Amerikan Faşizmi
G. Petrov
Amerikan emperyalizminin İkinci Dünya
Savaşı sonrası saldırgan ve yayılmacı yönelimleri, Amerika Birleşik
Devletleri'nin iç ve dış politikasında ifadesini buluyor. Dünya üzerinde
Amerikan egemenliği kurmayı amaçlayan yeni bir savaşın ateşli hazırlıklarına,
burjuva demokratik özgürlüklerin ortadan kaldırılması ve ABD'de toplumsal
yaşamın faşistleştirilmesi eşlik ediyor.
Faşizm, emperyalizmin en tiksindirici
yüzü, en iğrenç ifadesidir. Lenin’in "en kudurmuş emperyalizm" olarak
tanımladığı Amerikan emperyalizminin, şu anda iç ve dış politikasında çözümü
faşizmde araması da bir rastlantı değildir. “Dış politikanın esas unsurları
olarak şovenizm ve savaş hazırlıkları, işçi sınıfının ezilmesi, gelecekteki
savaşta cephe gerisini güçlendirmek amacıyla gerekli bir araç olarak görülen iç
terör: İşte bütün bunlar günümüz emperyalist politikacıların üzerinde en fazla
uğraştıkları şeylerdir."(1) Stalin’in SBKP(B)'nin 17. Kongresi'nde söylediği bu sözler, aynı
şekilde ABD'nin günümüzdeki politik yapılanmasını da açıklıkla ifade ediyor. Wallstreet
borsasındaki efendilerin, Alman faşistleri ve Japon militaristlerinin çürük
ideolojilerinden aldıkları çok şey var; ancak Amerikan emperyalizminin ırkçı, şoven teorileri ve dünya üzerinde
egemenlik kurma planlan, Hitler ve Göring, Tanaka ve Tojo’dan çok daha öncelere
kadar uzanır. "Tanrı bin yıldır, İngilizce konuşan ırklarla Germen ırkları,
önemsiz ve sıkıcı uğraşlar peşinde koşmaları ve kendilerine hayran olmaları
için hazırlamadı. O, Amerikan halkını dünyanın manevi yenilenme ve yönlendirmesini
gerçekleştirmek üzere, seçilmiş ulus olarak belirledi, işte Amerika'nın ilahi
misyonu budur."
Senatör Albert Beveridge'in Ocak 1900'de
Amerikan Senatosu'nda söylediği bu sözlerin üzerinden yarım yüzyıl geçti.
Günümüzde bu plan ve amaçlar Amerikan tekelleri tarafından daha da arsızca dile
getiriliyor. Amerika'nın generalleri ve diplomatları, işadamları ve sahte bilim
adamları, satın alınmış gazetecileri ve yazarları, alaycı bir açıklıkla ABD'nin
"dünya misyonu"nun ve dünyaya egemen olma planlarının çığırtkanlığını
yapmaktadırlar. 1945'te savaşın bitiminden hemen sonra,
tanınmış işadamı John Foster Dulles, başkanı olduğu Ulusal Sanayiciler Birliği'nin
bu oturumunda, ABD'nin dünyanın
ahlaki liderlik rolünü üstlenmesi gerektiğini
söylemiş ve “19. yüzyıl İngiltere'nin yüzyılıydı, ama 20. yüzyıl da ABD'nin
yüzyılıdır", diye eklemiştir.
ABD hükümeti tarafından 1947'nin
sonlarında yayınlanan, “Amerikan Dış Politikası" başlıklı broşürde,
Amerikan çıkarlarının “uluslararası boyutu”na değinilmiş, "dünya
meselelerinde ABD’nin öne çıkmış önderlik konumu”na ilişkin iddia ifade
edilmiştir. Daha sonra bu görüşler Truman ve Acheson tarafından da hararetle
dile getirilmiş; Truman Amerikan Kongresi'ndeki bu konuşmasında, “Amerikan
yaşam tarzı”nın bütün toplum ve uluslara yayılması gerektiğinden söz etmiştir.
General Eisenhower "Ülkemiz birlik olursa, dünyaya hükmedebilecektir” diyerek,
gözü dönmüş generallerin de politikacılardan geri kalmadığını göstermiştir.
Tekelci basın da aynı küstahlıkla kendini
açığa vurmakta sakınca görmüyor. “United States News and World Report"
isimli gazetede yayınlanan, “ABD dünya polisliği rolünde" başlıklı yazıda,
"ABD gelişmiş bombalama gücü ve bunun bütün dünyaya yayılan bir ağ
şeklinde konuşlandırılması sayesinde, başka hiç bir ülkenin yardımına ihtiyaç
duyulmadan, dünya üzerinde polisiye denetimi sağlama olanağına sahip olacaktır”
deniyor.
Demek ki, dünyanın ahlaki önderliği ve manevi
yenilenmesi, bombardıman gücünün ve askeri destek noktalarının yardımıyla gerçekleşiyor.
Dünyanın jandarması ABD. Wallstreet'in "barış sözcüleri"nin kendilerine
biçtiği rol işte budur. Amerikan emperyalizminin peygamberleri, yeni yeni
faşist teori ve doktrinleri gündeme getiriyorlar. Bu kişiler Alman faşistlerinin
gerçekleştirmek istedikleri “yaşam alanı"nın yerine, “güvenlik
çemberi" ve "esnek ABD sınırlan" tanımlamalarını getiriyorlar.
ABD’li strateji uzmanlarının yorumlarına göre, belirlenecek olan bu sınırlar
bütün dünyayı da kapsayabilir. örneğin ABD'nin sınırlarının nasıl tanımlanması
gerektiği hakkında, Amerikalı politikacılar ve Kongre üyeleri şunları söylemekteler:
“Bu sınırların var olması gerekmiyor." ABD Temsilciler Meclisi üyesi
Paudge, “hepimiz biliyoruz ki, Amerikan
savunma hattı, Batı Avrupa ve Doğu Asya’da olduğu gibi, iki kutup arasında daha yüzlerce bölgeye dağıtmalıdır" diyor. Gerçekten de
ABD savunması için oldukça geniş bir hat! Aynı şekilde ABD’li jeopolitikçi
Weller, “ABD sınırları”nı aynı şekilde büyütmektedir. Ona göre sınır, “ABD
uçaklarının bombalayabileceği ve paraşütçülerinin atlayabileceği her yerdir.
Bugün ABD’nin sınırlan nerededir? sorusuna verilecek yanıt, sınırın hiçbir
yerde ve her yerde olduğudur. Amerika’nın savaşı bütün yerkürede sürüyor."
Açıkça görülmektedir ki; ABD'nin savunma ve güvenlik gerekçeleri,
Amerikan militaristlerinin dünyaya egemen olma, Amerikan emperyalizminin dünya imparatorluğu
kurma planlarının propagandası için kullanılan, uydurma bahanelerdir. Bütün
faşist rejimlerin karakteristik özelliklerinden biri olarak ırkçı propaganda, halkın
politik ve moral olarak çöküntüye uğratılması için kullanılan araçlardan
biridir. ABD'de, insanlık düşmanı ırkçı düşüncelerin ve vahşi bir
milliyetçiliğin yayılması için çaba gösterilmektedir. Daha 1919 yılında
Amerikalı sahte bilimci Scott Nearing, Amerikalıların “süper ırk" olduğunu iddia etmiştir. Amerikan ırkı teorileri daha
sonraları da abartılmış bir şekilde ortaya atılmaya devam etti. Hitler'in kuzey
ırklarının “üstün" ırklar olduğunu iddia ettiği sıralarda, John Foster Dulles de, 1938 yılında yayınladığı "Savaş, Banş ve
Değişimler" isimli kitabında, Amerikalıları kahraman bir ulus olarak
niteliyordu. Hitler faşizminin “aşağı ırklar” tanımlamasının yerini Dulles'te
"şer ulusları", yani kötülüğe eğilimli uluslar, toplumlar almaktadır.
Tahmin etmenin güç olmadığı üzere, bu “aşağı” uluslarla kastedilen kendileri
dışındaki bütün uluslardır ve Dulles'in "teori"sine göre bu diğerleri, “kahraman Anglo-Sakson ulus" tarafından
yönetilmelidir.
Churchill'de, histerik Fulton konuşmasında Anglo-Sakson ırkının
üstünlüğünü iddia etmekte ve Dulles ile aynı telden çalmaktadır. Anglo-Amerikan
emperyalistlerinin bütün bu çılgın yalanları, akla Mark Twain’den şu nükteyi getiriyor: Eski bir asker, "Dünyanın bütün
kenarlarına doğru" isimli kulüpte şöyle bir konuşma yapar: "Biz
Anglo-Sakson ırkının bir parçasıyız, eğer bir Anglo-Sakson bir gün bir şeye ihtiyaç
duyarsa, gider ve alır.” Mark Twain'in kendisinin de sonradan açıkladığı gibi,
"biz İngiliz ve Amerikalılar hırsız, soyguncu ve haydutlarız ve bundan
gurur duyuyoruz" görüşü ortaya konulmuştur. Mark Twain bugünkü Churchill,
Dulles ve diğer Anglo-Amerikan ırkçı faşistlerinin düşünce yapısına karşı
bizleri çok önceden uyarmıştır. ABD’nin dünya egemenliği politikasını haklı
göstermek için özel bir felsefe dahi geliştiriliyor: Bu felsefe, korsanlığın,
haydutluğun ve yamyamlığın felsefesidir. Okumuş yamyamlardan Vogt, Avrupa
halklarının “istikrarlı hale getirilebilmesi" zorunluluğunu da kendince
hesaplamıştır. Bu amaçla Avrupa halkını aç bırakıp, nüfusunu üçte birine kadar
azaltmak fikrini bile ortaya atmıştır. Bu yeni Malthusçu, "aşağı ırkların"
köklerinin kurutulmasını söyleyen faşist teoriyi tekrardan uyandırmaktadırlar.
Elliot Amold'un ABD'de yayınlanmış yeni bir
romanında, romanın kahramanı olan Amerikalı general emrindeki birine şunu
söyler: "Siz savaşlarda en önemli şeyin, birinin bazı ilkeler için eline
silahı alıp, ileriye atılması ve bu ilkeler uğruna ölmesi olduğunu
sanıyorsunuz. Ama esas önemli olan, bu birinin bütün ilke ve düşünceleri
unutmasıdır..." Amerikan askerleri, merhametsiz ve acımasızca, barış
içindeki şehirlere atom bombası atacak, gemileri batıracak, köyleri yakıp
yıkacak, yağmalayacak, insanları öldürecek ve böylelikle Wallstreet'in paragözlerinin
karlarına kar katacak şekilde eğitiliyorlar. Faşizm savaş demektir; halkların
üzerinde kesin bir iktidar sahibi olmanın savaşı. Bütün faşist diktatörlerin
ortak noktası, dünyayı yönetme “hakkı"nın kendilerinde olduğunun herkesçe
kabul edilmesini dayatmalarıdır. Amerikan gericiliği, hayali bir "dünya
hükümeti" düşüncesine esin vermekte ve bu yöndeki bütün kozmopolit hareketleri
desteklemektedir. Halklardan ulusal egemenliklerini, hayali ve “genel" bir
“uluslararası” refah için feda etmeleri istenmektedir.
ABD’nin emperyalist yayılma çabalarının
üzeri, “demokrasinin kurtarılması" yalanı ile örtülmektedir. Aynı ABD açık
bir şekilde, İspanya, Yunanistan ve Yugoslavya'daki faşist rejimleri de
desteklemektedir. Amerikan faşistleri, Batı Almanya ve Japonya'da militarizmin
ve faşizmin yeniden canlandırılmasını da teşvik de etmektedirler. Amerikan
propagandasının özde bütün çabası, halklarda ülkelerin arasında eşit ve ortak
bir ilişkinin olanaksızlığı ve savaşın kaçınılmazlığı düşüncesinin
yerleştirilmesidir. Wallstreet’in eğitimli uşaklarından Burhanı, “Dünya
Egemenliği Kavgası” adlı kitabında şöyle yazıyor: “Dış politikanın amacının
aslında barış olamayacağının kabul edilmesi gerekir." Buna, başka bir okumuş
savaş kışkırtıcısı şunları ekliyor: "Uluslararası ilişkilerde savaş ve
yıkım da dahil olmak üzere, şiddetin bütün biçimlerine izin verilmiştir.”
Amerikan yönetici çevrelerinin emperyalist
girişimleri, kendini "Marshall Planı" ve saldırgan Kuzey Atlantik
Paktı çerçevesindeki çılgınca silahlanma yarışında açığa vuruyor. Kuzey
Atlantik Paktı, tıpkı Hitler ve Mussolini arasındaki kötü şöhretli pakt gibi,
barışa ve halkların güvenliğine karşı haince bir komplodur. İngiliz yazar
Bernard Shaw’a bir keresinde neden Amerika’yı ziyaret etmek istemediği
sorulduğunda, verdiği yanıt, “Amerika'ya gitme konusunda kaygılarım var. Her ne
kadar kara mizahın klasiği olarak nitelendirilsem de, özgürlük Abidesi'ne bir
kereliğine bile bakamayacağımı düşünüyorum" olmuştur. Gerçekten ABD’de
özgürlük ve demokrasiden geriye kalan, Amerikan halkının ve diğer ülkelerdeki
iyi niyetli insanların kafasını karıştırmak için kullanılan bir reklam
panosundan ibarettir.
Günümüzün Amerika'sı tekellerin
diktatörlüğünün ülkesi, halka yönelik acımasız baskı ve sömürünün ülkesidir.
ABD bir polis devletidir. Lenin'in daha otuz yıl öncesinden söylediği gibi,
bütün toplum üzerinde sermayenin ve bir avuç milyarderin iktidarı, hiç bir
yerde Amerika'da olduğu kadar kaba ve rezil bir şekilde hakim olmamıştır. Lenin
bugün de güncelliğini korumaktadır. Gerçekte ABD, sanayi ve finans sektörünün
büyük bir kısmına sahip olan birkaç düzine aile tarafından yönetilmektedir.
Devasa bir zenginliğe konan bu grup, kongreye ve hükümete, bakan ve
diplomatlara, general ve gazetecilere kendi isteklerini dikte ettirmektedir.
Beyaz Saray'ın arkasında, Morgan,
Rockefeller, Mellon, Ford, Du Pont, Vanderbild ve benzerlerinin "altın
hanedanlıkları" dikilmektedir. Dünya egemenliği ve ABD'nin dünya imparatorluğu
gibi çılgınca planların arkasında da, bunlar bulunmaktadır. Amerikan tekelleri
bütün dünyayı soymak ve halkları Wallstreet'in uysal köleleri haline
dönüştürmek istemektedirler. Amerikan yayıncı Lundberg, “Amerika'nın altmış
ailesi” kitabında şöyle yazıyor: "ABD günümüzde en zengin altmış ailenin
hiyerarşisi tarafından yönetilmekte, bunları serveti biraz daha küçük doksan
zengin aile izlemektedir. Bu aileler, ABD'ye hakim olan sanayi oligarşisinin
çekirdeğini ve can damarını oluşturmakta, bilfiil hükümetini belirlemektedirler,
işte ABD’nin gerçek hükümeti budur: Resmi olmayan, görünmeyen, gölgede duran
bir hükümet. Bu, dolar demokrasisinde paranın hükümetidir." ABD'li finans
tekelleri, ülkenin en önemli ekonomik alanlarını ahtapot gibi sarmakta, milyonlarca
emekçinin gücünü sömürmekte ve onların emeğini paraya çevirmektedirler. Morgan
finans tekelinin sermaye yatırımları kırk milyar dolan geçmektedir. Bu tekel,
iki yüzden fazla büyük sanayi ve ticaret şirketini kontrolünde tutmaktadır.
Rockefeller'in zenginliği petrole dayanmaktadır. Bu ailenin toplam
malvarlığının altı buçuk milyar dolar olduğu tahmin edilmekte, yıllık gelirleri
ise otuz ile elli milyon dolar arasında değişmektedir. Bundan önce de
belirtildiği gibi Amerikan hükümeti işte bu büyük Amerikan tekellerinin
kontrolündedir. Bu tekellerin resmi organları da, -on altı bin şirketin bağlı
bulunduğu Ulusal Sanayi Birliği ve üç bine yakın şubesiyle ticaret odası- ABD'nin
iç ve dış politikasını belirlerler.
Amerikan tekellerinin kurmayları On ikiler
Kurulu olarak da bilinen, ABD'nin gizli yönetimini kurdular. Bu On ikiler
Kurulu'nda büyük tekellerin en büyüklerinin şefleri yer alıyor. Gizli oturumlarını
özel dedektiflerin koruduğu bu kurul, ABD’nin dış politikasını belirlemekte ve
ülkenin iç politikasını yönlendirmektedir. Wallstreet'te kapalı kapılar ardında
"Truman Doktrini" ve “Marshall Planı" vaftiz edildi, yine burada
köleci Taft-Harley Sözleşmesi ve başkanın devlet memurlarının sadakatleri
hakkında araştırma yapılması emri yazıldı. On ikiler Kurulu, Kongre'nin bileşimini
belirlemekte, başkanın seçilmesini sağlamakta, bakanları belirlemektedir. Senato ve
Temsilciler Meclisi seçimleri de, tamamıyla Amerikan tekellerinin denetimindedir.
Vekillerin çoğunluğu Wallstreet'in ajanlarından oluşmaktadır ve bunlar paralarını sanayici ve
bankerlerden aldıkları için onlara bağlıdırlar. Vekillerin “özgürlüğü" de
pratikte sadece kağıt üstündeki bir kurgudan ibaret. Rüşvet, hile, kandırmaca,
terör ve haydutça metotlar, bütün kirli yöntemler, tekellerin sadık
hizmetçilerinin kongreye girmeleri için kullanılmaktadır. Stalin'in de dediği
gibi, bu sistem her ne kadar genel seçimleri içerse de, sonuçta iktidara Rockefeller'in
yaratıklarını getirir. Günümüzdeki ABD Kongresinin bileşimi, Amerikan
demokrasisinin sahteliğinin açık bir göstergesidir. Seksen birinci kongredeki temsilcilerin
dağılımı şöyledir: 301 hukukçu, 97 işadamı, 46 çiftçi, 21 gazeteci, 66 serbest
meslek sahibi, 46 tane de diğer Wallstreet uşağı. Kayıtlı seçmenlerin yüzde
ellisini oluşturan sanayi işçilerinin kongrede temsilcileri bulunmamakta ve 14
milyon siyah, temsilciler meclisinde sadece iki üye ile temsil edilmektedir.
ABD Komünist Partisi'nin başında bulunan
William Foster, “bu kapitalist Kongreyi demokratik olarak nitelendirmek,
demokrasi kelimesine kara çalmak demektir" demiştir. Amerikalı yazar
Lincoln Steffens, kısa süre önce yayınlanan "Pislikte Deşinenler” isimli
kitabında, “ABD Senatosu çürümüşlüğün ve hainliğin yuvasıdır" diye
yazmaktadır. Bu durumda, ABD Kongresi'nin sadık bir şekilde, Wallstreet
tarafından hazırlanmış saldırganlık planlarını onaylaması hiç de şaşırtıcı
olmuyor. Kuzey Atlantik Paktı'nın tasdik edilmesi, Marshall Planı'nın
onaylanması, Atlantik bloğuna dahil olan ülkelerin silahlanması için askeri
bütçe ayrılması; işte bütün bunlar, Amerikan tekellerinin Kongre'deki
işbirlikçileri tarafından halledilmektedir. Kongre sıralarından konuşan Cannons
ve Paudges gibi savaş kışkırtıcıları, barış içinde yaşayan halkların üzerine
barbarca bombalar atılmasının, yeni ve kanlı bir katliamın çığırtkanlığını
yapmaktadırlar.
Tekeller, ABD yönetimindeki kilit mevkileri
de ellerinde tutmaktadırlar. Amerikan Slavları Kongresi'nin bir oturumunda tanınmış
politikacı Leo Krzycki bir kaç önemli sayı vermekte: “Devlet bürokrasisinde
yetkili 96 memuriyetten 49'u bankerlerin, finans aristokrasisinin ve büyük
sermayedarlara elinde olup, kalanı da onlara sadık hizmetkarlardan
oluşmaktadır." örneğin müsteşar Dean Acheson'ın
Rockefeller ailesiyle yakın ilişkileri bu çerçevede nitelendirilebilir.
Acheson, “Du-Pont- Rockefeller Ethyl Corporation" un resmi danışmanıydı.
Savunma bakanı Johnson, savaş uçakları imal eden "Consolidated Valty”
şirketinin müdürüydü. William Foster, “Dünya Kapitalizminin Çöküşü" isimli
kitabında şöyle yazıyor: “Hükümetimizin başındaki baylar, başkan
Truman da dahil olmak üzere, Wallstreet'in kuklalarıdır sadece. Ancak günümüzde
Wallstreet kodamanları hükümeti uzaktan kontrol etmekle yetinmemektedirler.
Hükümetin önemli mevkilerine kendi adamlarını yerleştirerek zaten dolaysız bir
şekilde yönetimin içerisinde yer alıyorlar. Başkanın çalışma odasından tutun,
diğer önemli mevkilere dek Wallstreet'ten gelen kapitalistler oturmaktadır.
Bütün bir gerici general ve amiral kalabalığı da yönetimin önemli yerlerine
yerleştirilmiş ve aynı zamanda hatırı sayılır bir askeri gruba da dolaysız
olarak sanayinin yönetiminde yer alma olanakları sağlanmıştır. Devlet aygıtının
tekelci sermaye ile iç içe geçtiğinin kanıtı olan bu eğilimler, aynı zamanda kapitalizmin
ülkede faşizme doğru ilerlediğinin uğursuz işaretlerinden biridir."
Devlet aygıtı ve askeri sınıf ile iç içe
geçmiş bulunan Amerikan tekellerinin kurduğu işte bu örümcek ağı, ABD'nin faşistleştirilmesi
de kolaylaştırılmaktadır. Amerikan emperyalizminin peygamberleri sıkça,
partilerin, politik grupların ve muhalefetin sözde “özgürlüğü" ile ve adı
kötüye çıkmış olan çok partili sistem ile övünmektedirler. Gerçekte ABD'de
sadece iki parti -emperyalist burjuvazinin partileri- özgürlüğün tadını
çıkarmaktalar. Fakat herkesçe bilinen, bu iki partinin -Demokratlar ve
Cumhuriyetçiler-aslında aynı partinin iki şubesi olduğudur: Savaşçı emperyalizmin ve savaşın partisi.
ABD'de demokratik özgürlükleri savunan,
barış isteyen ve savaş tehlikesine karşı mücadele eden, ilerici parti ve demokratik
organizasyonlar amansız bir baskı altındadırlar. Amerikan makamları Komünist
Parti'yi yönetimsiz bırakmaya ve partinin etkinliklerini olanaksızlaştırmaya
çalışmaktadır. Komünist Parti'nin başkanına karşı yürütülen provokatif mahkeme
sürecinin, ülkedeki ilerici demokratik harekete karşı düzenlenmiş baskı
planlarının parçası olduğunu, gerici gazeteler bile çekinmeden yazmaktadırlar.
"Liberty" gazetesi hukuki sürecin tamamlanmasına daha çok varken,
"ilk silah patlamadan komünistleri yok etmeliyiz. On iki tanınmış komünist
lidere karşı, Smith-Yasası'na dayanarak, şiddete başvurmak suretiyle hükümeti
devirmeye çalışmak suçundan açılan dava başarıya ulaşacak olursa, bunu ülke çapında yüzlerce dava daha
izlemelidir" diye yazmıştır. Yapay bir şekilde oluşturulmuş anti-komünist
histeri, uzun zamandan bu yana bütün demokratik kuramlara ve özgürlük taraftan
insanlara karşı soysuzca yöneltilmiş kitlesel bir baskı aracına dönüşmüştür.
Henry Wallace yönetimindeki ılımlı İlerleme Partisi bile bu baskıdan payını
almaktadır. Amerikan gerici politikalarını desteklemeyen, barışı savunan ve
savaş karşıtı tavır alan bütün ilerici demokratik kuruluşlara, “Amerikan karşıtı"
ve “devlet düşmanı" damgası vurulmaktadır. Devlet düşmanlarının yer aldığı
kara listede, aralarında Amerikan-Sovyet Dostluk Konseyi, anti-faşist organizasyonlar
ve ilerici kadın derneklerinin de bulunduğu 163 tane sosyal örgüt vb. yer
alıyor. Amerikan yönetimi böylece, ilerici ve demokrat örgütler ve üyelerine
karşı provokasyonu ve terörü meşrulaştırmaktadır.
Savaş sonrası Amerika'sında en gerici
rollerden birini, Kongre tarafından kurulan “Amerikan Karşıtı Faaliyetleri
Araştırma Komitesi" oynamaktadır. Bu komiteye ve birlikte çalıştığı
"Amerikan İstihbarat Servisi"ne (FBI), ülkenin bütün vatandaşlarını
takip etme ve soruşturma için sınırsız haklar verilmiştir. Kongre tarafından
büyük çapta finanse edilen ve Ulusal Sanayiciler Birliği'nin etkisinde bulunan
bu iki kuruluş, yaptıkları bakımından sadece Gestapo ile karşılaştırılabilir. Milyonlarca
Amerikan vatandaşı, bu kuruluşlar tarafından gözetlenmekte, iftira ve casusluk
mekanizmasıyla karşı karşıya kalmaktadır. Telefonların dinlenmesi, özel
mektuplaşmaların açılıp okunması bu kuruluşların gündelik uygulamalarından biri
olmuştur. İşletmelerde endüstri polisi adı verilen ve işçilerin politik
eğilimlerini kontrol etme amaçlı birimler kurulmuştur. Dış basının bildirdiğine
göre, FBI'ın Washington’daki altı katlı dev gibi binasında altmış milyon
Amerikan vatandaşı için özel dosyalar toplanmıştır. Gizli servisin başı Hoover,
servisinin 113 milyon parmak izine sahip olmasıyla övünmektedir. Bu parmak
izlerinden 93 milyonunun, hiç suç işlememiş ya da hiçbir şeyle suçlanmayan insanlara ait olduğunu
gene aynı kişi kabul etmiştir. Truman’ın 23 Mart 1947'de “Devlet Memurlarının
Sadakatinin Araştırılması” emri, düşünce özgürlüğünü yok etmek için çıkarılmış
gerici bir yasadır. Truman'ın bu emriyle, “yeterli kanıtların bulunduğu
durumlarda, devlet memurları ABD'ye karşı bağlılık eksikliğiyle suçlanmakta ve
çalıştıkları memurluklardan uzaklaştırılabilmektedirler. Spivak "Amerikan
Faşizmi" isimli kitabında, Truman’ın bu emrinin Amerikan Ticaret Odası
tarafından hazırlanıp verildiğini kanıtlamaktadır.
Daha şimdiden iki buçuk milyondan fazla
Amerikalı memur, komisyonda soruşturmaya uğramış ve parmak izleri dahi
alınmıştır. Gizli servis başkanı Hoover'ın açıkladığı gibi, 7667 hükümet
görevlisi devlet memuru sadık olmamak, Amerikan değerlerini taşımamakla
suçlanıp, çalıştıkları devlet dairelerinden çıkarılmışlardır. Bölücü olarak
damgalanmak için, ilerici bir yazarın kitabını okumak ya da herhangi bir Sovyet
filmini izlemek yeterli olmaktadır. Amerikan Gestapo'su pençesini Hollywood'a
da atmıştır. İtibarlı pek çok oyuncu, yönetmen ve senarist soruşturmaya uğramıştır. Sovyetlerle
dostluğu savunan ve savaşa karşı çıkan, Amerikan tekellerinin soygunculuğunun
foyasını meydana çıkaran, politik görüş ve düşünce özgürlüğüyle, insan
haklarını savunan herkes günümüz Amerika’sında "sadık olmamak”la suçlanmaktadır. Oregon Üniversitesi kimya
profesörü R.Spitzer, Sovyet bilim adamı Miçurin'e ait yöntemleri derslerinde
anlattığı için görevinden uzaklaştırılmıştır. Başka bir bilim adamı da, bir
akrabasının savaş sırasında Rusya'ya yardım edilmesinden yana olduğu
gerekçesiyle gözetim altına alınmıştır. Bilginler, avukatlar ve eğitimciler
arasında geniş çaplı temizlik operasyonları yapılmaktadır. Bütün öğretmenlerin,
komünist olmadıklarına ve Amerikan değerlerine bağlı olduklarına dair yemin
etme zorunlulukları vardır. Ordu ve okul kütüphanelerinden ilerici yazarların
kitapları çıkartılmakta ve bilim militaristleştirilmektedir. Amerikan tekelleri
basını, yayınevlerini, radyo ve film endüstrisini ellerinde tutmaktadırlar.
Wallstreet egemenlerinin gizli sansürü ileri nitelikte her şeyin kökünü
kurutmaktadır. Faşist propagandanın perde arkasında,
Ulusal Sanayiciler Birliği ve Amerikan Ticaret Odası'nın “halkla ilişkiler
bölümleri" bulunmaktadır. Bunların amacı ülkeyi provokatif düşüncelere
boğmak, anti-komünizm ve muhbirlik histerisini yaymaktır.
ABD’deki siyasi rejimin faşistleştirilmesi
işçi sınıfının haklarına yönelik saldırılarda ve işçi düşmanı yasaların
çıkarılmasında açık bir şekilde ifadesini bulmaktadır. Açlık ve sefaletin
kollarına teslim edilmiş işsizlerin sayısı 18 milyona ulaşmıştır. Ülkede
çalışan nüfusun yüzde sekseni, normal yaşam standartlarına ulaşabilecek gelire
sahip değildi. Buna karşılık tekeller halkın üzerindeki ekonomik baskıyı
giderek arttırmakta, emekçileri son gücüne kadar sömürmekte ve petrol, demir,
silah ve atom bombası kralları, onun emeğini paraya çevirmektedir. Amerika içerisindeki
emperyalist çevreler, halk kitlelerinin desteğini bulamadıklarından gerici ve
satılmış sendikacıları, işçi sınıfı içindeki ajanları olarak kullanmaktadırlar. Son dönemlerde
Amerika'da çıkmış olan Case ve Taft-Harley Yasası gibi faşizm yanlısı yasalar,
grevleri bastırma .ve yasaklama, sendikaların politik faaliyetlerini engelleme,
sendikalardaki ilerici unsurları dışlama, Green, Murray, Carey, Dubinsky,
Whitney gibi Wallstreet uşaklarının sendikal diktatörlüklerini kurabilmelerini
garanti altına alma amacındadır. Tekellerin hizmetindeki bu Wallstreet
uşakları, sendikalarda, sınıfların barışı ve sınıf işbirliği propagandasını yapmakta,
“Amerika’nın genel çıkarları" ve “selameti" için, işçi sınıfı ve
kapitalistlerin birlikte çalışabileceğini iddia etmektedirler. Sendika ağaları tekelci
sermayenin saldırgan politikasını çoktan benimsemiş ve "Marshall Planı"
ile Kuzey Atlantik Paktı'nın ateşli propagandacıları olmuşlardır. Bunlar tekellere
işçi sınıfının yaşam koşullarına ve emekçilere saldırısı için yardım
etmektedirler. ilerici sendika birlikleri Amerikan gizli servisinin sürekli
gözetimi altındadır.
Bunlar terör ve baskı yoluyla bozulmaya,
çözülmeye zorlanmaktadırlar. “özgür Amerika", grevci işçiler üzerine gaz
bombası atılan ilk ülkedir. Amerikan karşıtı olduğu iddia edilen faaliyetlerle
uzaktan yakından ilgisi olmayan Harold Laski bile, “Amerikan Demokrasisi”
isimli kitabında bu işverenlerin kullandığı yöntemler arasında, “yalan
ifade", "şantaj", "baskı", “şiddet", “dayak"
ve "muhbirliği" saymaktadır. Bunlar faşist yöntemlerdir. Wallstreet
ajanları da sendikalarda aynı yöntemlerle kendi egemenliklerini
sağlamlaştırmaktadırlar. Amerikan sendikacılığı üzerine bir kitabı bulunan
V. Roy, sendika ağalarının iktidarda kalabilmek amacıyla haydutluk yöntemleri
uyguladığını ve sendika üyelerini oldukça güçlü bir baskı altında tuttuklarını
söylemektedir.
Irkçılık ve ABD'deki azınlık milliyetlerin
üzerindeki şiddetli baskılar, Amerikan demokrasisinin sahteliğini ve
keyfiyetini, ayrıca dayatılan Amerikan yaşam tarzının ne olduğunu gözler önüne
sermektedir. Bütün ırkçı nefretin odaklandığı ilk hedef, ülkenin siyah nüfusu
olmuştur.
ABD'de yaşayan siyah nüfus 14 milyona
ulaşmıştır ve bu ülke genelinin en azından onda biri kadardır. Yaklaşık 85 yıl
önce gerçekleşen Kuzey-Güney savaşından sonra siyahlara yasal olarak özgürlük
verilmiş, kölelik yasaklanmıştır. Ancak gerçekte siyahlar köle olarak kalmıştır
ve kendi ülkelerinde sürgün hayatı yaşamaktadırlar. ABD Anayasası kağıt
üzerinde bütün vatandaşlara yasalar karşısında eşitlik sözü verir. Gerçekteyse
siyahlar bütün politik ve vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmış ve
yasaların kapsamı dışında tutulmuşlardır. Siyahlar ABD'de kendi vatanlarındaymış
gibi yaşayamamaktadırlar. Bunun yerine, kirli sokaklarıyla Harlem gibi
toplumdan yalıtılmış siyah mahalleleri, sadece siyahlar için ulaşım araçları,
milyonlarca siyahı şiddet yoluyla baskı altında tutan linç mahkemeleri
bulunmaktadır.
Son zamanlarda siyahların yanı sıra, Slav
kökenli topluluklar da baskı ve gözetim altındadırlar.
Amerikan Slavları Kongresi'nin verdiği
bilgilere göre ABD'de yaklaşık olarak 15 milyon Slav yaşamaktadır. Demir
dökümhaneleri, maden ocakları, kereste imalatı ve tarım işleri gibi oldukça
ağır işlerde bilhassa Slavlar çalıştırılmaktadır. örnek olarak kömür ve demir
sanayisinde çalışan emekçilerin yüzde elli biri Slav kökenlidir. ABD'li Slav
kökenli vatandaşlar, demokratik hareketlerin aktif katılımcıları olduklarından,
Amerikan gericiliğinin özel olarak nefretini üzerlerinde toplamaktadırlar. ABD’nin
saldırgan politikasına karşı tavır alan Amerikan Slavları Kongresi, Adalet
Bakanlığı tarafından devlet düşmanı organizasyonlar kategorisine alınmış ve
böylece pratikte yasadışı ilan edilmiştir. Demokratik Slav kuruluşlarının yönetici
ve üyeleri baskı ve soruşturmalarla karşı karşıya kalmışlardır. ABD’de bir milyon Meksikalı yaşamaktadır.
Onlar da siyahlar gibi “aşağı ırk" olarak değerlendirilmekte ve
ayrımcılığa tabi tutulmaktadırlar. Meksikalılar ABD'de diğer vatandaşlarla aynı
haklan kullanamamaktadır. İş yapacak hayvanlar gibi görülmekte ve ancak büyük
Amerikan işletmeleri tarafından plantasyonlarda kendilerine bir iş verildiği
takdirde ülkeye giriş izni alabilmektedirler. Yaptıktan ağır işler karşılığında
çok az bir ücret almakta ve tren vagonlarında, ambarlarda, çadırlarda
yaşamaktadırlar. Amerikan makamları, büyük işletmelere Meksikalıların ucuz iş
gücünü gaddarca sömürebilme olanağı tanımaktadır.
Bir zamanlar Amerika kıtasının ilk
efendileri olan Kızılderililer ise, şimdi aynı kıtadan dışlanmaktadırlar.
Kızılderililere karşı yürütülen sistematik katliam sonucu Kızılderili
topluluktan geriye sadece 400 bin kişi kalmıştır. Sahip oldukları araziler
ellerinden alınmış ve verimsiz topraklara, "rezerv" adı verilen özel bölgelere
yerleşmek zorunda bırakılmışlardır. Sömürü korkunç boyutlardadır. Okuma yazma
bilmemektedirler ve oy kullanma hakları yoktur. Yaşadıkları bölgeler, Amerikan
"uygarlığı"nın zorla dayatıldığı yok olmaya mahkum edilen bir halkın,
günbegün sefalete sürüklendiği büyük mezarlıklara benzemektedir. Amerika'daki ırk ayrımcılığı aynı şekilde
Portekizlilere, Yahudilere, Çinlilere, Korelilere ve başka kökenlerden kişilere
de uygulanmaktadır. Sadece 1946-1948 yıllan arasında Kongre'de yabancı kökenli
vatandaşlara karşı on bir adet yasa taslağı hazırlanmıştır. Clark'ın dört
yıllık Adalet Bakanlığı döneminde 830 bin yabancı kökenli insan sınır dışı
edilmiştir ve bunlar arasında sosyal yaşamda, kültür ve sanat alanında tanınmış
kişilikler de bulunmaktadır. Bütün bu faşist kampanya, ırkçı nefretin
yaygınlaştırılması ve toplumsal bir huzursuzluk ortamı yaratılması amacıyla
bizzat Amerikan tekelleri tarafından oluşturulmakta, finanse edilmekte ve
yönlendirilmektedir. Buradaki amaç, “aşağı ırkları” bulundukları kölelik
konumunda tutmak, Amerikan halkının geri bırakılmış kısmının bilincini şovenizm
ile zehirlemek, emekçilerin sınıf mücadelesinin yönünü saptırarak onları bu
mücadeleden uzaklaştırmak, emekçilerin hak mücadelesi yolundaki örgütlü
birliğini yok etmektir.
Düşünce özgürlüğüne yöneltilen baskı ve
takip politikalarına, gerici ve faşist organizasyonlar eşlik etmektedir; çünkü,
bu organizasyonların kuruluş amacı demokratik ilerici hareketleri bastırmak ve
yok etmektir. Ku-Klux-Klan örneği bunu çok iyi açıklamaktadır. Bu örgüt ırkçı
terörünü, sadece siyahlara karşı değil, ilerici sendikal ve sosyal
örgütlenmelere de yöneltmektedir. Üç milyondan fazla üyesi ve 17 binden fazla
şubesi bulunan “Amerikan Lejyonu" örgütü, şoven propagandanın yapıldığı ve
ülkedeki ilerici örgütlenmelere yönelik baskı politikalarının uygulandığı
merkezlerden biridir. ABD'de yukarıda bahsedilen Amerikan Lejyonu örgütü gibi
daha pek çok faşist eğilimli örgütlenme bulunmaktadır. Bunlara örnek olarak, Kolombus
Şövalyeleri, Hristiyan Savaş Gazileri, Amerikan Hareketi Derneği verilebilir.
Bütün bu örgütler tekeller tarafından beslenmekte ve hepsini bir araya
getirdiğimizde bunların tıpkı Naziler"in SA’sı gibi, "Amerikan özel
ordusu" rolünde olduklarını görmekteyiz. Kısa bir süre önce faşist organizasyonlar,
bütün gerici güçleri ilerici demokrat harekete karşı birleştirmek amacıyla
gizli bir görüşme gerçekleştirdiler. Ulusal Sanayiciler Birliği'nin
yöneticileri tarafından düzenlenen bu görüşmede, General Bedeli gibi gizli ajan
ve savaş kışkırtıcıları, Senatör Mund gibi gerici sendika liderleri de yer
aldı.
Mund, bu görüşmede kendi hazırladığı anti-komünist
yasa taslağına destek aradı ve her beldede, bu savaşta "özgürlük Hattı"
maskesi altında ilerici örgütlere karşı mücadele edecek muhbir grupları kurulması
gerektiğini ifade etti. Sendika kodamanları da faşist haydutlarla sıkı bir birlik
kurmakta sakınca görmediler. Sanayi Sendikaları Kongresi'nin sekreter ve muhasebecisi
Carey, “Komünistleri yok edebilmek için faşistlerle birleşeceğiz"
açıklamasını yaptığında, bu sözler komünizme açık bir tehdit olmanın ötesinde,
sendikalardaki Wallstreet'in ücretli askerlerinin maskelerinin düşmeye
başladığının ve faşist Gestapo rejiminin gerçek korkunç yüzünün ortaya
çıktığının bir ifadesi oldu. Korkunç savaş suçlarına hizmet eden gerici güçler,
işte faşizmin siyah bayrağı etrafında böyle toplanıyorlar.
Daha 1927 yılında Stalin, emperyalizmin,
savaşa karşı muhalefeti bastırmadıkça ve emekçilerin demokratik haklarına
saldırmadıkça yeni savaşlar hazırlayamayacağından bahsetmiştir. "Savaş için
silahlanmanın artması, yeni koalisyonların oluşması yetmez. Bunların yanı sıra, kapitalist ülkelerin
kendi arka bahçelerini sağlama alması gerekir. Hiçbir kapitalist ülke, 'kendi*
işçilerini baskı altında tutmadan, kendi sömürgelerini bir savaş sürdüremez.
Seçilmiş hükümetlerin politikalarının yavaş yavaş faşistleştirilmesi işte bu
yüzdendir."(2) Stalin'in bu sözleri, ABD’deki koşulların nasıl geliştiğine
dair önemli ipuçları vermektedir. Amerikalı gerici Huey Long, korkunç bir
açıklıkla şunları söylemiştir: "Faşizm, demokrasinin beyaz örtüsüne sarılarak
Birleşik Devletlerin içine girmektedir." Nasıl Nazilerin "nasyonal
sosyalizmi”nin sosyalizmle hiçbir ilgisi yoksa, aynı şekilde "Amerikancılığın"
özünde ve “Amerikan yaşam tarzı"nda da, gerçek demokrasi ve özgürlüklerin
esamesi yoktur. Bugünkü Amerikan demokrasisi, şiddetin ve yalanın
demokrasisidir ve bir suçlunun yüzündeki gülümsemeyle aynı anlama gelmektedir.
Bu sahte demokrasi, tekellerin acımasız diktatörlüğünü ve Amerikan kapitalist
gerçekliğinin vahşi yasalarını örtmek için kullanılan bir araçtı.
Almanya’da faşizmin iktidara gelmesi
üzerine, Stalin 1934'te şöyle diyordu: "Faşizmin bu zaferi sadece işçi
sınıfının güçsüzlüğünün ve faşizmin yolunu açan sosyal demokrasinin işçi
sınıfına ihanetinin bir sonucu olarak değerlendirilmemelidir. Bu, aynı zamanda
burjuvazinin de güçsüzlüğünün bir işareti olarak algılanmalıdır. Burjuvazi,
artık eski parlamentarizmin eski yöntemleri ve burjuva demokrasisi ile
hakimiyetini sürdürememekte, iç politikada terörist yönetime sarılmak durumunda
kalmaktadır. Burjuvazi, içinde bulunduğu durumdan barışçıl bir çıkış yolu bulabilecek
konumda da değildir, bu yüzden savaş politikası sürdürmek zorundadır."(3) Faşizmin
ABD’deki saldırıları da, Amerikan politik sisteminin bir çürüme ve bozulma sürecinde olduğuna işarettir.
Amerikan tekelleri arka bahçelerinden korkmakta ve bu yüzden ABD'yi gittikçe
daha çok bir polis devlet haline dönüştürmektedirler. Dış politikada ise,
dünyada Amerikan imparatorluğu kurulması yönündeki çılgınca planlarını gerçekleştirmek
amacıyla savaşı bir araç olarak kullanmaktadırlar. Tarih, Alman faşistleri ve
Japon militaristleri örneğinde olduğu gibi, dünyaya hakim olma düşüncesinin, bu
planlan kuranların ve uygulayanların felakete sürüklendiklerini göstermiştir.
Amerika'daki “dünya egemenliği" heveslilerini bekleyen sonuç da budur. Amerikalı
işçi, çiftçi ve ilerici aydınlar faşizme karşı birlik ve dayanışmalarını günden
güne arttırmaktadırlar. Amerika’da sıradan insanlar, ülkenin
faşistleştirilmesinin Amerikan halkına hiçbir şekilde iyi bir şey getirmeyecek
olan bir savaş için yapılan hazırlıklarla el ele ilerlediğini anlamaya
başlamıştır. Gerçek
özgürlük, demokrasi ve barış için mücadele
ise gittikçe güçlenecek ve büyüyecektir. ABD’nin geleceği faşist barbarların
yolundan yürüyenlere değil, barışsever ve demokrasi yanlısı Amerikalılara ait
olacaktır.
Kaynak: Neue Welt, sayı 10,1950
KAYNAKLAR
1 1.V.Stalin, "Leninizmin Sorunları",
Moskova 1947, sf. 521
2 J.V. Stalin, ..Eserler", 10.
baskı, Moskova 1947, sf. 822, (Rusça baskı).
3 J.V. Stalin, "Leninizmin
Sorunları", 11. baskı, Moskova 1949, sf. 282.