in iktidarda olmasıdır. Diğer bir çarpıtma noktası ise “Stalinist politikacının insanlığı sevmesi”dir. Bir kere Marksist bir politikacı(varsın Zizek’ler Stalinist olarak algılasın) genel bir insan seviciliği üzerinden değil belli bir sınıfın(proletarya) çıkarlarını savunma üzerinden politika güder. Kovuşturmalarda ancak bu şekilde açıklanabilir.

Zizek kitabının etkileyiciliğini arttırmak için araya yem atmakta ve okuyucuyu kandırmaya çalışmaktadır. Zizek’in bir diğer yemi ise “Stalinizm”in halka dayandığıdır. Bu kesinlikle yanlıştır Stalin Proletaryaya dayanmakta ve halk katmanlarıyla ittifak kurmaktadır. Zizek’in halka dayanıyor demesindeki amaç Stalin’in sosyalist olmadığını söylemenin ayrı bir versyonudur. Çünkü halkın bütün katmanları eş sayılırsa sosyalizmi kurmak imkansızdır. Stalin’in gerçek görüşü ise aşağıdaki gibidir:

“Leninizmin, proleter devrimin teorisi ve taktiği olduğu tezi doğru mudur? Doğru olduğunu sanıyorum. Peki ama bundan ne sonuç çıkar? Bundan şu sonuç çıkar ki, Leninizmin ana sorunu, çıkış noktası, temeli, proletarya diktatörlüğü sorunudur…İkisinden biri: Ya köylü sorunu Leninizmde en önemli şeydir, ve o zaman Leninizm, gelişmiş kapitalist ülkeler için, köylü ülkesi olmayan ülkeler için uygun değildir, geçerliliği yoktur; Ya da Leninizmde en önemli şey proletarya diktatörlüğüdür, ve o zaman Leninizm, bütün ülkelerin proleterlerinin uluslararası öğretisidir, istisnasız bütün ülkeler için —bunlar arasında gelişmiş kapitalist ülkeler için de— uygundur ve geçerliliğe sahiptir. Seçim sizindir.”(Stalin,Leninizmin Sorunları,Sayfa:147-148)

Dikkat ederseniz Zizek’in suçlamaları yeni değil daha önce Zinovyev Leninizme “köylü” ideolojisi diyerek Zizek’le benzer noktaya düşmüştür. Açık olan şudur ki Zizek gibi adamlar yeni bir eleştiri getirmemektedirler. Eski eleştirileri yeni ambalajlara sarıp tekrar piyasa sürmektedirler. Zizek Stalin’in “patolojik” olduğuna şöyle devam etmektedir:

“ Stalin’in Lenin’in cenazesinde 26 ocak 1924’te yaptığı(“Lenin’in Ölümü Üzerine” adlı) konuşma şöyle başlar: (Yoldaşlar, biz Komünistler özel yaratılmış insanlarız. Özel bir şeyden yapılmışız. O büyük proletarya stratejistinin ordusunu, Yoldaş Lenin’in ordusunu oluşturanlar bizleriz. Bu orduya ait olmaktan daha yüce bir onur yok. Kurucusu ve lideri Yoldaş Lenin olan Parti’nin bir üyesi olmaktan daha yüce bir şey yok. Böyle bir partinin üyesi olmak herkese sunulmaz. Böyle bir partide üye olmaya eşlik eden gerginlik ve fırtınalara herkes dayanamaz.) Lenin’in devrimcinin bedenine yönelik kendine özgü saplantısı burada bir bakıma kavram haline çıkarılmıştır: Bolşevik bir kadro özel bir bedene, başkalarınınkine benzemeyen bir bedene sahip olan bir kadro olarak algılanır bu yüzden ona özel bir ilgi gösterilmelidir (ve daha sonra beden bir mozelede korunmayı hak etmiştir).” (Slavoj Zizek, Stalinizm,Sayfa:36-37, Encore yayınları)

Çarpıtmaya bakın: “Bolşevik bir kadro özel bir bedene, başkalarınınkine benzemeyen bir bedene sahip olan bir kadro olarak algılanır” Sorun beden sorunu falan değildir. Burada sosyalizmin bir değerinin kalıcılaştırılması sorunu vardır. Önemli olan bir sosyalistin bedeni değildir. Önemli olan sosyalist ideolojinin devamını sağlamak için yapılan bir eylemdir. Örnek verirsek Lenin’in bedeni onun kutsal olduğu için değil sosyalist ideolojinin yok olamayacağına dair mesaj vermek için mumyalanmıştır. Bu bolşevik bir saplantı değil sosyalist üstyapının bir parçasıdır. Ayrıca Stalin’in konuşmasıda parti kadrolarına tabiri caiz ise “gaz” vermek için yapılmış bir konuşmadır. Bir partinin lideri ölmüş ise partinin alt kadrolarının özgüveni yerine gelsin diye yapılmış bir konuşmadan ibarettir. Yani bu konuşma taktiksel politik bir manveradır Stalin’in beden saplantısı söz konusu değildir.

Eğer Stalin bu konuşmayı yapmasaydı iyi bir politika gütmediği için eleştirmemiz gerekirdi. Bu yüzden bu konuşmada hiçbir sakınca yoktur. Ayrıca Bolşevik kadronunda şeçilmiş insanlardan olduğu çok nettir “proletaryanın yönetmeyi bilen azınlığı” diye Lenin tabir etmemiş miydi Sendikalar sorununda bu kadroyu?
Görüldüğü gibi Zizek seçkinler ve avam ikilemini öyle uç noktalara çekerek, gerçeklerin içine yalan sıkıştırarak kitleleri kandırmaya çalışmaktadır.

Zizek’in Hitler-Stalin paktı çarpıtması

“ 1939’daki Hitler-Stalin anlaşmasına dek Faşizm başlıca düşmandı, fakat anlaşmadan sonra, anti –Faşist mücadeleye odaklanmaya devam eden biri “nesnel olarak” emperyalist gericiliğe hizmet ediyor demekti.” (Slavoj Zizek, Stalinizm,Sayfa:38, Encore yayınları)

Olayı bütünlüğünden kopardığımızda Gerçekten Zizek’in dediği gibi bir şey çıkmaktadır. Fakat gerçekler bunun tam tersidir Sovyetler Birliği 1927’den beri yeni bir dünya savaşının çıkacağını bilmektedir. Yükselen faşizm tehlikesinden endişe duymaktadırlar ama bütün çabalarına rağmen batılı emperyalist güçler yükselen faşizm tehlikesine karşı Sovyetlerin birleşik cephe oluşturulması teklifine olumlu yanıt vermemiştirler. Sovyetler defalarca İngilitere ve Fransa ile yükselen faşizm tehlikesine karşı ortaklık kurmayı önermiş hatta Milletler Cemiyetinde de bu sorunu dile getirmesine rağmen bütün önerileri reddedilmiştir. Bu yüzden Sovyetler her zaman Faşizmin kendisine saldıracağını bilmekteydi. Stalin yükselen faşizm tehlikesi ile ilgili şöyle demektedir:

“Günün temel sorununun, yeni bir emperyalist savaş tehlikesi sorunu olduğuna hiç kuşku yoktur sanırım. Herhangi bir belirsiz, elle tutulmaz savaş "tehlikesi" değil sözkonusu olan. Genelde reel ve gerçek yeni bir savaş tehlikesi, özelde de SSCB'ye karşı bir savaş tehlikesidir sözkonusu olan. Son emperyalist savaşın sonucunda yapılan dünyanın ve nüfuz alanlarının yeniden paylaşımı artık "eskimiş" durumda. Bazı yeni ülkeler ön plana geçmiş bulunuyor (Amerika, Japonya). Bazı eski ülkeler geri plana itiliyor (İngiltere). Daha Versay'da mezara taşınmış gibi görünen kapitalist Almanya, yeniden canlanıyor, gelişiyor, gittikçe güç kazanıyor. Kıskanç gözlerle Fransa'ya bakan burjuva İtalya hızla öne çıkıyor…Proletarya diktatörlüğünün ülkesi SSCB'nin varlığı ve gelişmesi bu krizi daha da derinleştirmekte ve keskinleştirmektedir. Emperyalizmin yeni bir savaşa hazırlanması, bunu içinde bulunduğu krizi aşmanın tek yolu olarak gördüğünden, şaşırtıcı değil. Silahlanmanın eşi görülmedik artışı, burjuva hükümetlerin genel olarak faşist "hükümet" yöntemlerine yönelmeleri, komünistlere karşı girişilen haçlı seferleri, SSCB'ye karşı yoğun kışkırtma kampanyası, Çin'e doğrudan müdahale — tüm bunlar bir ve aynı olayın değişik yanlarıdır: dünyanın bir kez daha yeniden paylaşılması için yeni bir savaş hazırlığı.(Stalin,Eserler,Cilt:9,Sayfa:254-255)

Sovyetlerin Almanlarla pakt oluşturmasının sebebi eğer Almanlarla cephe hattı Viborg-Kaunas-Bialistok-Brest-Litovsk-Lvov hattı yerine eski hat olan Leningrad-Narva-Minsk-Kiev hattı üzerinde bir cephe kurulmuş olsaydı düşman askerleri çok daha rahat sınır içine girebilecek ve Moskova’nın düşüşüne neden olabilecekti.(daha fazla bilgi Tarih Çarptıcıları,Sayfa:73-74,inter yayınları) Hatta 2. Paylaşım savaşında hattın ilerlemesine rağmen Alman askerlerinin Sovyetlerin içlerine kadar ilerlemesini baz alırsak eğer hat ilerlemeseydi Moskova kesinlikle düşmüş olacak ve 2. Paylaşım savaşının kazananı Naziler olacaktı. Bu pakt Sovyetlerin zaferi kazanmasını sağlamıştır. Zizek’in bu tarz eleştirileri faşizmin ordularına yaramaktadır. Masum bir okuma yapılamayacağı gibi masum bir yazı da yazılamaz ama Zizek’in yukarıdaki sözleri tam anlamıyla gaz odalarını yapanların çıkarını savunmaktan farksızdır. Zizek’teki gizli faşizm desteği olayın bütününe bakınca böyle açığa çıkmaktadır.                                                        

Zizek’ten bir tahrifat daha: “gösteri mahkemeleri”

“Stalinist gösteri mahkemelerinde, kurbanlar sorumlu tutuldu, suçlandı, itirafa zorlandı.”(Slavoj Zizek, Stalinizm,Sayfa:12, Encore yayınları)

“ Aynı çerçevede, bazı Stalinistler bile, (genellikle yarı özel ortamlarda) soruşturmaların birçok kurbanın masum olduğunu, “parti birliğini sağlamlaştırmada onların kanına ihtiyaç duyduğu için” suçlanıp öldürüldüklerini kabul etmek zorunda zorunda kaldıkları zaman, bütün bu zorunlu kurbanların hakkının verileceği, ve onların masumluklarının ve Davaya yönelik en yüce fedakarlıklarının tanınacağı gelecekteki o son zafer anını hayal eder” (Slavoj Zizek, Stalinizm,Sayfa:29, Encore yayınları)

Hep ortaya atılan bir iddiadır. Bu mahkemelerde yargılanan insanların masum olduğuna dair görüşler. Fakat gerçekler göstermektedir ki bu mahkemelerde yargılananların hiçbiri masum değildir. Hepsi suçludur. Hatta bu kadroların tasfiye emri de Lenin’den gelmiştir. Hepsini aşağıda göreceğiz.

Buharin şimdi bile o ve arkadaşları Almanların saldırmasının imkansız olduğunu iddia ettikleri gerçeğini inkara çalışıyor. Ama çok, hem de pek çok insan Buharin ve arkadaşlarının bunu iddia ettiğini biliyor ve  onlar bir çeşit yanılsama yaratarak Alman emperyalizmine yardım ettiler ve Alman devriminin büyümesini engellediler. Büyük Rus Sovyet Cumhuriyeti, köylü ordusunun panik halindeki savaşı sırasında, milyonlarca insanın yüzlerce  değerindeki serveti ve binlerce silahtan mahrum edilerek zayıflatılmış oldu.”(1) (Lenin,Ciddi Ders Ciddi Sorumluluk)

Görüldüğü gibi Lenin Brest-Litovsk olayında Buharin’in Alman Emperyalizmine yardım ettiğini söylemektedir. Emperyalizme yardım edene ne denir? Kahraman diyemeyeceğimiz çok net ya da bu insanın masum olduğunu da söyleyemeyiz. Bu insanların ne olduğu ta Lenin’den beri belli ama tasfiye etmek için koşulların uygun olmamasından dolayı beklemek gerekti. Ayrıca bunun Lenin’in polemik dili olmadığını söylemek zorundayız. Sosyalizmin düşmanları genelde kendilerine çıkış noktası olarak “Lenin’in yazı dili öyle aslında kendisi tasfiyelere karşıydı” gibi tutarsız sözler söylemişlerdir. Lenin’le daha önce polemiğe giren bir grupta Lenin’in ağır eleştirlerinden kaçış noktası olarak “Lenin’in polemik dili böyle aslında ciddi ayrımlarımız yok” onla demişlerdir ve Lenin’den tokat gibi bir cevap almışlardır “suçunuzu örtmeye çalışmayın!” bu konuda buna benzemektedir ilgili alıntı aşağıdadır:

 Raboçeye Dyelo, saflığından, bu suçlamamızın ancak bir polemik yöntemi olduğu kararına vardı: şu kötü dogmacılar, bizim hakkımızda çeşitli kötü şeyler söyleme yolunu tutmuşlardır, burjuva demokrasinin bir aleti olmaktan kötü ne olabilir ki? Ve böylece büyük puntolarla bir "tekzip" yayınlıyorlar. "Düpedüz iftira, başka bir şey değil" (İki Konferans, s. 30), "aldatmaca" (31), "maskaralik" (33): RaboçeyeDyelo, tıpkı Jüpiter gibi, (Jüpiter'e hiç benzemese de) suçlu olduğu için öfkeleniyor, ve ağzından kaçırdığı küfürlerle hasmının uslamlama biçimini kavrama yeteneğinden yoksun olduğunu tanıtlıyor.” (Lenin,Ne Yapmalı,Sayfa:106,Sol Yayınları)

Masum birine hiç söylenecek şey mi yoksa Lenin’in aşağıda sendikalar sorununda Buharin ve Troçki ile ilgili söyledikleri?

Sonuç: Troçki ve Buharin’in tezleri bir dizi teorik hata, bir dizi ilkesel yanlışlık içeriyor. Siyasi olarak, meseleye tüm yaklaşım tarzı tam bir densizliktir. Troçki yoldaşın “tez”leri politik olarak zararlıdır. Onun politikası son tahlilde sendikaları bürokratikçe hırpalama politikasıdır.” ( Lenin,Kronstadt’tan parti içi muhalefete, sendikalar,mevcut durum ve troçki yoldaşın yanlışları, agora yayınları,sayfa:84)

“Hiç kuşkusuz partideki hastalığı fırsat bilerek kapitalist müttefik güçler yeni bir saldırıya, Sosyalist-Devrimciler de komplolara ve isyanlara girişmeye çalışacaklardır” (Lenin,Kronstadt’tan parti içi muhalefete,parti krizi, agora yayınları,sayfa:98)

Görüldüğü gibi daha 1921’de partiyi yıkmaya çalışan gruba karşı Lenin’in bir mücadelesi vardı. Buharin,Zinovyev,Troçki gibi sosyalist sosa bulanmış burjuva temsilcileri Zizek’in tabiriyle “gösteri mahkemelerince” cezalandırılmıştırlar.(Troçki hariç) Lenin Molotov’a yazdığı iki mektupta bu kadroların uygun zamanda tasfiye edilmesini şöyle dile getirmiştir:

“Parti’ye yeni üyeler alırken adaylık süresinin uzatılmasını son derece önemli görüyorum.Zinovvyev’de bu süre işçiler için altı ay,diğerleri için bir yıl olarak saptanmıştır...Ben Zinovyev tarafından önerilen kısa süreleri değiştirmeden kabul etmeyi
son derece tehlikeli buluyorum. hiç kuşku yok ki bizde büyük sanayi anlamında
en ufak ciddi eğitimden geçmemiş insanlar sürekli işçi olarak nitelenmektedir.Çoğu zaman,tesadüfen ya da kısa süre için işçi durumuna gelmiş katıksız küçük burjuvalar işçi kategorisine giriyorlar”(Lenin,seçme eserler cilt:9,inter yayınları, sayfa:351-252).

“Gözlerimizi gerçeğe kapamak istemiyorsak,bugün parti’nin proleter politikasının parti’nin bileşimi tarafından değil,parti’nin eski muhafız kıtası denebilecek son derece ince katmanın muazzam,eksilmemiş otoritesi tarafından belirlendiğini kabul etmek gerekir.Bu katman içinde küçük bir iç mücadele,bu katmanın otoritesinin yok olmasa bile zayıflamasına ve artık kararları bu katmanın belirleyememesine yetecektir”(Lenin ,seçme eserler cilt:9,inter yayınları,sayfa:354).

“partinin,proleter politikayı tam bilinçle uygulayan komünist olmayan parti üyelerinden kurtulmasını kolaylaştıracak başka önlemler hazırlanmalıdır.parti için yeni bir genel temizlik önermiyorum,çünkü bunun şu an pratikte uygulanamaz olduğuna inanıyorum,fakat parti’nin fiilen temizlenmesi,yani mevcudunun azaltılması için herhangi bir yol bulunmalıdır,ve bu konu üzerine düşünülürse,inanıyorum ki bir dizi uygun önlem bulunabilecektir(Lenin seçme eserler,cilt:9, inter yayınları,sayfa:354)

Lenin bahsettiği “herhangi bir yol” Zizek’in tabiryle “gösteri mahkemeleridir”. Eğer Stalin’i eleştireceksek bunu neden “gösteri mahkemelerinde” karşı devrimcileri yargıladın şeklinde olmayacağı çok nettir. Stalin eğer bu hizipleri mahkemeye çıkarmasaydı eleştirmemiz gerekiyordu.

Lenin sağlığını birkaç yıl daha koruyabilse ne olurdu?

“ Yani Stalinizmin Ekim Devrimi’nin ilk ve hemen sonraki koşullarından nasıl çıktığı açık olsa da, Lenin’in sağlığını birkaç yıl daha koruyabilmiş ve Stalin’den kurtulmayı başarmış olsaydı tümüyle farklı bir şeyin çıkabileceği olasılığını a priori olarak reddetmemek gerek.”(Slavoj Zizek, Stalinizm,Sayfa:41-42, Encore yayınları)

“ Elbette “demokratik sosyalizm” ütopyası değil, ama yine de o Stalinist “tek ülkede sosyalizm”den özünde farklı bir şey, kendi sınırlılıklarının tümüyle farkında olan, çok daha “pragmatik” ve doğaçlama bir dizi politik ve ekonomik karar ortaya çıkabilirdi.” (Slavoj Zizek, Stalinizm,Sayfa:42, Encore yayınları)

“Troçki figürü yine de, “ya (sosyal) demokrat sosyalizm ya Stalinist totalitarizm” seçeneğini rahatsız eden bir öğe olarak durduğu ölçüde can alıcı önemde duruyor.” (Slavoj Zizek, Stalinizm,Sayfa:42, Encore yayınları)

İhanetin çanları işte şimdi burada çalmaya başladı! Zizek’e göre Lenin birkaç yıl daha yaşasa “Stalinist” tek ülkede sosyalizm uygulanamazmış! Tamamen iftira! Bir kere tek ülkede Sosyalizm Lenin’in Marksizm havuzuna kattığı bir görüştür, bir yeniliktir, bir ilerlemedir. Bu teorinin Stalin’le uzaktan yakına bir ilgisi bulunmamaktadır. Ama sosyalizmin düşmanları sosyalizme açıktan saldıramadıkları için bunu Stalin üzerinden yapmaktadırlar. Üstüne üstlük Stalin’in tek ülke anlayışıda Sadece Sovyetlerlerden oluşmamaktaydı. Sovyetlerden bütün dünyaya yayılan bir sosyalizm hayal etmişti tıpkı Lenin’in tek ülkede sosyalizm düşüncesi gibi aşağıda gördüğümüz üzere gerçekler çok net bir şekilde görünmektedir:

Elbette biliyorum ki, kendilerini çok önemseyen bazı ukalalar var ve hatta kendilerini sosyalist olarak addediyorlar;  devrim bütün ülkelerde patlak verene değin iktidarın alınmaması gerektiğini öne sürüyorlar. Bunu söylerken devrimi terk edip burjuvazinin tarafına geçtiklerini fark etmiyorlar. İşçi sınıfı uluslararası ölçekte bir devrim gerçekleştirene kadar beklemek, herkes havada asılı kalacak demektir. Bu mantıksızdır. Herkes bir devrimin zorluklarını bilir. Devrim parlak bir başarıyla tek ülkede başlayabilir, sonra acı verici safhaları geçer; nihai zafer yalnızca dünya ölçeğinde ve yalnızca bütün ülkelerin işçilerinin müşterek çabalarıyla mümkündür. Görevimiz ihtiyatlı ve sağduyulu olmaya bağlıdır; destek birlikleri gelene kadar manevra yapmalı ve geri çekilmeliyiz. Bu taktiklerdeki yöntem değişikliği kaçınılmazdır; her ne kadar devrimin ne anlama geldiği konusunda hiçbir fikri olmayan sözde devrimcilerin alaylarına maruz kalsa da.” (2) (Lenin,Dış Politika Üzerine Rapor,14 Mayıs 1918)

Bir ülkede, bu durumda bizim ülkemizde, sosyalizmin nihai zaferi sorununun iki farklı yanı olduğu kuşku götürmez…Ülkemizde sosyalizmin nihai zaferi sorununun birinci yanı, ülkemizdeki sınıfların karşılıklı ilişkileri sorununu kapsamaktadır. Bu iç ilişkiler alanıdır. Ülkemizin işçi sınıfı, köylülüğümüzle çelişkilerini aşabilir, onunla bir ittifak kurabilir, işbirliği yapabilir mi? Ülkemizin işçi sınıfı, köylülükle ittifak halinde ülkemizin burjuvazisini yenebilir, elinden toprağı, fabrikaları, maden ocaklarını vs. alabilir ve kendi güçleriyle yeni, sınıfsız toplumu, tam sosyalist toplumu kurabilir mi? Leninizm bu sorulara evet yanıtı vermektedir…Ülkemizde sosyalizmin zaferi sorununun ikinci yanıyla bağıntılı olan sorunlar bunlardır. Leninizm bu soruları hayır diye yanıtlamaktadır. Leninizm, "burjuva ilişkilerin  restorasyonuna karşı güvence anlamında sosyalizmin nihai zaferi, sadece uluslararası ölçekte olanaklıdır" demektedir. (Bkz. SBKP(B) XIV. Konferansı bilinen kararı). Bu, uluslararası proletaryanın ciddi yardımının olmaksızın sosyalizmin bir ülkede nihai zaferi görevinin çözülemeyeceği güç olduğu anlamına gelir.”(3) (Stalin,İVANOV İVAN FİLİPOVİÇ YOLDAŞA YANIT)


Görüldüğü gibi Zizek’in anlatıklarıyla gerçekler birbiriyle uyuşmamaktadır. Zizek’in bir başka tahrifatı ise Gürcistan sorunu ile olan görüşleridir. Bu ince tahrifat büyük kavram karmaşalarına neden olmakta ve burjuvaziye can simidi niteliğine bürünmektedir.

“Lenin’in yeniden canlanan Rus milliyetçiliğine karşı son umutsuz mücadelesi, Gürcü “milliyetçilere” verdiği destek, merkezilikten çıkmış bir federasyon hayali vb. sadece taktik tavizler değildi: Stalinist olanla tümüyle uyumsuz bir devlet ve toplum hayali içeriyordu(Slavoj Zizek, Stalinizm,Sayfa:42, Encore yayınları)

Lenin’in Gürcistan sorununda Stalin’le tartıştığı doğrudur. Fakat tartışma noktası Stalin’in aceleci tavrından kaynaklanmaktadır. Yoksa Lenin’in Gürcistan’ın Sovyetlere katılmasından hiçbir sorunu bulunmamaktadır. Aslında tartışmanın olmasının sebebi Lenin’in eşi Krupskaya’dır. Stalin’le arası kötü olan Krupskaya’nın bir zamanlar Lenin’le Stalin’in arasına girdiği tarihsel bir gerçektir ama tartışma kişisel bir tartışmadır ideolojik bir tartışma değil aşağıdaki alıntıda Lenin’in Ukrayna’nın kaderi üzerine görüşleri ile Stalin’in Gürcistan’daki görüşleri birbirinin tıpatıp aynısıdır:

Ukrayna bağımsız bir cumhuriyettir, çok iyi, fakat Parti söz konusu olduğunda, bazen —nazikçe nasıl ifade edebili­rim— hile taktiğine başvuruyor. Günün birinde onları sıkıştırmak zo­runda kalacağız herhalde, çünkü orada akıllı adamlar var ve onların MK'sı, bizi aldatıyor demek istemiyorum ama bizden biraz uzaklaşı­yor. Tüm meseleyi aydınlatmak için buradaki MK'da inceledik ve sür­tüşmeler ve görüş ayrılıkları olduğunu saptadık. Orada "Kimka", yani Küçük Ocakları İşletme Komisyonu bulunuyor. Elbette "Kimka"yla  Taşkömürü Sanayii Merkez Yönetimi arasında şiddetli sürtüşmeler var. Yine de biz  MK'nın belli tecrübeleri var ve önde gelen kişileri uzaklaştırmama yönünde oybirliğiyle karar aldık; sürtüşmeler olursa bütün ayrıntılarıyla bize bildirilecekti, çünkü o bölgede sadece sadık değil, aynı zamanda yetenekli insanlar varsa, bunları desteklemeye ça­lışmak gerekir ki, eğer henüz herşeyi öğrenmedikleri kabul edilirse, eğitimlerini tamamlayabilsinler. Hikâyenin sonu Ukrayna'da bir Parti kongresinin yapılması oldu.”(Lenin,Seçme eserler Cilt:9,Sayfa:390)

Görüldüğü gibi bağımsız bir cumhuriyet olan Ukrayna’nın iç işlerine Lenin müdahele etmiştir. Söz konusu sosyalizmin çıkarları olunca müdahele etmek son derece normaldir. O zaman Zizek’e sormak lazım Lenin’de mi Rus milliyetçisi? Görüldüğü gibi Gürcistan sorunu ideolojik değil kişisel bir sorundan kaynaklanmaktadır.

Yerov üzerine bir not

“ Stalin’in baş idamcısı olan Yerov’un 1938 yılında tutuklanıp tasfiye edilmesinin, aslında bir iyleşme çabası olduğunu, 1937 yılında patlak veren o denetimsiz özyıkım öfkesini dengeye sokma çabası olduğunu öner sürmek istiyor insan: Yerov’un kovuşturulması bir tür meta-kovuşturma, bütün kovuşturmaları sona erdirmeye yönelik bir kovuşturmaydı(on binlerce masum Bolşeviği yabancı güçler hesabına öldürmekle suçlandı bunun gülünç yanı bu suçlamanın kelimesi kelimesine doğru olmasıydı: on binlerce masum bolşeviğin öldürülmesini örgütlemişti).” (Slavoj Zizek, Stalinizm, Sayfa:68-69, Encore yayınları)
Stalin’in baş idamcısı değil burjuvazinin baş idamcısı Yerov olacak! Zizek’in manevralarına bir örnek olarak yukarıdaki alıntıyı verebiliriz. Bilindiği üzere bazı burjuva unsurlar sırf yönetci kesim zora düşsün diye masum Bolşevikleri öldürmüşlerdir. Tezgah basittir masum Bolşevikleri öldürüp Stalin’in devrimci katili olduğunu hem dünya proletaryasına hem de gelecek kuşakların zihinlerine kazımak bu burjuva hiziplerin genel amaçlarıdır. Soludukları her nefeste sosyalizme ve kişisel olarakta Stalin’e karşı olan hınçlarını bir kere bile olsun unutmamaktadırlar. Ayrıca bu çok eski yöntem olup Lenin tarafından da dile getirilip kadrolar uyarılmıştı.

“Kurumların başına geçen komünist­ler —bazen onları bir kalkan olarak kullanmak isteyen sabotörler tara­fından kasıtlı olarak ustaca öne itilirler— sık sık kafese konuyorlar. Bu çok nahoş bir itiraf. Ya da en azından pek hoş bir itiraf değil, fakat öy­le inanıyorum ki bunu yapmak gerekir, çünkü sorunun püf noktası bu­rada yatmaktadır.”(Lenin,Seçme Eserler Cilt:9,Sayfa:381)

Bu yüzden Yerov gibi adamlar masum Bolşeviklere karşı bir tezgah hazırlayıp onları kurşuna dizdirmişlerdir. Fakat burada Yerov’un Stalin’le hiçbir ilişkisi yoktur. Amaç burada Sovyetlerin “insan eti satan kasap dükkanı” imajını dünya proletaryasına yutturmak için yapılmış bir komplo girişimidir. Stalin Yerov’un ve Yogoda’nın uluslar arası komplonun bir parçası olduğunu öğrenir öğrenmez cezalandırmıştır. Buradan ancak skeptik kişiler Stalin’den şüphelenebilir skeptisizm(kuşkuculuk) sapkın bir felsefi akım olduğu için karşı devrimci bir öze sahiptir. Kim ki kanıt göstermeden skeptisizme başvuruyorsa o burjuvazinin bir borazanıdır. Zizek asla gösteremeğeceği kanıtlar üzerinden Stalin’e saldırmaktadır. Böylece Lenin bahsettiği skeptik sapmanın en dibine yerleşmektedir.

“İdealizm ve skeptisizm yönündeki moda felsefi sapmalara karşı materyalizmi savunmak lazım.”(Lenin,Din Üzerine,Sayfa:52,İnter Yayınları)

Zizek’in Yanlışlıkla Verdiği Açık Stalin Döneminde Sosyalist Üretim Biçimi Var

“ Burada Liderin özgül rolünü belirlemek gerekir: o bu talih kaymalarından dışlanmıştı çünkü geleneksel Efendi değil, “Yanlış Yönetimin Lorduydu”: karnavalesk yıkımın asıl failiydi. Bu karnavalesk özyıkıcı dinamik nedeniyle,Stalinist nomenklatura hala yeni bir sınıf olarak nitelenemez.Andrzej Walicki’nin belirttiği gibi, paradoksal bir şekilde, nomenklatura’nın yeni bir sınıf halinde dengeye ulaşması gerçek Stalinist “totalitarizmle” uyuşmaz; ancak Brejnev yıllarında;( Sovyet nomenklatura’sının sağlamlaşması gerçekleşti, Sovyet tarihinde ilk kez bu nomenklatura ‘kendisini daha yüksek otoritelere boyun eğmekten kurtarmayı başardı’ ve kendisini sadece (Kruşçev’le elde ettiği) fiziksel güvenceyi değil aynı zamanda performansından bağımsız bir iş güvencesini de elde etmiş olan dengeli ayrıcalıklı bir katman olarak oluşturdu aslında bu yeni yönetici sınıfınkine benzer bir statüydü… Totalitarizmin en yüksek seviyesi, sadece bütün olası sapmaların değil, aynı zamanda varlıkları ideolojik saflığı tehlikeye atıp iktidarın monolitik yapısını da çökertebilecek olan dengeli çıkar gruplarını da hedef alan o sürekli kovuşturmalar dönemiydi.” (Slavoj Zizek, Stalinizm, Sayfa:72, Encore yayınları)

Böyle bir tarih okuması olamaz. Zizek göre Sovyetlerde ne proletarya egemendi ne de nomenklatura adında Sovyet burjuva sınıfı diye adlandırabilceğimiz unsur. Zizek’e göre egemen olan tek unsur Stalin’di. Bu idealizmin en saflaşmış halidir. Marksizmin en ciddi reddidir. Şu andaki Emperyalist sistemde bile tek adam yok belli burjuva hizipleri dünyayı paylaşmış durumdadır. Sovyetlerde Stalin’in tek adam ya da tek burjuva olması şayet Sovyetlerde sosyalist üretim olmadığını söylesek bile o zamanki sınıfsal pozisyon alma durumuna uymamaktadır. 

Tek bir adam bütün ülkenin efendisi olamaz Zizek ileride Sovyetlerdeki(Stalin dönemi) eksik unsurun bürokrasi olduğundan değiniyor. Ne de güzel diyor çünkü bürokrasi egemen olsa onun dayandığı bir burjuva unsur olması gerekmektedir. Eğer bürokrasi yoksa onun altıda yoktur yani burjuvazi yoktur. Ayrıca Stalin’e tek adam diyerek Marksizmi alt üst etmektedir çünkü Marksizm devlet iktidarı bir sınıfın zor aracıdır der. Eğer nomenklatura’nın egemenliğinden bahsedemezsek Sovyetlerde proletarya diktatörlüğünün uygulandığını, egemen gücün proletarya olduğu ve burjuvazi olmadığı için sosyalist üretim biçiminin Stalin dönemindeki Sovyetlerin üretim biçimi olduğu sonucunu çıkarmaktayız.


Sonuç olarak Zizek yeni dönemin yeni sosyalizmi diye yeni dönemin yeni karşı devrimci ideolojisini piyasa sürmekte ve sosyalizme ve onun kazanımlarına savaş açmaktadır. Burjuvazinin Zizek’i varsa bizim de Stalin’imiz var. Stalin’i Zizek gibi sinsilere yedirmeyiz yedirmeyeceğiz. Eski karşı devrimci iftiraları tekrar piyasa süren Zizek senin ideolojini YEMEZLER!

Dipnotlar:

5 Ekim 2013 Cumartesi

Tüfek,Mikrop Ve Çelik’in Marksist Gözden Eleştrisi


İnsanlığın gelişimini açıklamaya çalışırken araştırmacılar çeşitli yöntemler kullanmakta ve çeşitli sonuçlara varmaktadırlar. Araştırmacıların vardıkları sonuçların doğruluğunu araştırmada kullandıkları yöntem bir hayli etkilemektedir. Geçmiş zamanlardan kalma alışkanlıkların bir ürünü olan ve kapitalist sistemin bize empoze ettiği eklektik yöntemle yapılan araştırmalar mevcut sistemde en çok saygı duyulan ve en çok propagandası yapılan araştırma türleridir. Kapitalist sistemin bu tür araştırmaları desteklemesinin sebebi  bu araştırmaların “bir yandan diğer bir yanı” göstermesidir yani hep “biri ve diğeri” gibi dikotomik yaklaşım biçiminden açığa çıkan sığ ilişkiler sisteminde bir konuyu ele almaktadır. Oysa bir araştırmada iki yandan daha çok yan vardır ve araştırmacılar bu yanların hepsini araştırmaya çalışmalıdır yani diyalektik bir yöntem kullanılması gerekmektedir.

Kapitalist sistemin havalara uçurduğu, insanlığın eşitsiz gelişimini açıkladığını düşündüğü, okullarda belgesellerini gösterdiği, kitaplarını dillerden dillere çevirdiği eklektik yöntemin bir ürünü olan Tüfek,Mikrop ve Çelik adlı çalışmada yukarıda saydığımız kriterlerin somutlaşmış halinden başka bir şey değildir. Tüfek, Mikrop ve Çelik insanlığın eşitsiz gelişiminin ana nedeni olarak “coğrafya”yı göstermiş böylece de eklektik bir yöntemin kurbanı olmuştur.

“Avrupa kökenli insanlar o zamandan bu yana aynı şekilde askeri güç, gelişmiş mikroplar ve gelişmiş teknolojiden oluşan bir bileşimle dünyaya hakim oldular fakat bu avantajları başlangıçta nasıl elde edilmişti ve dünyada bu kadar eşitsizlik nasıl ortaya çıktı?” (Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:1 Part:1,Dakika:00-29,1-67)

“Diamond dünyada sahip olanlar ve sahip olmayanlar biçiminde ikiye bölünmesini araştırmak için yola koyuldu” ?(Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:1 Part:1,Dakika:9-19,9-25)

Eklektik bir yöntemin ürünü olarak bu belgesel dünyayı Avrupa’lılar ve diğerleri diye ayırmaktadır. Fakat Avrupa’lılar bir bütün mü hepsi aynı yaşam koşullarına, aynı imkanlara, aynı kültür birikimine mi sahipler? Hepsi aynı sınıftan mı geliyor? Hepsinin mi askeri gücü vardı?(sınıfsal olarak bahsediyorum) Hepsinin mi gelişmiş teknolojisi vardı? Bu Avrupalılardan açlık çeken yok muydu? . Bu belgeselde soyut bir şekilde kurgulanmış “Avrupa kökenli insanlar” vardır. İşte bu yüzden belgesel bu tür sorularla ilgilenmediğinden ulaştığı sonuçlar tatmin edici olmaktan çok uzaktır. Belgeseli biraz daha derinlemesine inceleyelim:

“Avcı ve toplayıcı toplumların nüfuslarının seyrek olmasının sebebi budur(sagu(yerel bir yemek) toplamak için harcanan zamanın çokluğu yüzünden nüfus azdır) eğer çok fazla insan beslemek istiyorsanız farklı bir yiyecek sağlama yöntemi ve verimli bir çevre bulmak durumundasınız?”(Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:1 Part:2,Dakika:4-52,5-07)

“Ortadoğu’da yaşanan bir  kuraklığın ortasında insanlar kendi yiyeceklerini yetiştirmeye başladılar” (Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:1 Part:3,Dakika:00-00,00-09)

“Birden bir şeylerin farkına vardım tarım insan eşitsizliğinin hikayesini anlamak için çok önemliydi fakat yapılan tarımın türü de aynı derecede önemliydi en verimli ürünlere ulaşımı olan insanlar en üretken çiftçiler haline gelmişti. Sonuçta her şey coğrafi şansa bağlanıyordu.” (Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:1 Part:3,Dakika:7-13,7-33)

“Endüstri devriminden önce yük hayvanları yeryüzündeki en güçlü makinalardı bir sabana bağlanmış daha fazla insanı beslemesi gerekiyordu. Yeni Gine’de ise insanlar hiçbir zaman saban kullanmadılar. Çünkü sabanı çekecek hayvanlara hiçbir zaman sahip olmadılar.” (Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:1 Part:4,Dakika:1-00,1-35)

“Dünyadaki en iyi ekinlere sahip olan bölge aynı zamanda en iyi hayvanlara da sahip idi”. (Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:1 Part:4,Dakika:7-10,7-30)

“Papua Yeni Gine halkının modern teknolojiyi geliştirememesinin nedeni beceri eksikliği değildi aslında sorunun cevabı tamamen coğrafyada yatıyor.” (Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:1 Part:5,   Dakika: 8-25,8-47)

Önce bir şeyi açığa çıkarmak gerekiyor coğrafya tabi ki insanlığın gelişiminde etkide bulunmuştur bunu kimse inkar edemez. Hatta Yeni Gine’de neden hala avcı-toplayıcıların olduğunu da açıklayabilir. Fakat coğrafya asla Ortadoğu’da tarımın başlamasıyla birlikte insanların tarım ürünlerini depolamasından sonra bazı insanların diğer insanlardan daha fazla artı ürüne sahip olduğunu açıklayamaz. Neden tarımın ortaya çıktığı topraklarda avcı-toplayıcı toplumdaki sınıfsız toplumun yerini sınıflı toplumun aldığını açıklayamaz. İnsanların Ortadoğu'da daha çok üretmesine rağmen o ürünün büyük çoğunun belli insanların tekelinde olduğunu açıklayamaz ve bu  gibi olguları açıklayamadığı için dikotomik bir yaklaşım içine girerek “Gelişmiş Avrupa’lılar” gibi bir yargıya ulaşması kaçınılmazdır. Ortadoğu’da ve hatta Avrupa’da Avrupa’lı toplumların gelişmesini belli coğrafi şartlardan öte o toplumların kendi içsel yapısı ve sınıfsal durumu açıklayabilir. Belgeselin tüfek kısmına gelirsek:

“Toledo dünyanın en iyi kılıç ustalarına sahipti fakat buradaki insanlar ölümcül çelik silah yapabilirken İnkalar neden hala bronz silah yapıyorlardı?” (Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:2 Part:2,Dakika:7-59, 8-10)
“Amerika kıtası Avrasya’nın tam zıddıydı Amerika kıtasında bir ucundan diğer ucuna yapılan kuzeyden güneye olan bir seyahat farklı gün uzunluklarının görüldüğü, farklı iklim bölgelerinden geçilen ve farklı bitki örtülerinin görüldüğü bir yerde bu bitkilerin yanında fikirlerin değişimini de engelledi.” (Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:2 Part:4,Dakika:00-00,00-43)

Belgesel burada Amerika kıtasında çelik’in yapılamamasını kıtaların dağılımına bağlamaktadır. Fakat o zaman düşündüğümüzde dünyada mitralyözler yoktu ve ağızdan doldurmalı tüfekler ile klasik savaş silahları arasında bugünkü gibi büyük farklar bulunmamaktaydı. Atahualba ordularını  silahlı yollasaydı 100 kişilik İspanyolları yok edeceği çok açıktı. Belgeselin kaçırdığı yer burasıdır.

“16 Kasım sabahı 1632. Atahualba İspanyollarla buluşmayı kabul eder ve kaderini etkileyecek bir karar verir ve askerlerini silahsız gönderir.” (Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:2 Part:4,Dakika:2-37,2-53)

Yani İspanyolların İnkalar üzerinde zafer kazanması gelişmiş teknolojiden ileri gelmemektedir aslında İspanyolların zafer kazanması bizzat İnkaların içsel hatalarından kaynaklanmaktadır. Bunun nedeni ise İnka halkının İspanyolları tanrı olarak görmesinden kaynaklanıyordu. İnkalar hayatlarında ilk defa ata binen birini görmekte, İspanyolların giyimi kuşamındaki farklılıklar yüzünden İspanyollara ilahi bir anlam yüklemekteydiler. Fakat İnka kralı Atahualba İspanyolların tanrı olmadığını biliyordu ve elindeki insan sayısının gücüne dayanarak İspanyolları güç kullanmadan yeneceğinin hesabını yaparak “Tanrıları güç kullanmadan yenen kişi” olma hesapları yaparak aslında iktidarını daha da sağlamlaştırmanın derdindeydi.

Eğer Atahualba güç kullansa idi orada İspanyolların “İ”si bile kalmayacağı çok açıktı. Ayrıca ileri teknolojinin zafer için tek neden olmadığı bugün çok net bir biçimde görülmüştür. İleri teknoloji sadece zafer üzerinde avantaj sağlamaktadır fakat zafer için tek koşul değildir. Bu belgeselin gösterdiği yöntem asla geri teknolojiye sahip Vietnam’lıların ileri teknolojiye   sahip A.B.D ve Fransa gibi iki büyük emperyalist orduyu arda arda nasıl yendiğini  açıklayamamaktadır. Belgeselin bir diğer kısmı olan “Mikrop”’a geçersek:

“Sıtma yüzünden binlerce Avrupalı ölürken Afrikalılar ölmedi çünkü alışkınlardı”

“Tarih,coğrafya,tüfek,mikrop ve çelik Zambianın bugünkü kötü durumu hakkında neler söyleyebilir?” 
(Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:3 Part:4,Dakika:9-29,9-47)

“Tropik bölgedeki Afrikalılar bir zamanlar geniş alanlara yayılmış yerlerde yaşıyorlardı ve bu sıtmanın yayılımını en aza indiriyordu. Fakat artık yüksek nüfus yoğunluğuna sahip modern şehirlerde ve kasabalarda yaşıyorlar ve enfeksiyon oranı önemli ölçüde arttı.” (Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:3 Part:5,Dakika:00-55,1-18)

“Önemli iktisatçılar son yarım asır boyunca Afrika’daki yüzde 1’lik büyümenin önemli ölçüde sıtmaya bağlanabilceğini tahmin ediyorlar.” (Tüfek,Mikrop ve Çelik, Bölüm:3 Part:2,Dakika:1-46,1-54)

Belgeselde Avrupalıların, Afrika üzerinde Amerika kıtasındaki gibi egemen olamamasının sebebini “sıtma”ya bağlamaktadır. Bu gibi bir yargının eksik bilgiden kaynaklandığını düşünmeme rağmen belgeselde daha ilgimi çeken bir noktaya değineceğim. Belgesel Afrika’da ekonomik gelişmenin önündeki engel olarak “sıtma”yı göstermektedir. Belgeseli hazırlayanlara sormak lazım 21.yy’da sıtmanın tedavisi mi bulunmadı? Yoksa kapitalist ülkeler daha fazla sömürü imkanı sağlamak ve Afrika’nın gelişmemesinin kendi çıkarlarına daha uygun olduğunu düşündükleri için mi Afrika’da sıtmayı tedavi etmemekte ve görünürde yardım eli uzatmaktadırlar?

Live 8 konserlerini düşünün bu konserlerin amacı dünyadaki zenginlerin servetindeki paraların sadece yüzde 5’lik kesimini Afrika’ya bağışlasalardı Afrika’da açlığın biteceğini biliyorlardı ve bu yüzden harekete geçmişlerdi. Dünya tekelleri paralarının yüzde 5’i vermek şöyle dursun paralarının faizini bile verselerdi Afrika’da açlık bitecekti. Fakat bu bile çok görüldü ve bu proje iflasa sürüklendi. Asıl sorun kapitalist sistemin iç yasalarından kaynaklanıyordu ve eğer sadece servetlerinin yüzde 5’lik kısmını tekeller verirlerse diğer tekellerin kendilerinin pazarlarını ele geçirme korkusundan bu girişim çuvallamış oldu.

Sonuç olarak Afrika'nın gelişememesi kapitalist sistemin iç yasalarından kaynaklanmaktaydı. Sıtma gibi hastalık tali nitelikteydi. Ayrıca Ortadoğu’da tarımın çıkmasıyla birlikte insanlar kollektif bir üretimin yerine özel mülke dayalı bir üretim sisteminin içinde yaşamaktaydı. Bunun nedeninin coğrafyada olmadığı çok açıktır. Çünkü eğer insanlığın gelişmesini coğrafya ile açıklamaya kalkarsak eşitsizliğin kaynağına doğal bir nitelik yüklemiş oluruz ve sömürü sisteminin bir övgüsüne, onun doğallığına ve yok edilemez oluşuna ilişkin bir sonuca ulaşırız. Belgeseli hazırlayanlar eşitsizliğin yok olmayacağına inanmadıklarını söylüyorlar fakat onların tezleri bu eşitsiz gelişimin olumlanması gibi bir sonuç doğmasına neden olmaktadır.(Her ne kadar niyetleri o olmasa da ve bunu inkar etseler de) Kim İspanyol sömürgecilere gidin Amerika’yı işgal edin ve sömürün dedi? Coğrafya mı dedi bunu? Bunun nedeninin de coğrafyada olmadığı çok açıktı. Bir toplumu ve insanlığın gelişimini açıklamak istiyorsak toplumların içsel koşullarının birincil nitelikte olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız. Mao Ze Dung’tan yaptığımız ilgili alıntıyla yazımızı sonlandırıyoruz.

“Birçok ülkeler, aynı coğrafya ve iklim koşulları altında oldukları halde, gelişmeleri birbirinden çok farklıdır. Coğrafyasında, ikliminde hiç bir değişme olmadığı halde, aynı ülkede büyük toplumsal değişmeler olabilir. Her iki ülkenin de coğrafyasında, ikliminde herhangi bir değişme olmadığı halde, emperyalist Rusya, sosyalist Sovyetler Birliği; feodal ve tecrit edilmiş Japonya, emperyalist Japonya haline gelmiştir. Uzun süre feodalizmin hüküm sürdüğü Çin, son yüzyıl içinde büyük değişmeler geçirmiş ve şimdi bağımsız ve özgür yeni bir Çin olma yolunu tutmuştur. Oysa Çin'in ne coğrafyasında, ne de ikliminde bir değişme olmamıştır. Dünyanın coğrafyasında, ikliminde bütünüyle bazı değişmeler olmakla birlikte, toplumdaki değişmelerle karşılaştırılınca, bunlar pek az önemlidir. Doğal koşullardaki değişmeler, kendisini, binlerce, milyonlarca yılda gösterdiği halde, toplumdaki değişmeler bin yılda, yüz yılda, on yılda, hatta birkaç yılda, ya da ayda (devrim zamanlarında olduğu gibi) meydana gelir. Materyalist diyalektik görüşe göre, doğadaki başlıca değişmeler, doğadaki iç çelişkilerin gelişmesiyle olur. Toplumdaki başlıca değişmeler de, toplumdaki iç çelişkilerin, yani üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerin, sınıflar arasındaki çelişkilerin, yeni ile eski arasındaki çelişkilerin gelişmesiyle olur.  Bu çelişkilerin gelişmesi, toplumu ileri iter ve eski toplumun yerine, yeni toplumun geçmesi süreci başlar.”(Mao Ze Dung,Teori ve Pratik,Sayfa:37,Evren Yayınları)


Materyalist diyalektik, dış nedenleri hiç hesaba katmaz mı? Elbette katar. Materyalist diyalektik, dış nedenleri değişmenin koşulu, iç nedenleri ise değişmenin temeli olarak görür. Dış nedenler, iç nedenlerin aracılığı ile etkili hale gelir. Uygun bir sıcaklıkta yumurta civcive dönüşür. Ama bir taşı civciv yapabilecek bir sıcaklık yoktur, çünkü bu iki şey, aslında farklıdır.” (Mao Ze Dung,Teori ve Pratik,Sayfa:37-38,Evren Yayınları)