17 Mart 2013 Pazar

Tarihsel ilerlemeye ne olursa olsun sahip çıkmalıyız


 Tarihsel ilerlemeciliğe karşı çıkmak, günümüzün en önemli vebalarından biridir. Tarihsel ilerlemeciliğin düşmanları bu düşüncenin güncel koşullara uymadığı için bırakılması gerektiğini düşünüyorlar. Bu olayı tarihsel ilerme karşıtları şöyle temellendirmektirler:

‘Tarihin düz bir çizgi halinde gitmediği ve bu bakış açısıyla olaylara yaklaşan kişilerin hataya düşmesinin nedeni ise gerçek ile kafalarındaki durumun farklı olmasından dolayı bir türlü dış dünyadaki hakikate ulaşamamalarından kaynaklanmaktadır.’

Tarihsel ilerlemenin düşmanları devam etmektedirler:

‘ Bize hep şöyle dendi kölenin durumuna göre serfin durumu daha iyidir çünkü sömürücü sınıfın öldürme hakkı yoktur. Serfe göre işçinin durumu daha iyidir çünkü angarya kalkmıştır ve artık karın doyurma gibi bir soruna da yoktur. Peki o zaman karın doyurma sorununun ortadan kalkmadığı Rusya’da devrim nasıl oldu? Neden ilerlemenin en fazla olduğu ülkede devrim olmadı?’

Rusya konusuna geri döneceğiz ama önce tarihsel ilerleme teorisinin yanlış anlaşılan noktalarını düzeltmek gerek. Marksizmin ustalarının tarihsel ilerleme teorisi sömürülen sınıfların hayatlarının daha iyi olmasına göre kurulmamıştır. Bu teori sömürülen kesimlerin, tarihin ilerlemesiyle daha çok baskı altına alınması ve hayatlarının daha zor geçmesi üzerine kuruludur. Aklımızda tutmamız gereken şey ise bu baskının ekonomik niteliği ile ilgili olan kısmıdır. Baskının artan yeri ekonomik sömürünün artması yönünde olan kısımla ilgilidir. Sömürücüler ekonomik baskıyı arttırırken taviz olarak konuşma özgürlüğü vs. tanımak zorunda kalmıştır. Yani bir yandan baskı artarken diğer yandan taviz verip toplumsal denge korunmak istenmiştir.

Örnek verirsek Roma’da köle çok pahalı bir şey idi iyi ve sağlıklı bir kölenin değeri günümüz parasıyla 100.000 dolar etmekteydi. Köle sahibi eğer kölesine zarar verirse çok ciddi para kaybetmiş olacaktı. Bunun yanında bir süre sonra bu yüksek maliyet, sistemi işlemez hale getirdi. Serfliğin çıkmasıyla kişinin alınıp satılması bitti onun yerine toprağa bağlılık ve angarya geldi. Böylece köleye ödenen ciddi maliyet ortadan kalkmış oldu. Onun yerine serfe taviz olarak bir miktar toprak ve ev lord tarafından verildi ve serfin can güvenliği temin edilmiş oldu. İşçilere gelirsek ev ve toprak verilmesi kalkarak işçilere maaş verildi ve bundan sonra işçi ev ve toprak almak için 30-40 sene çalışmak zorunda bırakıldı. Halbuki serfe bu otomatik veriliyordu. Bu gelişmeler işçinin yaşamını serfe göre daha yoksul hale gelmesine neden oldu. (Dikkat edilmesi gereken nokta ise biz burada tarihsel süreçleri çok genel bir şekilde ele aldık sadece tarihsel ilerleme mantığı anlaşılsın diye.) Tabi ki dikkat edilmesi gereken nokta köle ile serfin yaşamı arasında fark neredeyse çok azken bu farkın işçi ile serfin arasında uçurum halini alması artık sömürücü sistemlerin sonunu getirmektedir. Çünkü sömürü artmıştır. Engels’in şu sözlerine kulak verelim:

“―Ama konut sorununa geri döneli. Prudoncumuz Şimdi "hak kavramı"nı başıboş bırakmakta ve bize aşağıdaki dokunaklı hitabı sunmaktadır: "O pek yüceltilen yüzyılımızın bütün kültürü içinde, büyük kentlerde nüfusun %90'ından fazlası benim diyebileceği bir yere sahip olmayışı gerçeğinden daha korkunç bir saçmalık olamadığını ileri sürebiliriz. Manevi ve ailevi varlığın gerçek düğüm noktası, aile ocağı ve yuva, toplumsal girdapla silinip süpürülmektedir. ... Bu açıdan, vahşilerden çok gerideyiz. Mağara adamının mağarası, Avustralyalının kilden kulübesi, Hintlinin kendi ocağı varken, modern proletarya pratikte havada asılı durmaktadır." vb.. Bu acı yakınmada prudonculuğu tüm gerici biçimiyle buluyoruz. Modern devrimci proleter sınıfın yaratılması için, geçmişin işçisini toprağa bağlayan bağın kesilmesi kesinlikle zorunluydu. Dokuma tezgahının yanısıra küçük evi, bahçesi ve tarlasına sahip olan el dokumacısı, bütün acılara ve siyasal baskılara karşın, sessiz, halinden memnun "dindar ve onurlu" bir insandı; zenginlere, rahiplere ve devlet yetkililerine şapkasını çıkarırdı ve aslında tam bir köleydi. Önceleri toprağa zincirlenmiş olan işçiyi tümüyle mülksüz bir proleter, bütün geleneksel ayakbağlarından kurtarılmış, bir kuş kadar özgür  hale dönüştüren tam da bu modern büyük sanayidir; işçi sınıfı sömürüsünün sonal biçimi içinde, kapitalist üretim içinde alaşağı edebilecek biricik koşulları yaratan işte tam da bu ekonomik devrimdir.”(Engels,konut sorunu,sayfa:26-27,sol yayınları)

Anlaşılacağı üzerine tarihsel ilerleme teorisi, sömürülen sınıfların daha çok baskı altına alınıp, daha çok yoksulluk çekmeleri üzerine kuruludur. Hayatlarının giderek daha refaha kavuşması gibi bir şey söz konusu değildir. Aksine refahı elde etmek için baskıyı yok etmek gerekir mantığı vardır.Bu sınıfların en çok baskı altında olan unsuru proletarya olduğu için, bu zinciri yıkacak önderliğe hakim sınıf o olduğu için, sömürü sistemine o son verecektir.

Tarihsel ilerlemeciliğin düşmanları diyorlar ki:

‘ Feodal çağda da komünist oluşumlar oldu. Bunlara gerici deyip, feodalizmden kapitalizme ilerlemeyi bekleyelim demek ezilen kitlelere güvenmemektir ve bu kitleler isyan etse de kazanamazlar çünkü gerici niteliğe sahiptir diyor tarihsel ilerlemeciler. Biz bunu kabul edemeyiz.’

Tarihsel ilerlemeciliğin düşmanları yanılıyor. Feodal çağda hiçbir komünal oluşum gerici değildir. Aksine ilericidir. Başarısız olmalarının nedenleri o zaman mevcut olan sınıf sayısının fazlalığıdır. Bu söylenilen tarihsel ilerleme teorisine yapılan bir hakarettir. Hiç mi Engels’in Köylüler Savaşını okumadınız? Orada bu tarz oluşumlara hakaret mi var yoksa bunları kendi tarihsel koşullarında sahiplenme mi var?

“ Münzer bu öğretiyi çoğu kez, yeni felsefenin belli bir süre gizlenmek zorunda kaldığı hıristiyan cümle kuruluşları altında saklayarak öğretiyordu. Ama iyiden  iyiye  hérétique  (sapkın mezhepli) bir nitelik taşıyan düşünce, yazılarının her yanından fışkırır, ve Kutsal Kitap maskesini, bugünün birçok Hegel çömezinden çok daha az ciddiye aldığı görülür. Gene de, Münzer'i modern felsefeden üç yüzyıl ayırır. Siyasal öğretisi tastamam bu devrimci dinsel görüşe denk düşüyor, ve tanrıbilimi çağın dinsel görüşlerini ne kadar aşıyorduysa, o da varolan toplumsal ve siyasal ilişkileri o kadar aşıyordu. Münzer'in tanrıbiliminin tanrıtanımazcılığa yaklaşması gibi, siyasal programı da komünizme yaklaşıyordu, ve bir tek modern komünist tarikat, daha devrimin  öngününde bile, 16. yüzyılın "münzerci” tarikatlarının teorik cephaneliğinden daha zengin bir teorik cephaneliğe sahip bulunmuyordu.” (Engels, Köylüler Savaşı, sayfa:59-60,Sol yayınları)

16. yüzyılın başında, imparatorluğun çeşitli zümreleri: prensler, soyluluk, yüksek din adamları, ayrıcalıklılar, burjuvalar, halk ve köylüler, gereksinmeleri son derece çeşitli ve çelişik, karmakarışık bir yığın oluşturuyorlardı. Her zümre öbürüne karşı çıkıyor, ve bütün öbürleri ile, bazan açık, bazan kapalı, sürekli bir savaşım içine girmiş bulunuyordu. Birinci Fransız Devrimi çağında görülen, ve şimdi de, en ileri ülkelerde, gelişmenin daha yüksek bir evresinde saptanan, ulusun o iki büyük kamp biçimindeki bölünüşü, o zamanki koşullar içinde olanaksızdı. Bu bölünme,  hatta çok yaklaşık bir biçimde, ancak ve ancak, ulusun aşağı katmanı, yani bütün öbür zümreler tarafından sömürülen köylüler ve halktan kimseler ayaklandığı zaman olabilirdi. Eğer Alman ulusunun, feodal soyluluk, burjuvazi, küçük-burjuvazi, köylülük ve proletarya biçimindeki, gene de çok daha az karmaşık olan güncel bileşiminin, şu son iki yıl içinde ne kadar büyük bir karışıklık doğurduğu anımsanırsa, o çağdaki çıkarların, görüş ve özlemlerin karışıklığı kolayca anlaşılacaktır.” (Engels, Köylüler Savaşı, sayfa:43-44,Sol yayınları)

Görüldüğü gibi o zaman bir komünist devriminin olamamasının sebebi bu oluşumların “geri” olmasından değil, sınıfların fazlalığı ve bu mücadeleden dolayı zafer kazanmanın çok zor olmasından kaynaklanmaktadır.Ama asla imkansız değildi sadece bugüne oranla devrimi yaşatmak daha zordu. Tarihsel ilerlemecilik, sömürü düzeninin artışıyla proletaryanın sayısının artmasının sonucu olan insanların iki genel sınıf arasında toplanması(burjuvazi ve proletarya) ve  proletaryanın, ara sınıf olarak küçük burjuvazinin desteğini alabilirse ancak devrimi yapma şansı olduğunu belirtir. Devrimin önceki dönemlere göre neden kapitalist çağda mümkün olduğunu açıklayan tek şey budur.

Tarihsel ilerlemenin düşmanları diyorlar ki:

‘ Tarihsel ilerlemeciler şunu savunuyorlar: ezilenlerin isyancılığı ve devrimciliği ancak ezenlerin devrimciliğiyle birlikte olur. Bu yüzden burjuvazinin feodallerle olan savaşımını desteklemeliyiz ondan sonra kozlarımızı paylaşmalıyız diyorlar. Biz buna karşıyız’

Tarihsel ilerlemeye yapılan haksız eleştirilere bir örnek daha. Tarihsel ilerlemeciler ezenlerin devrimciliğinin yanında yedek unsur olmaya her zaman karşı çıkmıştır. Feodalizme karşı mücadelede, tarihsel ilerlemeci sosyalistler her zaman burjuva devriminin öncülüğünü ele geçirmek ve burjuva devrimini burjuvaziye rağmen yapmayı savunmuşlardır. Çünkü proletarya “kapitalizmin gelişmemesinden çektiği sıkıntıyı kapitalizmden çekmez” şiarıyla hareket etmiştir. Rusya’da burjuva devrimi burjuvaziye rağmen olmuştur.

Almanya’da burjuvazi halk hareketinden korkup aristokrasiyle işbirliğine gitmiştir. Fransız ihtilalinden sonra burjuvazi bırakın devrimciliği tarihteki  en adi işbirlikçi olmuştur. Gerçi artık bugün bir burjuva devrimine ihtiyaç yoktur çünkü artık feodalite kalmamıştır. ( Türkiye için tartışılıyor ama bence yoktur.) Buna rağmen tarihsel ilerleme teorisine yapılan haksızlıktan ötürü bu maddeyi de işledik. Bu konuda daha fazla bilgi için: (Karl Marx, Burjuvazi ve Karşı Devrim, Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği,Lenin Seçme Eserler Cilt:4, Sayfa:144)

Rusya konusuna geri dönersek tarihsel ilerlemenin düşmanları  şöyle diyor:

‘Neden devrim Almanya’da olmadı da Rusya’da oldu demek ki tarihsel ilerleme mantıklı bir şey değil.’
İnsan düşünmeden edemiyor Ekim devrimini yapan Lenin kadar ciddi bir tarihsel ilerlemeci olamamasına rağmen neden Lenin tarihsel ilerleme eleştirisi vermedi diye kendi kendime sormadan edemiyorum. Tarihsel ilerlemenin düşmanları Lenin’den daha mı zeki acaba? Böyle bir eleştiri ile tarihsel ilerlemenin haksız olduğu sonucu çıkmaz. Tarihsel bir bakış yapalım. 19.yy’da kapitalizmin en gelişmiş olduğu ülke İngiltere idi. Marx ve Engels İngiltere’de devrim olmayınca devrimin olduğu  ve İngiltereye göre daha az gelişmiş olan Fransa’ya (Paris Komünü) yöneldiler. Oradan da bir şey çıkmayınca Fransa’ya göre daha az gelişmiş Almanya’ya yöneldiler. Sosyalist devrim ise Almanya’ya göre daha az gelişmiş olan Rusya’da çıktı. Sonra devrim Rusya’ya göre daha az gelişmiş olan Çin’de çıktı vs.

Böyle bakınca bir linear hat çıkıyor. Sırf bu tarzda bile temellendirme yapılabilir ama ben böyle bir temellendirmeyi sağlıklı bulmuyorum. O yüzden bu konu üzerinde daha fazla duracağım. Lenin Ekim devrimi olduktan sonra tarihsel ilerlemecilik özeleştirisi vermedi ve Marxismi geliştirdi. Lenin Ekim devriminin ortaya çıkma nedenlerinden biri olarak:

“Kapitalist devletlerin eşitsiz gelişiminden dolayı kapitalist zincirin en zayıf halkasının olduğu yerde devrim olabilir.”

Demişti ve o zincir Rusya idi. Bunu da tarihsel ilerlemenin olmadığını söyleyerek yapmadı. Bunu “tarihsel ilerleme öyle bir gelişti ki eskiden o kadar derin olmayan eşitsiz gelişme kapitalist ülkelerde Marx’ın zamanına göre daha fazla derinleşti ve bu derinleşme de geri bir ülke olan Rusya’da devrim imkanını sağladı.” Diyerek yapmıştır. Ayrıca Marx bile geri kalmış bir ülkede bu tarzdan bir çelişkin doğabileceğini söylemiştir:

Demek ki, bizim anlayışımıza göre, tarihin bütün çatışmalarının kökeni üretici güçler ile karşılıklı ilişki tarzı arasındaki çelişkidedir. Ayrıca, bu çelişkinin, bir ülkede, çatışmalara neden olması için o ülkede aşırı ölçüde artmış olması da zorunlu değildir. Sanayileri daha çok gelişmiş ülkelerle rekabet, ticaretin gelişmesinin neden olduğu rekabet, hatta sanayileri daha az gelişmiş ülkelerde bile böyle bir çelişkinin doğmasına yeter.” (Marx-Engels,Alman İdeolojisi,Sayfa:95, Sol yayınları)

Sonuç olarak tarihsel ilerleme teorisi yukarıda değindiğimiz nedenlerden ötürü çürütülememiştir ve çürütülemez. Kronik gericilik yıllarında ortaya çıkan yeni dönemin yeni Marxismi diye bize yutturulmaya çalışılan yeni dönemin yeni revizyonizmine karşı bütün Marxistlerin dikkatli olması gerekmektedir. Kapanışı 

Wallerstein’ın şu lafıyla bitirelim:

“ Bütün bir tarihsel süreç, dişleri tek bir yöne doğru hareket eden ve sürekli iki adım yukarı çıkıp sonra bir adım geri gelen bir çark biçimini alır”( Wallerstein, Dünya sistemleri analizi, sayfa:58,bgst yayınları)

5 Mart 2013 Salı

Marxist tarzda sanat nedir ne değildir?


Lise yıllarını insanların boşa harcadıkları yıllar olarak ele alırım. Çünkü lise yılları, insana ne  entelektüel anlamda bir şey katar ne de hayata hazırlar. Üstelik insan iradesi dışında okulda burjuva yalanlarını gerçek sanar ve kendisini ilerletmek için çaba sarf etmez ise düzenin istediği  gibi beyni yıkanmış bir adam olarak yaşamını sürdürür. Tarih derslerinin içeriği konusunda ülkenin politik dönüşümden dolayı halk gene bir nebze daha aydınlanmıştır fakat bu unsur sanatta geçerli değildir. Çünkü sanat, hep burjuva düşünürlerinin hegemonyasında sürmekte ve sanatla uğraşan kimselerde bu hegemonyanın kurbanı olmaktadırlar. Bu Marxistlerin bir eksiğidir. Sırf Anadolu topraklarında yaşayanların değil bir zamanların sosyalist ülkelerinde de sanat ve kültür konularında burjuvazinin hegemonyası hiçbir zaman kırılamamıştır. Dolayısıyla şimdiki yazı başlığımız sanat üzerine olacaktır. Şunu baştan belirteyim ki bir insan yaşadığı bölgenin iyi ve kötü yanlarından etkilenir bu yüzden benim yazım sanatın yüzeysel bir incelemesi olacaktır çünkü bende yaşadığım toplumdan etkileniyorum ve bu yüzden kusursuz bir yazı beklemek doğru olmayacaktır.

Konumuza dönersek hep liselerde duyduğumuz bir şeydir. Sanat sanat içindir mi? Sanat toplum içindir mi? Diye bir şey bize dayatılır ve bu konuda yorum beklenir. İşte tamda bu ayrım lisenin bir zaman kaybı olduğunu kanıtlar. Sanat ne burjuva toplumunda ne de sosyalist toplumda bireysel bir amaç için yapılan bir şey olmamıştır. Sanat her zaman toplum için yapılan bir şey olmuştur ve olacaktır. Sanatı amaç haline getirip yapılan şey sanat değil “fantezidir.”

Bunu ilk duyduğunuzda kulağınıza garip gelmiş olabilir ama öyledir. Çünkü burjuva toplumunda sanat dediğimiz şey kitleleri uyutmak için kullanılan bir araçtır. Bu aracın unsurları genel olarak pazar ekonomisinin çıkarlarına göre biçimlenir. Pazar ekonomisi günümüzde kitleleri uyutmak için yoz bir sanat anlayışını halka dayatmakta ve onun devrimci potansiyelini bastırmak istemektedir. Bu yüzden çıkan ürünler kalitesizdir, çabuk tüketilir özelliğe sahiptir, kolay yapılabilecek veya hatırlanabilecek şekilde yapılır ve son olarak  monotondur. Hatırlayalım pop müzik dinlediğinizde bütün şarkılar birbirine benziyor. Hangisi Demet Akalın, hangisi Hande Yener, hangisi Bengü olduğunu ayırt etmek back ground’undan sıradan bir kişi için çok güç. Bunlar birbirine benzemekte ve monoton bir yapı taşımaktadır. Hepsi cıstak cıstaktır. Ama sanattır çünkü halka yapılır ve Pazar ekonomisinin çıkarlarına uygun adamlar yetiştirilmesini sağlar ayrıca Pazar ekonomisi bunu yaparken bir de kar elde eder yani tam anlamıyla bir taşla iki kuş. Aynı şey Gangnam Style ve Harlem Shake içinde geçerlidir. Unutulmaması gereken bir nokta bunların hepsi çabuk tüketilirdir bundan 10 sene önceki Demet Akalın şarkısını sorsanız halkın büyük kesimi hatırlamaz ama yeni parçası herkesin dilindedir. Sokakta şu sıralar Kolbastı oynayanı görüyor musunuz? Büyük ihtimalle hayır. Ama Harlem Shake neredeyse her yerde. Dikkat edilirse sermaye o kadar çok dinamizme ihtiyacı var ki birkaç ay önce yeri göğü sallayan Gangnam Style dünya üzerindeki hegemonyasını kaybetti bile. Hatta bu yazıyı 1 sene sonra okuyanlar Harlem Shake neydi onu bile hatırlamayacaklardır.(belki ben bile hatırlamayacağım). Bu burjuvazinin güncel sanat anlayışıdır.

Bunun yanında buna tepki olarak doğmuş ve amacı sanat yapmış bir akım mevcuttur. Bu akımın derdi bireyseldir. Topluma mesaj vermek diye bir şey bunlar için söz konusu değildir. Yaptıkları şey, sistem karşında yenilmiş olmalarından dolayı ve sistemi değiştirme amaçları olmaması yüzünden bu insanlar bireyciliğin bataklığına batmıştır. Bu insanların yaptığı sanat değil fantezidir. Anlaşılma gibi bir amaçları yoktur bu kişiler genelde toplum tarafından şöyle betimlenirler “bir ellerinde şarap kapkara bir tabloya bakan anlamsız insanlar sürüsü”. Bu halkın bakış açısından doğrudur ama bu iki kesimde burjuva bataklığına batmıştır. Biri kendisine pazarlanan yoz şeyleri benimseyip lümpen bir kültür geliştirirken diğeri ise kapitalist sistem karşısında çaresizliğini yoz toplumsal sanatı dışlayarak  bireysel fantezi bataklığında yüzer. Bu bireysel akıma örnek olarak sürrealizmi gösterebiliriz.

İşte  sorun burada ortaya çıkıyor. Sormamız gereken sorunun Sanat sanat için ya da Sanat toplum için olmadığını görmüş bulunuyoruz. Soru şöyle olmalı “Sanat hangi sınıfın çıkarı için yapılmalıdır?” Sorun toplumsal değildir çünkü bütün sanat toplum için yapılır. Sorun proletaryanın çıkarına mı yoksa burjuvazinin çıkarına mı yapılacak? İşte ilgilenilmesi gereken nokta budur.

Sanat mevcut bulunduğu üretim ilişkileri ortamına göre şekillenir. Her yeni üretim ilişkileri yeni bir sanat akımını zorunlu kılar. Bunun nedeni eski üretim ilişkilerinin sanat akımlarının yeni üretim ilişkilerine uygun düşmesinin imkansız olduğu içindir. Herkesin aklında tutması gereken şey ise bir üretim ilişkileri sisteminin değiştiğini anlamak ya da değişmek üzere olduğuna dair veriler arıyorsak o bölgedeki sanat akımlarının değişimini fark etmişsek oranın üretim ilişkileri değişmiştir demektir. Tabi ki eski sanat akımları küreselleşmeci (ultra emperyalist) sistemde bir ölçüde cazibesini korurlar bunun nedeni bu sistemin bir önceki üretim biçimlerinden izler taşımasıdır. Ama yeni dönemin koşullarını eski sanat akımlarıyla sürdürmek imkansız olduğu için yeni sanat akımları çıkmıştır ve bunu engellemek imkansızdır. Örnek olarak kapitalist çağda klasik müzik egemen iken onun temellerine oturtularak ortaya çıkmış metal müzik bugün egemenliği ele geçirmiştir. Ve metal müzik içindeki isyanı çıkartan bir yapıya sahip olduğu için sosyalistler bunun yoz uyuşturucu partilerinin baş unsuru olan niteliğini değiştirip devrimcileştirmesi gerekmektedir. Eskiden Shakespeare romanları ile günümüz yoz hastalıklı insan ilişkilerini anlatan romanlar arası fark işte tam bu üretim ilişkileri sisteminin değişmesinden kaynaklanmaktadır.

İki seçenek karşımıza çıkıyor bundan sonra 1- evrimci metod, 2-devrimci metod. Bu metodlardan ilki üretim ilişkilerinin evrilmesinden dolayı olan ve sonuç olarak burjuva kültürünün o yoz havasına ulaşan tarzda sanat eserlerine ulaşmamızı sağlayan çürümenin edebiyatı ve sanatı. İkincisi ise evrimci sanat anlayışları yerine başka bir dünyanın mümkün olabileceğine inananların yaptığı devrimci sanat anlayışı. Bu anlayış mevcut üretim ilişkileri sistemi ve onun sanat anlayışının yerine bir alternatif olarak sosyalist tarzda bir sanat anlayışı tarzını kendilerinde bulanların geliştirdikleri metoddur. Bu ikisi arasında orta yol yoktur ya çürümenin esiri olacağız ya da bu kokuşmuşluğu tarihin çöplüğüne yollayacağız. Biz yollayamazsak bile gelecek kuşaklardan biri eninde sonunda yollayacaktır ve tarih onları hatırlayacaktır bizi değil. Sorun şu neden o kuşak biz olamayalım neden biz hatırlanmayalım? Tarihin çöplüğüne yollanmayı ve burjuvaziyle aynı değerde hatırlanacak olmayı hazmedebiliyor musunuz? İşte bizim kuşağın karşı karşıya kaldığı soru bu.

3 Mart 2013 Pazar

ARABESK YAŞAMIN BİR BAŞKA YÜZÜ: "FUTBOLCULUK"!(Çözüm'den Parça)


İçeriği açısından bugünde geçerliliğini koruyan, çok iyi yazılmış bu yazıyı, verdiği mesajın bugün sol tarafından unutulması üzerine ve o zaman değindiği konuların bugün tartışılmaz bir şekilde gerçekleşmesinden dolayı  okurun dikkatine sunuyorum.

Mayıs 1989, Sayı: 24

ARABESK YAŞAMIN
BİR BAŞKA YÜZÜ:
"FUTBOLCULUK"!

Mart ayının olağan günlerinden biri... Okullar birdenbire boşalıveriyor...Ne hastanelerde acil servis dışında doktor ve görevli bulmak olası, ne alışveriş merkezlerindeki kalabalığa rastlamak, ne de sokaklardaki her zamanki canlılığa tanık olmak! Kasap "kapalıyız" tabelası asmış kapıya... Bakkal, manav vd. esnaf kepenk kapama eyleminde adeta... Herkes kahvehanelere ve evlere koşuyor; heyecanlı, hızlı, yetişme telaşıyla... Hayır, bu genel bir alarm değil! Sokak kahvehanelerinden sesler geliyor. "En Büyük Türkiye!", "Re re
re, ra ra ra Gassaray Gassaray cim bom bom!" Bu sesler biraz sonra tüm sorunlarını "unutan" toplumun sesi olarak tüm Türkiye'den duyulacak, gecekondu
yıkımlarına ve işkencelere koşut...

"Futbolculuk" Statüsü Faşizmin Eski Ama Etkili Bir Silahı Olmaya Devam Ediyor

Bugün ülkemizde bir derby maçı gündeme gelmeyegörsün, adeta akansular duruyor. Meclis tatile giriyor. Bakanlar Kurulu toplantısı erteleniyor...Maçla ilgili tartışmalar, röportajlar her şeyin önüne geçiyor. Kitleler sorunlarını bir anda unutuveriyorlar! Çünkü günlerce öncesinden emekçi ve orta sınıflardan insanlar kendilerini maça konsantre ediyorlar. Zam yapılıyormuş, hayat pahalılığıymış, baskıymış, işkenceymiş, görünüşte onları pek ilgilendirmiyor. Kendi yaşamlarını tehdit eden, düzenden ve iktidardan kaynaklanan bu uygulamaları bir kenara bırakıyorlar. Maçlarla, takımlarla adeta özdeşleşiyorlar. Bütün duyguları, düşünceleri bu doğrultuda kanalize oluyor. Futbolun kitleleri bu ölçüde saran, adeta büyüleyen etkisi nereden geliyor? Nasıl oluyor da futbol hemen tüm kapitalist sistem içindeki ülkelerde ama özellikle yeni-sömürgelerde, diğer spor dallarından, moda akımlardan,
sanat etkinliklerinden çok daha fazla kitleleri peşinden koşturuyor? Ortam öyle bir hale getirildi ki, bugün bir maç üzerine milyonlar değil, neredeyse milyarlar harekete geçiriliyor. "Sağcısından "solcusu"na, burjuvazisinden işçisine hemen herkesi aynı nidalarla birleştiren futbolun bu cezbedici sihri nereden geliyor?

Egemen sınıflar, kitleleri ideolojik denetimleri altında tutabilmek için, kitleleri oyalayıcı, kendi sorunlarından uzaklaştırıcı, gerçekleri saptırıcı, dertlerini unutacakları düzen içi çeşitli kanallar açıyor. Kitlelerin duygularını eğlence, coşku, heyecan, öfke vb. biçimde ama ilkel ve kabaca tatmin edebilecekleri, enerjilerini boşa harcayacakları ve sömürü düzenine karşı çıkma potansiyellerini saptırıcı eğilimleri pompalıyor. 'Bunlar her zaman oligarşinin baskı ve terörüyle atbaşı gitmiş ve onunla iç içe gelişmiş, geliştirilmiştir. Özellikle faşizmin egemen olduğu ülkelerde, baskı ve terörle yıldırılan ve sindirilen kitleler, ideolojik olarak denetim altına alınırken en çok depolitizasyona ve depolitizasyonu besleyecek kültürel-sanatsal-
sportif etkinliklere başvuruluyor. Bilinç çarpıklığına yol açan, beyin yıkamaya hizmet eden ve kitlelerin potansiyelini boşuna harcatan bu düzen içi kanalların en önemlilerinden biri günümüzde, ne "sağcılık", ne "solculuk","futbolculuk"tur! Franco ve Salazar'ın sık sık "Futbol olmasaydı kitleleri yönetmek zor olurdu" deyişlerinin altında işte bu gerçek yatıyor.

Futboldaki depolitizasyonun sihrini İspanya ve Portekiz faşizminin keşfettiğini
söyleyebiliriz. Futbolun diğer depolitizasyon sacayakları Fado(*) ve Fiesta(**) ile birlikte etkili bir depolitizasyon silahı olarak kullanılması ve amacına ulaşması ilk İspanya ve Portekiz faşist yönetimlerince başarılmıştır. Geleneksel boğa güreşi yanında futbol, Franco ve Salazar'ın baştacıdır. Neredeyse faşizmle birlikte İspanya ve Portekiz'de futbol, bütün spor dallarını gölgede bırakmış ve ulusal spor ilan edilmiştir. Faşizmin futbola sarılması ve her şeyiyle desteklemesi tesadüf değildir. Bunun, doğrudan kitleleri kendiliğinden biçimde sarmış olması gerçeği ve kitlesel yaygınlık kazanmasıyla iigisi vardır. Faşizmin iyi tahlil edebildiği olgu, futbolla kitlelerin bu organik bağıdır. Futbolun depolitizasyonda etkin bir araç olarak kullanımının Latin Amerika'dan başlayarak sömürge ve yeni-sömürge diktatörlüklerine yayılması, İspanya ve Portekiz örneğinden sonradır. Bu ülkeler faşizmin depolitizasyon laboratuvarlarıdır. Latin Amerika faşist diktatörlükleri ve diğer yeni-sömürge oligarşileri, kitlelşrin ruhsal ve toplumsal şekillenmesiyle kaynaşan, kendi ülkelerine özgü depolitizasyon araçlarını yaratmada, İspanya ve Portekiz deneylerinden çok şey öğrenmişlerdir. Burada
sorunu mekanikleştirmemek ve toplumsal süreçleri aynılaştırmamak önem kazanıyor.

Emperyalizme bağımlılık nedeniyle, özde aynı olan, çarpık kapitalist ilişkilerin ortaya çıkardığı çarpık kültür, her ülkenin toplumsal formasyonuna, tarihsel gelişimine ve geleneklerine göre belirli farklılıklar gösterir. Birçok yeni-sömürge ülkede çarpık kültür odağında "futbolculuk" gibi farklı gelişimlerin ortaya çıkması doğal ve kaçınılmazdır. Bazı yeni-sömürge ülkelerde, kitleler içerisinde kendiliğinden gelişen futbol, uzun süre egemen sınıfların depolitizasyon aracı olarak bilinçli bir biçimde kullanımdan uzak kalmıştır. Futbolun yeni-sömürge ülkelerde kitlelerin peşinden koştukları bir spor haline gelmesini, doğrudan geri bıraktırılmışlıkla, yoksullukla ve kültürel çarpıklıkla açıklamak gerekir.
Geri bıraktırılmışlık olgusu kitleleri basit, kurallarının kolayca anlaşılabileceği, hemen hiçbir masrafı olmayan ve fazla araç-gereç gerektirmeyen, her yerde oynanabilen kitlesel sporlara yöneltmiştir. Bu anlamda sokak arasında, boş arsada iki taş parçasını kale yaparak ve fazla kural gerektirmeden, çok sayıda insanın iki gruba ayrılarak kolektif olarak eğlenebildikleri istisnai bir spor dalıdır futbol.

"Basitlik", "kolektiflik", "ekonomiklik" gibi avantajları futbolun yaygınlaşmasında, diğer spor dallarına kıyasla futbolun ayırt edici teknik ve kültürel özellikleridir. Futbol bu niteliklere uygun bir spor dalı olmasıyla kitleleri çekmiştir. Futbol yoksul sporudur diyebiliriz, popülerliği de buradan geliyor ve gelişiyor. Buraya kadar futbol ile kitleler arasındaki ilişkiler doğal seyrindedir. Yozlaşma yoktur ve futbol yeni-sömürge insanının spor ihtiyaçlarına cevap vermiştir. Sadece bu kadar değil, çeşitli toplumsal, psikolojik faktörlerin etkisiyle, seyrederek haz duyma ihtiyacını da karşılamıştır. Futbolun kitleselleşmesi, kitleleri sarsması ve seyircinin kitleselleşmesi birbirini bütünleyen gelişmelerdir. Tabii buradan tüm yeni-sömürge ülkelerde futbol kitleselleşti gibi bir sonuç çıkarılamaz. Ülkenin toplumsal gelenekleri, kültürel birikimi ve emperyalizmle girdiği ilişkilerle ilgili olarak futbol dışındaki kitlesel sporlar da popülerlik kazanmıştır. Ama bu futbolun yeni-sömürgelerde, kitleler nezdinde egemen spor dalı olmasıyla çelişmiyor. Tüm spor dallarını kitlesellikte yaya bırakan futbol, emperyalizmin daha fazla teşvikini gündeme getirmiş, getiriyor.

Sonuçta kitlelere mal olan spor dalları, yeni-sömürgeler genelinde egemen sınıflarca depolitizasyona hizmet edecek şekilde kullanılıyor. Her şeye rağmen, emperyalizm futboldan yana tercihini yapıyor, elindeki gücü ve olanakları yeni-sömürgelerde futbolun kitleselleşmesine harcıyor. Kitleselleşmesi ve kitleleri deşarj etmedeki önemli özellikleri, futbolun tercih edilirliğini pekiştiriyor. Burada "futbolun emperyalist-kapitalist ülkelerdeki yaygınlığı ve popülaritesini neye bağlamak gerekir?" diye sorulabilir. Özellikle Kıta Avrupası'nda futbolun popülerliği tartışmasızdır. Ama bu ülkelerde futbolun tüm spor dallarını gölgede bırakması, giderek silip süpürmesi söz konusu değildir. Futbolun ağırlığı olmakla birlikte, diğer spor dalları da etkisini sürdürmektedir. Her şeyden önce buralarda futbol, kitlesel depolitizasyonun aracı olmaktan uzaktır. Kapitalist ülkeler kendi iç dinamikleriyle gelişmiş, kültür düzeyi yüksek, demokrasi geleneği olduğundan, buralarda
depolitizasyonun işlevine farklı bakmak gerekiyor. Ya da depolitizasyonun olup olmadığını, varsa nasıl, ne ölçüde, hangi kanallarla olduğunu tartışmayı gerektiriyor. Bir yerde emperyalizmin, yeni-sömürge ülkeleri tek üründe uzmanlığa mahkum etmesi ve diğer alanlarda köreltmesi gibi, depolitizasyonla ilişkisi içinde sporda da kitleleri tek bir alana yöneltmeye çalışıyor. Çünkü oligarşiler için önemli olan "millileştirilmiş" bir depolitizasyon zemini yaratmaktır. Gelinen aşamada yeni-sömürgelerde egemen sınıfların depolitizasyon politikasının aracı sporda futbol olmaktadır. Eğer bütün emperyalist tekeller her şeyden önce reklamlarını en iyi şekilde yapmayı, kendi kârlarına kâr katmayı düşünerek milyarlara futbolu seyrettirecek kanallar açıyorlarsa, futbol dünyada en fazla ilgilenilen, seyredilen bir spor dalı haline geliyorsa, bu durumu başka türlü açıklamak mümkün değildir.

Baskı ve İşkencelerin Çığlıkları Futbol Naralarıyla Bastırılıyor!

İspanya ve Portekiz'den sonra Amerika'da özellikle Brezilya ve Arjantin gibi faşist diktatörlüklerin birbirini izlediği ülkelerde futbolun nasıl etkin bir depolitizasyon
aracı olarak kullanıldığı biliniyor. Faşist diktaların baskı ve terörü yoğunlaştırıp on binlerce komünist, ilerici ve yurtseveri "kirli savaş"ta kayıplara karıştırdığı bir sır değil. Bu ülkelerde sınıf mücadelesinin yükselmesiyle birlikte kitleleri futbol gibi şeylerle oyalayıp avutmak, sorunlarından ve sorunlarına çözüm yolu aramaktan uzaklaştırmak, baskı ve işkenceyi gizlemek özel bir önem kazanmıştır... Brezilya'da futbol öyle ileri götürüldü ki, üst üste üç dünya kupası kazanacak düzeye erişti. (1958-1962-1970 Dünya Futbol Kupası'nı Brezilya kazanmıştır.) Futbol efsaneleri, Pele gibi futbol kralları yaratıldı. Kitleler futbola tapınmaya
başladı ve özlemlerini futbolla özdeşleştirdi. Futbol Latin Amerikalılar için bir karnavaldı. Kitleler futbolla yendi, yenildi, ağladı, sevindi, coştu, eğlendi, boşaldı. Yani duygularına doyum yolu buldu. Futbolun Brezilya'da diktatörleri ayakta tutan dayanaklardan biri olmasının esprisi budur. 1976'da yönetime el koyan Arjantin faşist cuntası binlerce insanı işkenceyle katledip kayıplar listesine yazdırırken, tam bir korku toplumu yarattığı gibi, 1978'de kendi ülkesinde yapılan Dünya Futbol Şampiyonası'  kitleleri depolitize etmede önemli bir silah olarak kullanmıştı. Çeşitli hile ve maç satın almaya kadar varan sahtekarlıklarla her yola başvurarak Dünya Kupası'nı ülkesine kazandıran Videla, baskı ve terör altında bunalan, binlerce kaybının acısını yaşayan halkı günlerce festival havasına sokabilmiştir.

Arjantin'in Dünya Kupası'nı kazanması uzun süre Videla diktatörlüğünün güvencelerinden birine dönüştürülmüştür. Diğer Latin Amerika ülkelerinde de toplumsal işlevde konumlanışı farklı değildir futbolun. Milyonlarca aç insanın bulunduğu, sadece Meksiko şehrinde üç milyon insanın sokakta yattığı Meksika'da 1986'da yapılan Dünya Futbol Şampiyonası kitlelerin içinde bulundukları sefil duruma karşı tepkilerini pasifize etme ve kitleleri futbolla festival havasına sokarak oyalamayı amaçlıyordu. İşin ilginç tarafı milyonlarca insanın yoksulluk ve sefalet içerisinde yaşadığı Meksika gibi yeni-sömürge ülkelerde, Dünya Kupası gibi büyük bir organizasyonu hazırlayan emperyalizmdi. Emperyalizm bu gibi ülkelerde kitle mücadelesini başka kanallara akıtmak ve tepkileri bastırmak için devreye girerek bu tür organizasyonları da gerçekleştirmektedir.
Evren:
"Asmayıp da besleyecek miyiz?"
"As!.. As!.. As!..."(***)
Ülkemizin Latin Amerikalılaştığından söz ederken, egemen sınıflarca futbolun toplumsal işlevinin depolitizasyona göre dönüştürüldüğünü de söylemiş oluyoruz.
Nasıl mı dönüştürüldü?
Son yıllarda üçüncü ligin kurulması, profesyonel futbolun kasabalara kadar
yayılması, Meclis'te ve Bakanlar Kurulu'nda futbolun sürekli gündem maddesi haline gelmesi, milletvekillerinin, bakanların, hatta Başbakan'ın futbolun hamisi rolünü üstlenmesi, bütün spor dallarından daha fazla futbola para harcanması, tekellerin doğrudan futbola el atması, futbolun daha çekici hale gelmesi için transferlerde astronomik rakamların gündeme getirilmesi, günlerce reklamı yapılarak Avrupa'dan ünlü futbolcuların transfer edilmesi,
süper takımların kurulmaya çalışılması, spor basınının neredeyse futbol basınına dönüştürülmesi, TV spor programlarında futbolun giderek daha fazla yer alması, futbolculuğun özendirilmesi vb. vb. yöntemlerle dönüştürülüyor. Bunlar hep futbolu çekici kılmak ve kitleleri futbola kanalize ederek depolitizasyonu kolaylaştırmak ve hızlandırmak çabalarıdır.(****)

Bugünkü özellikleriyle futbol insanların fiziki-bedensel ve görsel ihtiyaçlarını karşılamak niteliklerinden soyutlanmış, politik, toplumsal ve kitle psikolojisini doğrudan etkileyen yeni işlevlere sahip bir olguya dönüştürülmüştür. Bu süreç çarpık kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle başlamıştır. Ve hemen tüm hükümetler, dozu farklı olmak koşuluyla, bu araçtan kendi politikaları doğrultusunda yararlanmışlardır. Ama futbolun bilinçli ve etkili bir depolitizasyon aracına dönüştürülmesi, 12 Eylül faşizmiyle başlamış ve ANAP iktidarı döneminde üst noktaya varmıştır. 24 Ocak ve 12 Eylül'ün yeni statüler yarattığını söylerken, futbolun da bunun içinde önemli yer tuttuğunu anlatmak istiyoruz. Depolitizasyonu işte tam da bu noktada ele almak gerekiyor. Futbol ezilmiş ve horlanmış, yokluğa itilmiş ve yoğun sömürü altında tutulan işsiz ve toplumda kendine yer bulamayan, topluma yabancılaşan insanların, sorunlarını unutacakları, tepkilerini açığa vuracakları ve sınıf mücadelesinden uzaklaşacakları düzen içi bir statü olarak sivrilmiştir. Kitleler futbolla, yozlaşmış ve iyice arabeskleşmiş bir eğlence havasının sarhoşluğu içinde, belli bir süre hayal aleminde yaşayabiliyorlar.

Özellikle yeni-sömürgelerde geri kalmışlık kompleksi, futbol gibi araçlar milli davalara dönüştürülerek aşılmaya çalışılıyor. Ulusal maçlarda bunun etkisi hemen görülüyor. Kitleler sınıfsal konumundan uzaklaşıyor, toplum kaynaşmış, sınıf ayrımı olmayan bir havaya sokuluyor, hemen herkes ulusal gururu yükseltme ortak paydasında birleşiyor. Bu kaba bir milliyetçilikle bilinçli olarak körükleniyor ve sınıf mücadelesine karşı kullanılmaya çalışılıyor. Bunlar son yıllarda egemen sınıfların planları dahilinde futbol odaklı yaşanan olaylardır. Futbol, kitleleri saran bir hastalık halini almıştır. Bir histeri, bir saplantıdır. Kitleler futbolla afyonlanıp depolitize edilmektedir. Çarpık kültür içerisinde kendisini bu biçimde dışa vuran futbolun, arabeskle ilişkisinden de, daha başka deyişle arabesk bir karakter kazanmasından da söz etmek gerekiyor.

Arabeskleşen Futbol ve Arabesk: Bağırıp Küfrederek mi Boşalalım, Ağlayıp İnleyerek mi?

Arabesk ve futbol ilişkisi çok somuttur. Futbol sloganlarından şarkılarına kadar, maçlardaki her türlü eğlenceli tezahürat, arabesk motifleriyle donatılmıştır. İnsanlar "En büyük..." derken hastalıklı bir tutkuyla, kendini tuttuğu takımıyla özdeşleştirmektedir. Kendi kimliğini unutmuş, takım kimliğini bulmuştur. "Ne mutlu..." derken de, takım kimliğiyle övünç duymaktadır. Takımın yenilgisi onun için hayal kırıklığıdır. Stadı başı önde, üzgün terk eder. Yok eğer haksızlığa uğradığını düşünüyorsa, hakeme, karşı takım oyuncu ve taraftarlarına
bağırır ve küfreder. Hatta kendi takımına da iyi oynamadığını gördüğü anda aynı tavrı gösterir. Daha da öfkelendiyse tüm öfkelere öfkesini katar, kitle psikolojisi içerisinde şiddete başvurur. Yakar, yıkar, her türlü küfür ve hakareti yağdırır. Bütün enerjisini boşaltmış, duygularını değişik biçimde de olsa tatmin etmiştir. Diğer yandan yendiği zaman ise gururlanır.

"En büyük..." derken karşısındakini yenmiş olmanın, dolayısıyla bu başarı sayesinde, kendini ezen güçleri yendiği yanılsamasıyla hareket eder. Başı diktir, bütün dertlerini unutur. Sesi kısılana, enerjisi tükenene kadar tezahüratı sürdürür. Sokaklardan
zafer kazanmış bir asker gibi bayrağını sallayarak geçer. Bu da bilinçsiz tepkilerini yönlendirmenin bir diğer yüzüdür. Sonuçta yense de, yenilse de stadda duygularının tatminini sağlamış olur. Kelimenin mecazi anlamıyla "futbolculuk", arabesk yaşamın değişik bir
biçimi olarak karşımıza çıkar. Arabesk müzikte feleğe isyan eden, küfreden ve aslında acılarının nedeni olan mevcut düzene doğrudan küfredemediğinden feleği, tanrıyı, kaderi kullanan insan ile, Galatasaray, Beşiktaş ya da Fenerbahçe'yi kullanan, onlara öfkelenip küfreden, isyan eden insan arasında özde bir fark yoktur. Her ikisinin ortak paydası, gerçeklikten kaçış ve biçime sığınarak, (arabesk ya da futbol) onunla kendini ifade ediştir. Dolayısıyla sınıfsal ve devrimci, kendine güvenli bir öz taşımayan öfke savruktur. Ağlamaktan sevince geçişi çoğu zaman ayırt edemezsiniz. Bu sağlıklı olmayan ruhsal şekillenmeye sahip kitleler, yaşamda elde ettikleri bu kendini en son ifade etme biçimine karşı bir tavır alındığında -onunla kendini özdeşleştirdiğinde- köşeye sıkıştırılmış bir kedi gibi saldırganlaşabilmektedir.

Ne var ki, bu saldırganlık da istikrarlı ve tutarlı değildir. Çünkü temelinde kendine güven, cesaret değil korku vardır. Geçici, bilinçsiz parlama vardır. Korkudan ya da çarpık ruhsal şekillenmeden (lümpenleşme de diyebiliriz) dolayı yaşamı dağınık ve avaredir. Arabeskin hüznü, bu tiplerin genel ruhsal durumunu anlatan en iyi olgudur. Ruhsal şekillenmesini çizmeye çalıştığımız bu insanların, kendiliğinden sınıfsal bilince ulaşmaları olanaksızdır. İçine çekildikleri bu bataklık ancak devrimci mücadelenin yükseltilmesiyle kurutulabilir. Ahlaki çürüme, yozlaşma, lümpenleşme olarak çarpık kültür en uç noktada stadlarda dışa vuruyor. Küfür, argo, arabesk sloganlar kitlelerin stadlardaki dilidir. Eğer kitleler yaşamsal sorunlarını çözecek mücadeleden koparılıp futbolun cazibesine kapılıyor, sorunlarından kaçıyor, futbolla avunuyor, dertlerini unutuyor, bağırıp çağırıyor hatta kavga edip boşalıyorsa; takımı ile yeniyor, yeniliyor, gururu kırılıyor, seviniyor, üzülüyorsa; her şeyden çok gelecek maçın heyecanını yaşamaya başlıyor, gelecek maçta yeniden boşalmak için kendini hazırlıyorsa futbol depolitizasyon aracı olarak yerli yerine oturtulmuş, amacına ulaşmış demektir. Futbolun egemen sınıfların elinde kitlesel bir hastalığa ve depolitizasyon aracına dönüştürülmesinden bunu anlamak gerekiyor.

Toplu Bir Umut ve Sınıf Atlama Aracı Olarak Futbol!

Futbolun, düzenin sürdürülmesine hizmet ettiğini ve kitleleri oyaladığını, bu şekilde açıklamak yeterli değildir, eksiktir. Futbolun daha başka toplumsal, politik işlevleri de vardır. Futbolun politikaya alet edilmesi –kastedilen egemen sınıf temsilcilerinin politik oyunlarıdır- depolitizasyon politikasıyla çelişmiyor. Aksine onu tamamlıyor. Burjuva politikacılarının, bakanlarının, milletvekillerinin futbol takımlarının yöneticisi, başkanı olması, kendi takımlarının liglerden düşmesini engellemek ya da takımlarını şampiyon yapabilmek
için nüfuzlarını kullanarak politik oyunlara başvurmaları, yaşadığımız günlük gerçeklerdir.
Bu gelenek Latin Amerika diktatörlüklerine kadar uzanıyor. Burjuva politikacılarının kitlelerin futbola duydukları ilgiyi kendilerine tahvil etme amaçları, futbol konusunda politik nüfuzlarını kullanmayı gerekli kılıyor. Bütün bunları bir kenara bırakalım. Galatasaray maçı için tam mahalli seçimler arifesinde Köln'e kadar giden bir Başbakan'ın tavrını neyle açıklayacağız? Sporu politik oyunların aracı yapmada bundan somut örnek az bulunur. Spor hiçbir dönem bu ölçüde politik oyunların aleti olmamış, kitleleri depolitize etmek için
kullanılmamıştır.

Futbolun tekellere reklam aracı olması ve kârlarına kâr katması ölçüsünde aşırı özendirilmesi, transferlerde astronomik rakamların ortaya sürülmesi, ister istemez sınıf atlama özlemi içinde olan yoksul emekçi kesim gençliğini etkiliyor. Bu kesimlerden çıkan ve bir ölçüde sınıf atlamış istisna şöhretler de bu özendirmenin öznesi olarak reklam ediliyor. Futbol özendirildikçe tekeller futbolu devletin de yardımıyla semtlere kadar sokuyor ve gençlik futbola daha çok çekilebiliyor. yoldan bir yükselme kapısı olarak lanse ediliyor. Emekçi gençliği bu yöne kanalize etmek depolitizasyona açılan kapılardan biridir. Top peşinde koşan
gençlik içinde, istisna da olsa yükselme şansına sahip olmak isteyenler, kendi sorunlarından giderek uzaklaşmakta ve futbolu her şeyin önüne geçirebilmektedirler.

12 Eylül'den sonra bu konuda da faşizmin epey yol aldığını söyleyebiliriz. Futbolun ortaya çıkardığı bir başka sonuç da depolitizasyonu körüklemektir. 24 Ocak kararları ve 12 Eylül'den sonra köşeyi dönme, kısa yoldan zengin olma hayalleri öylesine işlendi ki, kitleler şans oyunlarına yönelirken, aynı zamanda yakın bir futbol izleyicisi olup çıktılar. Spor toto ve lotodan zengin olmayı hayal eden milyonlarca insan, maça gitsin gitmesin, TV'den
izlesin izlemesin, futbol hastalığına yakalandı. Değil takımları bilmemek, kimin nerede oynayıp, oynamayacağını öğrenmeye başladılar. Spor toto ve loto kuponu doldurmada, tahmin yapmada iyice uzmanlaştılar. Kahvehane ve meyhane köşeleri spor toto ve loto dolduran insanlarla doldu. Futbolun depolitizasyon anaforu onları da içine çekti.
... İşte futbolun çok yönlü kitle depolitizasyonu sağlayacak şekilde kullanılmasının sonuçları bunlardır. Bugün ülkemizde futbol yediden yetmişe bir hastalık halini almıştır. Ve bunun sürmesi için her şey yapılmaktadır. Böyle köklü ve kalıcı bir statünün giderek yerleşmesi, sınıf mücadelesi yönünde şimdiye kadar ettiğinden çok daha fazla engel teşkil edecektir.

Solun Pragmatizmi Futbolculuk Statüsünün Kırılmasına Engel Oluyor!

Son dönemlerde futbola özel önem verilerek, taşıma suyla elde edilen geçici başarılar abartılıyor. Kitlelerin futbola eğiliminin yaygınlığı ve futboldaki kıpırdanışlar, futbolun depolitizasyona hizrnet etmesi çabalarını bir kenara bırakmayı, futbolda atılım yapıldığını savunmayı getiriyor. Pragmatik tutumlar sergileniyor. Dejenerasyon, lümpenleşme ve depolitizasyon görmezden gelinerek kitlelerin nabzına göre şerbet veriliyor. Ne olursa olsun, soldan da olsa, bu tür yaklaşımlar kitlelere ters düşmemek adına objektif olarak egemen
sınıfların politikasına destek veriyor. Tehlikeli olan, solda gözüken ve demokrat olma iddiası taşıyan gazete ve dergilerde, futbolun depolitizasyona hizmet etmediğinin kanıtlanmaya çalışılmasıdır. Bu konuda daha da ileri gidilerek İspanya, Portekiz'in faşizm deneylerinde futbolun depolitizasyon aracı olarak kullanılmadığının dahi savunulmasıdır.

Futbola, "ulusal" bir spor olarak depolitizasyondaki etkin rolü unutulup sahip çıkılıyor. Ulusal bilinçle uluslararası futbol karşılaşmalarındaki taraftarlık özdeşleştiriyor. Bu sol adına bir bilinç çarpıtmadır. Bugün uluslar arası platformda Türkiye'yi temsil eden bir "ekonomik heyet"i desteklemek arasında özde bir fark yoktur. Ama bu platformlarda oligarşi hiçbir zaman ulusal davranmamış, ulusal onuru pazarlamıştir. Bu bilinç çarpıklığını Marksist-Leninistler sol adına kabul edemez. Solda en hafifinden son zamanlardaki bu gelişmelere karşı bir vurdumduymazlık, gözyumma gözleniyor. Giderek kangrenleşen ve kitleleri yozlaştıran, çürüten ve sınıf mücadelesinden uzaklaştıran bu toplumsal olguya radikal bir
tutum takınmak görevi unutuluyor. Tam anlamıyla bekle-gör politikası izleniyor. Futbolun toplumun bütün kesimlerinde devletin ve tekellerin özendirmesiyle olağanüstü yaygınlaşması, kitlelerin futbolun cazibesine kapılması karşısında, ister istemez sol da bundan etkileniyor.


Kararlı bir şekilde futbolun toplumumuzda yarattığı bu gerici statüyle radikal tarzda mücadeleye girişilmemesi, bu statünün dışına çıkılmamasını da beraberinde getiriyor. "Hayır
biz bu statüyü yadsıyoruz." denilse de, bugün sol, objektif olarak bu statüye çakılıp kalmıştır ve kitlelerden çok farklı bir tutum içinde değildir. Sorun lafta keskin olmak, statüleri reddetmek değildir. Bunu pratikte, yaşamımızda kanıtlayamadıkça, sözümüzle, özümüzle ve pratiğimizle teorimiz bütünlük sağlamadıkça, bunların hiçbir inandırıcılığı yoktur. Bu bize "imamın dediğini yap, yaptığını yapma" özdeyişini anımsatıyor. Sorun ideolojik tartışmaya geldi mi, futbol konusunda atıp tutanlar, futbolun kitleleri nasıl depolitize ettiğini bilimsel
olarak açıklamaya kalkışanlar, TV'de hiçbir maçı kaçırmıyorlar! Stadlara gidip kitleden biri gibi tepkilerini ortaya koyanları da yok değil.

Daha kötüsü,fanatik bir taraftar gibi davrananlar biie var. Birçok toplumsal olaydan daha fazla
tuttuğu takımın yenilgisine üzülen, devrimci kıpırdanışlardan daha çok maçlardan heyecan ve coşku duyanlar var. Futbol tartışmaları TV'den ve basından etkilenerek solda da günlük tartışmaların bir parçası olmuştur. İtirazları ve tepkileri duyar gibi oluyoruz: "Yanlış tanımlanıyor, öyle değil, sorun abartılıyor!" Kimseyi aldatmaya gerek yok. Her şey ortada, gözler önünde... Bugün futbolculuk statüsüne çakılıp kalmak ve bu anlamda düzenin politikalarına karşı alternatif koyamamak veya en hafifinden bunu küçümsemek solda nesnel bir olgudur. Sol futbolun depolitizasyon çemberini kırabilmiş, "futbolculuğa" ve depolitizasyona cephe alabilmiş değildir. Futbolculuğa depolitizasyonla bağlantısı içinde tavır almadan, bu statüyle bağlar kopartılıp atılmadan, yeni, sosyalist insan yaratılamaz. Bu noktada kalındıktan sonra, kitleden ne farkımız olduğu her zaman sorulacaktır, sorulmaktadır. Biz iktidarı almak ve kökten değiştirmek, yeni ve sömürüsüz, kitlelerin özgürce tüm yaratıcılıklarını geliştirecekleri bir düzen kurmak istiyoruz. Kitleleri bilinçlendirmek,
örgütlendirmek ve kendi sorunlarına kendilerinin sahip çıkmasını ve haklarını söke söke alma yollarını öğrenmelerini istiyoruz.

İşçi ve emekçi kitleleri düzenin tüm statülerinden çıkarmak ve yeni insanlar olarak eğitmek istiyoruz. Ama önce, bunu başarabilmek için kendimizi eğitmeli, bu statülerden kendimiz sıyrılmalıyız. Bu başarılmadan diğerinin başarılacağını söylemek kendimizi aldatmak olacaktır. Bu konuda kendimizi de sorgulamalıyız. Devrimci Sol Güçler olarak futbolun
üzerimizde etkisi yoktur diyebilir miyiz? Buna olumlu cevap vermek zor. Bizim saflarımızda da "futbolculuk" yaşama hakkı bulabiliyor. Yanlış anlaşılmasın, spor kimliği içerisinde futbolu yadsımıyoruz'. Spor olarak insanın fiziki özelliklerini geliştirme, insanı güçlendirme, moral değerlerine güç katma anlamında futbolun da olumlu işlevleri olduğu bir gerçektir.
"Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur." özdeyişimizde olduğu gibi ya da Lenin'in ifadesiyle "sıhhatli bir vücutta sıhhatli bir ruh" yaratmak da hedeflerimizin içindeyse -ki kuşkusuz öyledir-, bu sözler spora vermemiz gereken önemi göstermektedir. Biz gelecekte sağlıklı, güçlü, rnorali yüksek, dimağı dinç, yaratıcı, kendine güvenli, atak ve cesur kuşaklar yetiştirmek istiyoruz.

Bunun bir ayağını ise kolektif ve bireysel spor faaliyeti oluşturuyor. Bugünden bunun adımlarını atabilmeli, insanlara perspektif sunabilmeliyiz. Fakat spor faaliyeti de bugün diğer tüm yan uğraşlarımız gibi, temel siyasi faaliyetimizin bütünleyici ve geliştirici bir parçası olarak kavranmalıdır. Siyasi faaliyetimizi geliştirmede bugün bir unsur olarak, olabildiği ölçüde bu türden spor faaliyetlerini belli bir disiplin içinde kendimiz organize edebilmeliyiz.
Diğer yandan görsel olarak sporun estetik yanı da teknik, taktik, fizik ve kondüsyona dayalı bir amatör ruhla oynanan bir futbol maçının, seyredene bir spor dalı olarak haz verdiğini reddedemeyiz.

Biz başından beri anlattığımız gibi, futbolun insanı sportif işlevinden soyup, gerek müsabaka olarak, gerekse de seyreden insanların duygu ve düşüncelerini olumsuz yönde etkileyerek
yozlaştırmasına, çürümeye, depolitizasyona hizmet etmesine, kitleleri devrimci mücadeleye katmaktan ya da tam anlamıyla kendilerini vermekten alıkoymasına karşı çıkıyoruz.
Yalnız saflarımızda da futbola eğilimin var olduğu bir gerçektir. Bizim insanlarımız
futbolun getirildiği noktayı düşünce alanında çözümleyebiliyor. Fakat pratikte futbola bu işlevleriyle tavır alması ve mahkum edebilmesi, bugün  için tam anlamıyla gerçekleşebilmiş değildir. Taraftar gibi davranma, maçların heyecanına kapılarak zaman öldürme, TV'de futbol programlarını kaçırmama gibi yer yer rastlanılan davranışlar, bizim de "futbolculuk" statüsünden etkilendiğimizi gösteriyor. Geçmişte edindiğimiz futbola ilgi, yoğun futbol propagandasıyla körükleniyor, bir yerde dışa vuruyor. Bu sökülüp atılmalıdır.

Bu konuda örnek olacaksak, toplumun diğer bütün kesimleriyle kendimizi karşılaştıracaksak, şöyle demenin fazla bir değeri yoktur: "Biz Marksist-Leninistler, devrimciler futbolun depolitize etme işlevini görüyor, bundan fazla etkilenmiyoruz!" Bizim tutumumuz kesin, açık ve inandırıcı olmak zorundadır. Sorun nicel farkla ifade edilerek çözülmüyor. Biz farklıyız ama temelden nitelik olarak farklıyız. Bizim "futbolculuk"la, bu işlevle hiçbir bağlantımız olamaz, olmamalıdır. Olmaması için mücadele etmeliyiz. Kitlelerin depolitizasyonuna,
"futbolculuk" statüsünde çakılıp kalarak objektif olarak destek vermemiz düşünülemez.

Biz açıktan ve hiçbir pragmatizme kapılmadan, futbolun kendi üzerimizdeki olumsuz etkisiyle de mücadele ederek "futbolculuk"la açıktan hesaplaşmaya girmeliyiz. Bu statüyü öncelikle kendi saflarımızdan söküp atmak ve kitleleri bu yöndeki çürüme ve bataktan çekip çıkarmak için cepheden ideolojik bir mücadeleye girişmeliyiz. Hedefimiz iktidarı almak ve yeni bir düzen kurmaksa, düzenin tüm statüleri ve kurumlarıyla olduğu gibi, "futbolculuk"la da bu anlamda mücadeleyi başarmalıyız, başarmak zorundayız.

(*) ispanya ve Portekiz'de ülkemizdeki arabeske benzer bir müzik türü.

(**) Şenlik, karnaval, bayram gibi kitlesel eğlenceler ispanya ve Portekiz'de bu
adla anılıyor.

(***) 1982 Anayasa oylaması öncesi Evren'in Taksim'de yaptığı mitingdeki konuşmadan.

(****) 1988'de Özal'ın Naim Süleymanoğlu'nun Seul Olimpiyatları'na katılma hakkını
Bulgaristan'dan "satın alması" ve Naim'i hanedana manevi evlat olarak dahil
etmesi, ANAP'ın ve Özal'ın pragmatistlikte Latin Amerika diktatörlerinden hiç
de aşağı kalmadığını gösteriyor. Aslında bu tavır ANAP iktidarının sporun her
çeşidine ama özellikle futbola özel bir önem vereceğinin ipuçlarını veriyordu.

Mayıs 1989, Sayı: 24