Kimse geleceği tam anlamıyla önceden kestiremez, ama halkın
özgürlüğü ve kurtuluşu ateşi içinde yanan öznelerin, özgürlüğü “özleyip”
kendisine bir “mehdi” araması kadar gülünç bir şey de olamaz. Halkın öncüsü
olmayı reel düzlemde istemeyen, halk katmanlarından çıkmış bazı siyasal yapılar
sürekli kendilerine bir “mesih” arayıp durmuşlardır. 20.yy’da bu “mesihler” “Sovyetler”,
“Çin”, “Arnavutluk” olmuş iken şimdilerde ise bu öznelerin mesihleri,
emperyalizm ve onların kara güçleri olmuştur. Aslında sorun, sanıldığının
aksine “mesihlerde” değil, bu tarz halk katmanlarından gelen yapıların politik
tutum alma ve yaşamı tahayyül etmedeki çarpıklıklarında yatmaktadır. Bugünkü
aşamada mücadeleye başlamak için “henüz erken” olduğu ile başlayıp, savaşan
özneler için “düelloculuk yapıyorlar” ile devam eden cümleler ve görüşler
aslında bir noktada kesişmektedir. O noktada savaştan kaçmak ve düşmana
teslimiyetten başka bir şey değildir. Bugün savaşmaksızın halkın özgürlüğünü
elde edebileceği yanılsamasına kapılan bu yapılar çoktan kendilerini emperyalist
sistemin çıkmaz sokağında bulmuşlardır.
Bugünkü dünyamızda sınıflar arası üç çelişkinin olduğu (emek-sermaye
çelişkisi, emperyalistlerin kendi arasındaki çelişki, emperyalizmle ezilen
halklar arasındaki çelişki) ve baş çelişkiyi, emperyalizmle ezilen halklar
arasındaki çelişkiyi görmezden gelen, emperyalizmin hangi tipte olursa olsun
her türlü kurtuluş hareketini engellemek için vahşi bir güç kullanmaktan çekinmeyeceği
gerçeğini reddeden, Türkiye’yi emperyalizmin gizli işgali altında olan ve
oligarşik diktatörlükle yönetilen bir ülke olarak değil de burjuva
demokrasisinin hükmü altında olan “sermaye devleti” olarak görecek kadar kör
olan “sol”un silahlı propagandaya karşı olmasına ve bunu “narodnizm” “maceracılık”
olarak adlandırması yukarıda saydıklarımızdan sonra “anlaşılır” bir durum olsa
gerek!
Halbuki, bize, dünyanın sömürülenlerine ve yeni-sömürgelerinde
yaşayan halk katmanlarına düşen görev, emperyalizmin temellerini ortadan
kaldırmaktır. Emperyalizmin yok edilmesi hedeflenirken, onun başını kimin
çektiği kesinlikle belirlenmek zorundadır. Bu ABD’den başkası değildir. Bu
stratejik hedefin temel unsuru, tüm halkın gerçek kurtuluşu olacak ve hedefe
silahlı mücadeleyle, günümüz koşullarında emperyalizmin III.Bunalım döneminde
ise silahlı propagandayla varılacaktır. Bu zamanımızdaki tarihin nesnel
yasasıdır. Silahlı propaganda, oligarşi ile uzlaşmak için hareket etmekten
ziyade, Devrimci İktidar sorununu gündeme taşıyan ve oligarşinin “yasallığını” yıkmak
ve bu “yasallıkla” mücadele etmek üzerinden işler. Belli grupların, kitleler
üzerinde yanılsama yaratmak için kullandığı “demokrasi” sözcüğü üzerinden, sömürücü
sınıfların diktatörlüğünü mazur göstermek amacıyla “demokrasinin” inşa edilmesini
kabul edemeyiz. Demokrasinin yurttaşlara verilen az ya da çok belirli özgürlüklerin
kazanımı anlamında kullanılmasına ve böylece kavramın içini boşaltmaya yarayan
tanımlamaları bizim kabul etmemiz mümkün değildir. Demokrasi bizim için
iktidarı ele alma sorunsalı ile yan yana gider, bu yüzden biz salt demokrasiyi
değil halk demokrasisini sahipleniyoruz.
Haliyle Marksist-Leninistler, silahlı propagandayı
Parti-Cephe’nin politik çizgisi üzerinden düşünür ve ona bağlı olarak uygularlar.
Silahlı propaganda, halkımızın, ulusal bağımsızlığı, halk demokrasisini ve
sosyalizmi kazanmak için yürüttüğü halk savaşının günümüzdeki biçimidir. PASS(Politikleşmiş
Askeri Savaş Stratejisi) devrimi kitlelerin eseri ve devrimci şiddeti
kitlelerin şiddeti olarak gören Marksizm-Leninizmin devrimci şiddet görüşünün
yaratıcı uygulamasından başka bir şey değildir. Bu nedenle, PASS, devrimci
şiddet, kitlelerin politik güçleri ile halkın devrimci silahlı güçlerinin ve
kitlelerin politik mücadelesi ile silahlı mücadelenin birleşimi olmak
zorundadır. Sadece bu şiddet görüşünü doğru ve tam olarak kavrayarak tüm halk
güçlerini harekete geçirmek ve örgütlemek olanaklıdır.
“Herşeyden önce, mücadelenin bu biçiminin sonuca ulaştırmak
için bir araç olduğunu vurgulamalıyız. Her devrimci için temel ve zorunlu olan
bu sonuç, politik iktidarın ele geçirilmesidir…
Buradan doğrudan doğruya şu soru ortaya çıkıyor: Gerilla savaşı,
Latin-Amerika’da iktidarın ele geçirilmesi için tek formül müdür? Ya da her ne
olursa olsun egemen mücadele biçimi mi olacaktır?... Polemiklerde, gerilla
savaşına girişmek isteyenler, kitle mücadelesini unutmakla eleştirilmektedir.,
sanki gerilla savaşı ile kitle mücadelesi birbirine karşıtmışlar gibi. Bu görüş
açısının ima ettiği şeyleri reddediyoruz, gerilla savaşı bir halk savaşıdır;
halkın desteği olmadan savaşın bu biçimini yürütmeye kalkışmak kaçınılmaz bir
felaketin başlangıcıdır. Gerilla, belirli bir bölgede belirli bir alana
yerleşmiş, olanaklı tek stratejik sonuca ulaşmak için, yani, iktidarın ele
geçirilmesi için bir dizi askeri eylemi gerçekleştirmek amacıyla silahlanmış
halkın savaşçı öncüsüdür. Gerilla tüm bölgenin ve alanın köylü ve işçi
kitleleri tarafından desteklenir. Bu önkoşullar olmadan gerilla savaşı
olanaksızdır.” (Che, İki Üç Daha Fazla Vietnam, Sayfa:34)
Che’den de gördüğümüz gibi silahlı mücadeleyi “geleceğe”
bırakanların söylediğinin aksine PASS halktan kopuk bir takım kişilerin halk
için savaşması değildir. Aksine PASS halkın desteği olmadan, halkın katılımı
olmadan uygulanması imkansız bir şeydir. PASS, halkın yoğunlaşmış kitle
mücadelesinden başka bir şey değildir ve günümüzde bilindik anlamda “kitle
mücadelesi” yapmanın tek koşulu PASS’dir. Emperyalizme teslim olanların bu
kadar çok PASS’ye ve “öncü savaşına” vurmasının elbette sınıfsal (oligarşiye
biat etmiş) bir yanı var!
Bizler, yani emperyalizmle ve oligarşiyle uzlaşmayanlar
olarak, oligarşi ile mücadele ederken stratejik olarak ondan üstün olmamızın
rehavetine kapılmadan, düşmanın bizden taktik üstünlüğü göz önüne alarak
hareket etmeliyiz. Oligarşi bizden her zaman askeri ve teknik olarak daha fazla
güce sahiptir ve biz iktidarı ele geçirene kadar da bu böyle olacaktır. Silahlı
propagandayı zafere taşıyacak olan bizim askeri anlamdaki gücümüz değil, kitlelerimizin
sahip olduğu moral ve ideolojik güçtür. Silahlı propaganda, kısıtlı imkanlara
rağmen oligarşi ile mücadele edilebileceği ve ona zarar verebileceğini
gösterdiği için kitleler ile oligarşik diktatörlük arasında hasıl olan suni
dengeyi yıkacak temel yöntemdir. Kitleler, PASS başladıktan sonra oligarşiye
indirilen aralıksız darbeler sayesinde halk saflarına çekilmiş olacak ve
öncüsüyle diyalektik bir ilişki halinde moral ve politik bir bütünlük
gösterecektir. Sürekli gelişmeyen bir devrim, gerileyen bir devrimdir ve
savaşçılar morallerini ve inançlarını yitirmeye başlamışlarsa ortada yürütülen
PASS bulunmamaktadır.
PASS ya da kurtuluş savaşı, kural olarak üç aşamaya
sahiptir. Birinci aşama, küçük gücün düşmana küçük darbeler indirdiği stratejik
savunma aşamasıdır; ancak bu savunma, düşmana saldırı yeteneğini içinde
taşımalıdır ve bu saldırı yeteneği sürekli olarak geliştirilmelidir. Bu saldırı
yeteneği, zaman içinde halk güçlerinin katalizör karakterini belirler. Yani PASS,
pasif bir kendini savunma değildir; saldırarak savunmadır. Bu güç, pasif
savunma yapmak için küçük bir çember içine sığmaz, ama onun savunması, gerçekleştirebileceği
sınırlı saldırıdan oluşur. Bundan sonra düşmanın ve gerillanın eylem
olanaklarının dengede olduğu bir aşamaya ulaşır. Ve son aşama, büyük kentlerin
ele geçirilmesine, büyük çaplı kesin sonuçlu çarpışmalara ve sonuçta düşmanın
topyekün imhasına götürecek olan baskı ordusunun kuşatılması aşamasıdır.
PASS yürütülürken mücadelenin bir unsuru olarak düşmana
karşı hissettiğimiz kin, bizim zafer kazanmamızda kilit rol oynayacaktır.
Düşmanın “doğal olarak” bize karşı duyduğu acımasız kin, bizi insanın doğal
sınırlarını aşan ve onun ötesine geçen, insanı etkin, şiddetli, seçici ve soğuk
bir ölüm makinesine dönüştürmeye zorlayacaktır. PASS yapan savaşçıların böyle
olması gerekmektedir. Aksi takdirde hezimet kaçınılmazdır. Hatice Aşık’ın son
mermisine kadar savaşıp sonrasında teslim olmayarak düşmana taş atması PASS’in
muhteşem bir uygulaması olurken, uzlaşmacı solun bu eylem sonrasında yaptığı açıklamalarının
ne kadar karşı devrimci olduğunu bir kez daha hatırlarken kimin “Bolşevik”
kimin “narodnik” olduğu bir kez daha açığa çıktı! Hatice Aşık’ın yaptığı eylemi
“insan harcamak” şeklinde tanımlayan sol, böylece hem Marksizmin tarihsel
mirasına hem de devrime ihanet etmiştir. Aşağıdaki Vietnam örneğinde görüldüğü
gibi M-L’nin tarihsel savaş deneyimi: “Tüfeği olanlar tüfekleriyle, kılıçları
olanlar kılıçlarıyla, kılıçları olmayanlar çapayla, sopayla, kazmayla
savaşırlar” tezi üzerinden hareket eder. Hatice Aşık tek yaptığı şey Marksizmin
tezlerini pratiğe dökmekten ibarettir ve böylece işçi sınıfı içindeki
oligarşinin objektif ajanlarının öfkesini kendine çekmesinden ve eylemin
içeriğinin boşaltılmaya çalışılmasından daha doğal bir şey olamaz.
“Başkan Ho Chi Minh,
Aralık 1946’daki konuşmasında şunları söyledi: “Erkek ve kadın, yaşlı ve genç,
dini inançlara, politik bağlara ve ulusallığa bakılmaksızın tüm Vietnamlılar
anayurdu korumak için Fransız sömürgecilerine karşı savaşmak için ayağa
kalkmalıdırlar. Tüfeği olanlar tüfekleriyle, kılıçları olanlar kılıçlarıyla,
kılıçları olmayanlar çapayla, sopayla, kazmayla savaşacaklardır.”… Başkan Ho
Chi Minh, yiğitlik ve gözüpeklikle dolu
dört bin yıllık tarihinde “Vietnam ulusunun en iyisinin simgesidir”, işçi
sınıfının devrimci ruhunun simgesidir. Bize “hiçbir şey bağımsızlık ve
özgürlükten daha değerli olamaz”ı anımsattı, biz de “bağımsızlığımızı kaybetmek
ve yeniden köle olmaktansa her şeyimizi feda etmeye hazırız”. Yine Ho Chi Minh, “Sadece sosyalizm ve komünizm,
dünyadaki ezilen halkları ve emekçileri kurtarabilir” dedi.”( Vo Nguyen Giap,
Vietnam Ulusal Kurtuluş Savaşı)
Oligarşi Bizi Neden
İdam Etmek İstiyor?
Şimdilik üzeri örtülmüş bir konu olsa da idam konusunun ülkemizde
iyi tartışılmadığını düşünüyorum. Vasat sol kafalar tam burjuva düzlemde bu
konuyu tartışmış ve idama evet-hayır dikatomisi üzerinden görüşlerini beyan
etmişlerdir. Aslında idam konusunda ilkesel bir tavır almak bile bizim için çok
yanlış olsa da şimdiki konjonktürde idam, politik olarak direkt bize yönelik
çıkarılmak istediğinden biz tabi ki bu tarihsel süreçte idamı desteklemeyeceğiz.
Ancak şu ana kadar açıkladığımız şeyler aslında sorunun özüne dair hiçbir şey
açıklamamaktadır. Nasıl oldu da idama karşı sözde tutarlı siyasal görüş birliği
varken günümüzde bir kısım oligarşik kanat tekrardan idamı istedi? Bu konu çok
uzun olduğundan tarihsel değil politik olarak bu konuyu açıklamak yeterli
olacaktır. Bilindiği üzere henüz merkezi bir devlet yapısı oturtulmadan önce
insanlar sorunlarını kısasa kısas biçiminde çözmekteydi yani x kişisi birini
öldürdüğünde y kişisi x kişisini öldürebilirdi. Kolektif değil bireysel güç
üzerinden ilerleyen bu süreç tam da “doğa durumuna” uygun bir şekilde
ilerlemekteydi. Ancak ilerleyen tarihsel süreçlerde merkezi devletlerin yani
toplumun bir kesimi üzerinde küçük bir azınlığın çıkarını savunan bir kesimin
açık terörist diktatörlüğünün ortaya çıkmasıyla bir kısım siyasal teorisyenler
şöyle bir görüş ileri sürmüşlerdir:
“Ama toplum içinde, herkesin tüm güçleri, tek kişiye karşı
silahlandığında, hangi adalet ilkesi ona diğerini öldürme yetkisi verir? Hangi
gereklilik öldürenin suçunu bağışlar? Ele geçirdiği düşmanlarını öldüren bir
fatihe barbar denilir. Silahsızlandırıp cezalandırabileceği bir çocuğu
boğazlayan yetişkin bir adam, bir canavar olarak görülür. Toplum tarafından
mahkum edilmiş bir suçlu, yenilmiş ve güçsüzleşmiş bir düşmandan başka bir şey
değildir. Toplum karşısında o suçlu, yetişkin insan karşısındaki bir çocuktan
daha zayıftır.” (Robespierre, Ayaklar Baş Olunca)
Görüldüğü gibi devletin kolektif
şiddetine maruz kalan bir birey artık güçsüzleşmiş bir düşmandan başka bir şey
olmadığı ve devlet tarafından “zararsız” hale getirildiği için artık o kişinin
“idam” edilmesi devlet tarafından bir zaruret değildir. Hatta bir kişinin idam
edilmesi devletin acziyetini ve toplum karşısındaki güçsüzlüğünün
göstergesidir. Çünkü devlet karşında zayıf duruma düşmeyen bir “düşman” nihai
olarak “öldürülmeyi” hak eder. Tarihsel bunalım dönemlerinde, idam, bunalım
döneminden önce yasak olsa da bir takım güç odakları “tükürdüklerinin yalamak
zorunda kalarak” tekrardan yürürlüğe koymuşlardır. Roma’da Sylla, Octavianus,
Tiberius, Caligula dönemlerinde belli “suçların” “idam” ile cezalandırılması bu
kişilerin vahşetinden ziyade dönemin krizini soğurtma çabalarından başka bir
şey değildi. Tam da bu nedenle Tayyip Erdoğan’ın “idam” istemesi de umutsuz bir
şekilde kendi içinde bulunduğu krizi soğurtma çabasından başka bir şey
değildir. Ancak Sylla, Octavianus, Tiberius, Caligula kendi krizlerini
soğurtamadılarsa, Bonapart, Batista, Pinochet, Videla, Somoza çok güçlü
olmalarına rağmen halkın adaletinden kaçamadılarsa Tayyip Erdoğan ve şürekası
da halkın adaletinden kaçamayacaktır. Ülkemizdeki emek sömürüsüne,
emperyalizmin gizli işgali altında olmasına karşı olduğumuz için yaptığımız
siyasal edimlerden ötürü “idam” edilmek isteniyoruz ancak tarih, yasallık
üzerinden değil meşruluk üzerinden hareket eder ve yasal olan şey meşruluğu
olmadığı için caydırıcı bir araç olarakta işlevini sürdüremez. Bu yüzden
tarihsel meşruluğun bizden yana olduğunun bilinciyle hareket etmek çok
önemlidir.
Meşruluk
Zeminin Zirvesi: Halkın Adaleti Nedir ve Nasıl İşler?
“Kendisinden önceki egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf,
amaçlarına ulaşabilmek için kendi çıkarlarını, toplumun tüm üyelerinin ortak
çıkarları gibi göstermek ya da ideal biçimde ifade edecek olursak,
düşüncelerine tümellik kazandırmak ve onları tümel olarak geçerli yegane rasyonel
düşünceler olarak sunmak zorundadır. Devrimci sınıf, daha başından itibaren,
sırf, bir sınıfın
karşısına çıktığı
için, sınıf olarak değil bütün toplumun temsilcisi olarak sahneye çıkar; tek
egemen sınıfın karşısında, toplumun tüm kütlesi görünümündedir.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi,
Sayfa:53-54, Evrensel Basım Yayın)
Marks, çok net bir şekilde egemen
sınıfın yerini alacak olan her sınıf ya da sınıfların amaçlarına ulaşabilmek için
kendi çıkarlarını toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarı gibi göstermek zorunda
olduğunu belirtir. Bu yüzden burjuvazi iktidarı ele geçirdiğinde kullandığı “adalet”
kavramını toplumun tümüne genişlettiyse halkta kendi iktidarını inşa etme
sürecinde kendi adalet anlayışını toplumun geri kalan kesimlerine “zorla” benimsetmek
zorundadır. Bu da halkın adaletinden başka bir şey olamaz. Bazı kesimler,
devrimci-demokratik örgütlerin “adalet istiyoruz “adalet için Ankara’ya
yürüyoruz” şeklindeki kampanyalarını “yanlış” anlayarak, bu eylemleri Marksizmin
dışına itmeye çalışmaları tam anlamıyla oligarşinin düzleminde siyaset
yürütmenin bir belirtisidir. İlk önce “adalet” tanımına bakıp halkın adaletinin
nasıl icra edileceğine değineceğiz:
“Sömürüye dayanan bir sistemde hukuk ve adalet
egemenlerin çıkarlarına göre şekillenmiştir. Ve sınıflı toplumlar var olduğu
sürece adaletsizlik de olacaktır…Kapitalizm hukuku adaletsizlik üretir.
Bizlerse adaletsiz sistem karşısında “adalet istiyoruz”. Yani diyoruz ki “başka
bir toplumsal yapı istiyoruz…Aradığımız adalet bizlerdedir, halkın
ellerindedir. Çünkü yozlaştırılan, aşağılanan, katliama uğrayan açlık-yoksulluk
çeken biziz, yetmiş milyon halktır. Bu nedenle adalet bizlerin ellerindedir.
Uygulanacak adalet halkın adaleti olacaktır. Ve gerçek adaleti halk
sağlayacaktır.”(Devrimci Sol, Sayı,24)
Görüldüğü
gibi “adalet isteyenler” yukarıda değindiğimiz gibi Marks’ın “kendisinden
önceki egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amaçlarına ulaşabilmek için
kendi çıkarlarını, toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarları gibi göstermek”
mantığından ilerlemektedir. Haliyle bir korsan ile egemenleri ayıran şeyin
ilkinin tek gemisi olmasıyla ikincisinin koca bir filoya sahip olmasıdır.
Özetle farkları niteliksel değil nicelikseldir. Aynı şey oligarşik diktatörlük ile mafya
arasında da vardır. Bundan dolayı adaleti, adalet savaşçıları sağlayacaktır ve
bu adalet PASS ile gerçekleşecektir. Hepimizin sandığının aksine bu adalet
mahkeme ile değil savaşçıların namlusuyla sağlanacaktır. Robespierre bu konuda bizi aydınlatıyor:
“Suçluların tek tip kurallarla yargılanmasına
alışık olduğumuz için, doğal olarak herhangi bir biçimde ulusun kendi haklarına
tecavüz eden bir kişiyi cezalandırmasının farklı durumlarının olabileceğine
inanmama eğilimdeyiz, ve bir jüri, bir
mahkeme, bir duruşma görmedikçe adaletin bulunmayacağına inanıyoruz. Hatta bu
terimlerin bizim normal olarak kullandığımız terimlerden farklı fikirlere uygun
olduğunu gördüğümüzde de hayal kırıklığın uğruyoruz. Alışkanlığın doğal
egemenliği öylesine büyük ki, en keyfi sözleşmeleri, bazen en çürümüş
kurumları, gerçeğin ya da yanlışın, adaletin ve adaletsizliğin mutlak ölçütü
olarak görüyoruz.” (Robespierre, Ayaklar Baş Olunca)
Zorbayı yargılamak, PASS’dir;
karar, onun iktidarını yıkmaktır; hüküm, halkın özgürlüğü ne gerekiyorsa odur.
Halklar mahkemeler gibi karar vermezler; hüküm vermezler, onlar şimşeklerini
yağdırırlar; halk düşmanlarını mahkum etmezler, onları toprağa gönderirler ve
halkın bu adaletidir, mahkemedeki kadar adildir geçerlidir. Sonuç olarak bazı
tartışmalardaki soru işaretlerini açıkladığımıza göre Parti-Cephe savaşçılarının
ve hedeflerinin ne olduğunu biraz daha berrak hale getirebildiysek ne mutlu
bize. Yaşasın Halkın Adaleti!