Kapitalizmden, ezilen sınıfların büyük bir kısmının
rahatsızlığı olduğu hepimiz tarafından bilinmektedir. Ancak ezilen sınıfların
bu rahatsızlığının kapitalizme alternatif bir sistem yaratmaya yetmediği de
somut bir gerçekliktir. Yaygın bir görüşün aksine ezilen olmak kendi başına
pozitif bir şey değildir. Kapitalizmden rahatsız olunmasına hatta ciddi
bedeller ödenebilmesine rağmen ezilen sınıflar kendi başına devrimci bir
içeriğe sahip olamaz. Bu yüzden ezilen sınıflar kendilerine yön verecek bir
pusulaya ihtiyaç duyarlar. Bu pusula olmadan ezilenlerin bütün pratikleri göle
maya çalmaya benzer. Ya tutarsa şeklinde yapılan eyleme geçme hali, karanlıkta
el yordamıyla gideceği yeri bulmaya çalışan bir kişinin durumuna eşdeğerdir.
Pusulayı yani devrimci teoriyi takip etmeyen her oluşum hüsrana uğramaya
mahkumdur. Bundan dolayı teori bir “lüks”, “boş zamanı değerlendirme aracı”,
“vakit kaybı” değil, proletaryayı iktidara taşımak için olmazsa olmaz bir önkoşuldur.
Devrimci saflarda bile pratiği her şeyin üstünde tutan ve
sırf pratiğe önem veren dar kafalı pratikçiler mevcuttur. Bütün enerjilerini
arı gibi afiş yapmaya, eylemlerde en militan şekilde çatışmaya harcayan kişiler
bulunmaktadır. Lakin bu kişiler için afişin içeriği ya da çatışmanın neden
olduğuna dair analiz yapma “zaman kaybıdır”, “gereksiz bir iştir”
“devrimcilikten uzaklaşmaktır”. Hal böyle olunca, çatışmaların sığ analiziyle
yetinerek, kitlelere içi boş söylemlerle propaganda yaparak bir başarının elde
edilmesi mümkün olamamaktadır. Teori ile birleşmeyen ve aslında “inanarak” o
andaki coşku ile yapılan eylemler, devrimci pratiğin en büyük düşmanıdır. X
kişisinin çok militan olmasına rağmen bir anda mücadeleden düşmesi ya da çok
sekter duran birinin sorguda çözülmesi gibi pratik yansımaları olan durumların
nedenlerinden biri de komünizmi içselleştirememe olduğu bilinmektedir.
Görüldüğü üzere bu kadar pratikle iç içe olmasına rağmen teoriye gereken önem
verilmemesinin sebebi devrimci saflardaki yozlaşmadır. Bundan dolayı
kapitalizmden rahatsız olmak, çok iyi çatışmak, çok bedel ödemek devrimciliğin tek
göstergesi değildir. Devrimci olmak ancak teori ile pratiğin bütünleşmesi
sayesinde gerçekleşebilir.
Bu yüzden yükselen sınıfı yani proletaryayı (ne kadar
reddedilse de hala yükselmektedir) yanlış yönlendirenler teori ile pratiğin
birleşmesinden yana olanlar değil, burunlarının ucundan ilerisini göremeyen ve
karşılarına çıkan her engeli aşılmaz gören pratik politikacılardır.
Komünistlerin asgari ve azami programını uygulamaya dönük pratik geliştirenlere
“kitleler hazır değil” “demokrasinin sınırlarının dışına çıkamayız”
“kitlelerden böyle talep yok” şeklinde somutlaşan durum aslında kitle
kuyrukçuluğundan başka bir şey değildir.
Kendiliğindenliğe tapan bu dar pratikçilerin devrimci
saflarda egemen bir güç olduğu tespitini yapmak zorundayız. Eğer bunu yapmazsak
asla bir taşın üstüne taş koyamaz ve hayal ettiğimiz dünyayı asla gerçekle
buluşturamayız. Sanıldığının aksine kendi hatalarımızla ortaya çıkmak ve
özeleştiri yapmak tehlikeli değildir. Aksine büyük bir sıçrama yapmak için
olması gereken koşulların başında gelmektedir.
Sürekli olarak ideolojik bombardımana maruz kaldığımız bir
seçim sürecinden sonra bazı kavramları açıklamamız gerekmektedir( Özellikle
erken seçimin gündemde olduğu bugünlerde aynı hataların bir daha yapılmaması
için). Bundan dolayı “unuttuğumuz
hafızamıza” geri dönüş yapmak zorundayız. “Yeni Yaşam”, “Yeni Umut” “Syriza ile
yükselişe geçen sol”, “barış” şiarını ve bunun altında gizlenmiş tasfiyeci
görüşleri açıklamak zorundayız. Bunun için başa yani sınıfların nasıl
oluştuğuna dönmemiz gerekmektedir. Çünkü bütün bu söylemler, sınıflarla ve
bunların ilişkileri ile bağlantılıdır. Şimdi bütün her şeyi başa saralım ve adım
adım gidelim.
Bilindiği gibi hayvanların hayatını sürdürebilmesi için
belli bir durumu fark etmesi ya da kendini bu duruma göre ayarlayabilmesi
gerekmektedir. Tekrar eden ve nesiller boyu değişmeyen koşulların ağırlıkta
olmasına rağmen nadiren değişik şekilde ortaya çıkan başka koşullar da
mevcuttur. Hayvanların hayatlarını devam ettirebilmek için değişen durumları
fark etmeleri zorunludur ve bunun için x durumuna uyum sağlayabilecek bir
zekaya sahip olmaları gerekir. Bir hayvan türünün yaşam koşulları ne kadar
hızlı değişiyorsa zekası da o ölçüde gelişkin olur. İnsanın farkı tam da burada
ortaya çıkar; insanların yaşam koşulları o kadar hızlı değişmiştir ki zekası da
buna bağlı olarak çok hızlı bir şekilde gelişmiştir. İnsanoğlu zekasının
artmasıyla birlikte alet ve silah yapabilme özelliğine sahip olmuştur. Yüksek
zekanın bir ürünü olarak ortaya çıkan teknik gelişim aynı zamanda insanın
zekasını da geliştiren bir özelliğe sahiptir. Silahların ve aletlerin yapımı
eskisinden dahi iyi bir yaşam koşullarını sağladığı için insanlar dahi iyi
şekilde beslenme, daha çok boş zaman, daha çok güvenlik ihtiyacını karşılama
olanağına sahip olurlar ve bu yüzden diğer canlılar sadece canlı oldukları için
yaşamak isterlerken, insanlarda durum başkadır.
İnsanlar, silahlar, aletler, yapay organlar yaparken ortaya
bir sorun çıkar. Bu sorun insanların yaptıkları ürünlerin bölüşümüyle
alakalıdır. Bu aletler bütün topluluğun mülkiyetinde olabileceği gibi tek bir
bireyinde mülkiyetinde de olabilmektedir. Haliyle aletlere ve silahlara sahip
olanlar buna sahip olmayan insanlardan daha farklı yaşam koşullarına sahip
olurlar ve toplumsal sınıflar ve sınıf karşıtlıkları da işte böyle ortaya çıkar.
Varlığını kabul etmemiz gereken yaşama isteği bizim için çıkış
noktası olmalıdır. Bu isteğin her birey, sınıf ve ulus altında alacağı biçim ve
bu biçimler altında kendini ifade etmesi farklılıklar gösterecektir. Ezen ve
ezilen sınıfların birbirine karşıt iradeler geliştirdikleri yerde çelişkili
koşullar bulunmaktadır. İradelerin bu çelişkili koşulları kendilerini üç biçim
altında ifade eder: 1-çıkar, 2-sınıfların güçlerinin bilincinde olmaları, 3-
sınıfların gerçek güçleri. Sınıfların savaştaki çıkarı ne kadar büyük
olursa irade de o kadar güçlü olacak,
savaşanlar ne kadar cesur olursa bu çıkarı sağlamak için o kadar çok
enerjilerini sarf edeceklerdir.
Bu yüzden komünistlerin direnme güçleri de bu üç koşulun pratikte
uygulanmasıyla ortaya çıkmaktadır. Direniş destanı yazan komünistlerin alameti
farikası bu koşulların bilincinde olmalarına bağlıdır. Bu sebeple proleter bir
devrim için gereken koşullar, ülkede çoğunluğa sahip olmak değil ezen
sınıflarla karşı amansız ve çetin mücadelede yatmaktadır. Oportünistlerin
sürekli olarak bahsettiği “iktidar ancak niceliksel çoğunluk ile ele
geçirilebilir” şiarı kaba bir dogmatizmin ürünüdür. Tarihin deneyimleri
göstermiştir ki seçim ile ne devrim olmuş ne de proletarya doğru düzgün rahat
nefes almıştır. Bu yüzden “Syriza ile yükselişe geçen sol” “HDP bir barajı
geçsin her şey düzelecek” şeklindeki yorumlar tarihin diyalektiğini
anlamamaktır. Faşist diktatörlükle hatta burjuva demokrasisi ile yönetilen
ülkelerde bile parlamenter mücadele, parlamento dışı mücadelenin örgütlenmesi
için bir okul, yardımcı bir araç olarak kullanılması gerekirken; bu coğrafyada
parlamentarist mücadeleye verilen önem bambaşkadır. Bazı sosyalist
siyasetçilerin “kriz çıkaran değil kriz çözen özne olacağız”, “sırf işçinin
değil işverenin de hakkını savunacağız” söylemleri parlamentodan yararlanmanın
değil, düzen içene girmenin ve burjuva siyaset anlayışında politika yapmanın görüngüleri
olarak karşımıza çıkmaktadır. Halbuki proleter hareketin asli sorunlarının
şiddet yoluyla ve proletaryanın dolaysız mücadelesi ile çözüleceği Marksizmin
alfabesidir. Ancak sosyalist hareketler maalesef geçmişin devrimci özünü
unuttuklarından işçi sınıfının çıkarına olmayan politikaları güncel olarak uygulamaktadırlar.
Bundan ötürü “yeni yaşam” “yeni umut” gibi söylemlerin nesi
“yeni” diye insan düşünmeden edemiyor. Aynı şeyi “barış” fetişi üzerinden de
kurabiliriz. Sosyalistlerin büyük çoğunluğu “savaşa karşı barışı savunalım”
söylemleri üzerinden politikalarını inşa etmektedirler. Lakin bir Marksist her
savaşa karşı değildir. Gerici ve devrimci savaş ayrımı yapar ve devrimci
savaştan yana tavır takınır. Bu yüzden Marksistler her koşulda barıştan yana
olmazlar. Türkiye'deki durum yani her koşulda barıştan yana tavır takınmak
pasifizmin bir göstergesidir. Sözde çözüm sürecinin şu anda askıya alınması ile
birlikte sosyalistlere düşen görev barış çağrıları yapmak değil, devlet
tarafından katliama uğrayan bir halkın yanında durmaktır ve onun yürüttüğü devrimci
savaşı selamlamaktır. Çünkü eşyanın doğası gereği “savaşları yok etmek için
emperyalizmi yıkmak gerekir” tespitini maalesef tarihin bir cilvesi olarak
unutan sosyalistlerimiz idealizmin bataklığında dolanmaktadırlar. Ezen sınıflar
ise tarihlerinde hiç olmadıkları kadar materyalist davranmaktadırlar. Ezen
sınıflar ilk verdiğimiz örnekte olduğu gibi “aletlerin ve silahların tek sahibi
benim seninle paylaşmayacağım, aramızda bir uzlaşma asla olamaz, ya biat
edersin ya da seninle savaşırım” derken gayet gerçekçi bir tavır takınırken
sosyalistlerimiz ise “ artık bu kan dursun, daha fazla gözyaşı olmasın herkes
için özgür bir dünya mümkün” derken materyalizmden uzaklaşıp idealizmin
sularına doğru yelken açmıştır. Suruç'taki katliamdan sonra devletin başlattığı
savaştan sonra sosyalistlerin, demokratik mücadeleyi yükseltelim ve barışı
yeniden inşa edelim demeleri olmayacak duaya amin demektir. Sosyalistlerin
yaptığı barış çağrısı aslında burjuvazinin çıkarı için politika yapmaktır. Bir
zamanlar burjuvazinin ideologlarının kullandıkları ütopik sınıf uzlaşmacı
söylemleri bu sefer işçi sınıfının “kurmayları” kullanmaktadır. Özetle 21.yy’da
sınıfsal saflar değişmiş gibi görünmektedir. Burjuvazi materyalizmin savunuculuğunu
yaparken sosyalistlerimiz ise idealizmin savunuculuğunu yapmaktadır. Eğer
sosyalist hareket zafer kazanmak istiyorsa sahip olduğu küçük burjuva gururdan
kurtulup bir an önce özüne dönmelidir. Yapılan politika ve gidilen yolun yol
olmadığı çok nettir. Geçmişi hatırlamak ve “müzelik düşünceleri tekrar
piyasaya sürmek” tarihte proletarya için hiç bu kadar elzem olmamıştır.
Devlet sadece emperyalizme ekonomik anlamda değil aynı
zamanda emperyalizmin emrine milyonlarca asker sunması anlamında da(Nato ordusu
olduğu için) A.B.D emperyalizminin muazzam bir yedeğidir. Bu yüzden kim
hükümete, faşist diktatörlüğe vurmak ve onu devirmek istiyorsa mutlaka
emperyalizme karşı da savaşmak zorundadır. Bu yüzden AKP’nin iktidardan
düşmesiyle yetinmekle kalmayıp onu kökünden temizlemek için emperyalizmin de
içten devrilmesi gerekmektedir. Bu yüzden hükümetle, devletle savaş
emperyalizmle savaş biçimine bürünmüyorsa buradan ne bir zafer ne de barış
gelme imkanı mevcuttur. AKP’ye, devlete karşı yapılacak devrim, emperyalizme
karşı proleter devrime varmak ve onu aşmak zorundadır. Aksi halde yapılacak her
şey düzenin sınırları içinde kalmakla sonuçlanacaktır.
Sonuç olarak sosyalist hareketlerin bir an önce kendi
içlerideki kendiliğindencilikten, kitle kuyrukçuluğundan, darkafalı parlamenter
diplomasi ve parlamenter kombinasyonundan, idealist barış sevdasından bir an
önce kurtulması gerekmektedir. Yani geçmişine, özüne, kendi teorik ve pratik
mirasına geri dönülmesi şarttır. Dar pratikçiliğin altında şekillenen, tasfiyeci
düşünce yapısının ve onun yansımalarının son bulması ve tasfiyecilerin
sosyalist hareketten tasfiye olması ve tekrar proleter devrimcilerin güç
kazanması için aktif mücadele etmek boynumuzun borcudur. Yoksa sonuç
komünistler için hezimet olacaktır.