Bilindiği gibi insan, özne olarak varoluğu sırada bulunduğu
dönemin toplumsal koşullarından etkilenmekte ve ona göre kendi özne olma
konumunu belirlemektedir. Aynı şeyi komünist
özne için de söyleyebiliriz komünist özne(ler) de tarihin belli aşamasında yükselişe
geçmiş ve kendi özne konumunu daha aktif hissettirmişken tarihin belli
aşamalarında da politik bir özne olarak sıkıntılar yaşamıştır.
Tarih, determinist-volantarist bir süreç olarak işlediğinden
ne özneden herşeyi beklemek mümkündür ne de özneyi yok sayıp buradan 'yapı'
kavramını kabullenip burjuvazinin hizmetinde bir yaklaşım benimsemek doğrudur.
Tarihi iniş ve çıkışları olan düz bir çizgi halinde
düşünmemiz mümkündür. Artık kimse köleci toplum biçiminin yeniden inşa
edileceğini düşünemez (kapitalizm içindeki kölelikten bahsetmiyorum çünkü kapitalist
sistem de köleleri dışlayan bir sistem değildir) çünkü köleci sistem tarihin
çöplüğünde kalmıştır. Fakat artık köleci toplum biçimine geri dönemeyecek olsak
bile yaşadığımız dönemde tarihsel anlamda gerici özneler tekrar güç
kazabilirler, kazanmışlar ve kazanacaklardır. Bunun nedeni ise tarihin iniş ve
çıkışları olan çizgisel özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Örnek olarak, feodalizm döneminde insanın doğaya bağımlılığı
kapitalist döneme göre daha fazlaydı ve kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla
birlikte ticari malların dağılımı, yeni tarzda gemilerin yapımı, yeni liman
şehirlerinin kurulması işlemleri hız kazandı ve bunun da etkisiyle insanlar
üstyapısal oluşumlarının bir kısmını değiştirmeye başladı. Artık inancın yerini
bilgi, teolojinin yerinin bilim, tanrının yerini ise insan aldı.
Aydınlanma dönemi olarak adlandırabileceğimiz bu dönem
teknik ilerleme ile insanın esaretinin sona ereceği düşüncesindeydi. Yalnız, tıpkı
bu zamanın post-modernistlerinin yaptığı gibi teknolojik gelişime aşırı önem
vererek ve teknik ilerlemenin arkasındaki sınıfsal konumu göz ardı ederek;
aslında bir sorunu doğru koyamamakta ve yanlış bir reçeteyi çözüm olarak
sunmaktaydılar. Tıpkı günümüzün aydınlanma düşmanı post modernistleri gibi.
Her ne kadar Marksizm ile modernite arasında bir benzerlik
kurulmaya çalışılsa da aslında ikisi birbirinden farklı olgulardır. Marks'ın
modernite tanımına baktığımızda ne dediğimiz belki daha kolay anlaşılacaktır.
“Marks, modernite ile şunu kasteder: Modernite,
‘burjuvazinin yükselişini, ekonomik gelişmeyi ve bu gelişmeye eşlik eden
siyasal-toplumsal süreç’tir.” (Yener Orkunoğlu, Nietzche ve Postmodernizmin
Gerçek Yüzü,Sayfa:29,Ceylan yayınları)
Marks modernite ile ilgili iki sapmaya karşı amansız mücadele
etmiştir. Bunlardan birincisi modernitenin sorunsuz bir ilerleme getireceğini
düşünen liberal aydınların dahil olduğu sapmadır. İkincisi, kapitalist
gelişmeye salt negatif anlam yükleyen küçük burjuva devrimcilerin dahil olduğu
sapmadır. İkisi de aslında bir bıçağın farklı yüzlerinde duran aynı yapının
unsurlarıdırlar. Marks ise bu iki sapmanın da dışında olan; onlar gibi
kapitalist sistemin içinden konuşmayan birisiydi. Çünkü Marks, ekonomik
ilerlemenin emek sömürüsü ile beraber gittiğini bilmekte bunun da işçiler
arasında "yabancılaşma" "değersizleşme"ye neden olduğunu
görmekteydi. Aslında Marks moderniteyi ilerleme ile çöküşün aynı anda işlediği
bir süreç olarak gördü ve buradan komünist toplumun çıkacağı savını geliştirdi.
Özetle Marks, modernist bir düşünür değildi. Modernizmin ocağına incir ağacı
diken bir düşünürdü.
Peki ne oldu da Marks günümüzün akademisyenleri tarafından
modernist bir düşünür olarak lanse edilmeye başlandı? Ne oldu da günümüzde
entellektüel anlamdaki hegemonya Marksistlerden Yapısalcılara ve
Post-Modernistlere geçti? Bu soruların cevapları oldukça uzun olmasına rağmen
biz elimizden geldiğince cevapları kısaltmaya ve aktarmaya çalışacağız. Bunun
için komünist ideolojinin gerilemeye başladığı 50'li yıllara bakmakta fayda
var. Komünist öznenin yavaş yavaş güç
kaybetmeye başladığı bu dönemde bu bunalımın ideolojik yansıması olarak
akademik anlamda komünizmin yerine yapısalcılık güç kazanmaya başladı. Tarihsel
anlamda statüko döneminde ortaya çıkan yapısalcılık da haliyle statükonun savunuculuğunu
üstlenen bir ideolojik biçimde kendini göstermekteydi
“İşte tam böylesi bir ortamda, hümanizmi eleştiren, özneyi
sıfıra indirgeyen ve özneyi yok sayan yapısalcılık düşüncesi aydınların
yardımına koşar. Fransız aydınları arasında yapısalcı olma modası başlar.” (Yener
Orkunoğlu, Nietzche ve Postmodernizmin Gerçek Yüzü,Sayfa:59,Ceylan yayınları)
İşte tam böyle bir ortamda toplumsal statükonun korunması
için burjuvazinin yardımına yapısalcı yöntem koşuyor ve onun yaralarına merhem
oluyordu. Burjuvaziye göre bundan sonra insanların derdi özne olarak dünyayı
değiştirmeye çalışmak olmamalıyıdı; 'yapı'ları anlamak ve bu yapıları sorunsuz
bir biçimde yaşatmak insanların baş çelişkisi olmalıydı. İşte bu yüzden
yapısalcı yöntem tarihsel gelişmeyi incelemeye yanaşmıyordu çünkü tarihsel
gelişmeyi incelese kendi efendisinin de değişebileceğini kanıtlamaktan
korkuyordu. Bu yüzden nesnelerin kökenlerini incelemeyi bir kenara bıraktı ve
onun yerine dış nedenlere dayanmadan nesnenin 'yapısal' özelliklerini açıklamayı
tercih etti.
Böylece yapısalcılık bir yapıdan diğer yapıya nasıl
geçileceğini açıklamakta üç maymunu oynuyor ; bu soruyu ne duyuyor ne görüyor
ne de bunla ilgili konuşuyordu. Çünkü yapısalcılık anti-tarihselci olmasaydı
özel mülkiyetin oluşum tarihini bilmek ve bu toplumun yapısını anlamış durumda
olacaktı. Bir yöntem olarak yapısalcılık hepimizi güncele mahkum etmekte ve
toplumu daha derinlemesine anlamamıza engel olmaktadır.
“Örneğin L. Strauss şu fikri ileri sürer ’Akrabalık totem
sistemlerinde gördüğümüz, karşılıklı biçimlerini açıklamak için insan zihninin
bazı yapılarına bakmamız gerekir’. Görüldüğü gibi L.Strauss somut toplumsal
ilişkileri incelemez. Somut toplumsal koşulların, insanın “zihinsel yapı”sını
nasıl etkilediğini göstermez. ‘Zihinsel kategoriler’in ve ‘zihin yapısı’nın
önceliğini vurgular.” (Yener Orkunoğlu, Nietzche ve Postmodernizmin Gerçek
Yüzü,Sayfa:81,Ceylan yayınları)
Ünlü yapısalcı L.Strauss'unda yaptığı bizzat buydu. L.Strauss
toplumsal ilişkileri incelemeyerek zamanında burjuvaziye çok ciddi ideolojik
katkılarda bulunmuştu. Ama artık Yapısalcılığın miladı dolmuştu. Aklımızda
şöyle bir sorunun oluşması muhtemeldir "Peki o zaman Yapısalcılık neden
eski gücünü kaybetti?" Bu sorunun cevabı aslında oldukça basit. 90'larda
dünyadaki Sovyet Sosyal-Emperyalizmi ile ABD arasındaki statükonun yıkılmasıyla
oluşan tek kutuplu dünya ile birlikte yapısalcılık ve post-yapısalcılık artık
eski popülerliğini kaybetti bunun nedeni ise burjuvazinin güncel çıkarlarına
uygun düşmemesiydi. Gene her zaman olduğu gibi kapitalist sistemin kendi
içindeki sorunlarına cevap arayan bir düşünce sistemi arayan düşünürler çareyi
kapitalist sistemin aşılamayacağının ideolojik savunuculuğunu yapan
post-modernist düşünce sisteminin limanına demirlemekte buldular.
Post-modernist düşünce de tıpkı yapısalcılık ve post
yapısalcılık gibi bütünselliği, evrenselliği ,özneyi ve nedenselliği
reddetmektedir. Aslında modernist düşünce ile yapısalcı düşüncenin hibritlenmiş
hali olarak düşünebileceğimiz post-modernist düşünce ezilen sınıfları esaret
altında tutmanın teorisini 'naif' ve 'duygusal' ve kulağa hoş gelir bir biçimde
yapmaktadır. Baudrillard'ın teknolojiye
gereğinden fazla önem veren düşüncesi ve sınıfsal ilişkileri görmezden gelişi
aslında post-modernistlerin gerçek niyetini ortaya çıkarmaktadır.
Post-modernistlerin kurtlanmış düşünceleri güzel ambalajlara
sarıp halkın kullanımına sürmesi elbetteki masum değildir. Evrensel doğrulara
karşı çıkıp herkesin kendi doğrularının olduğunu belirtip bu yüzden her görüşün
ve tercihin hoş ve kabul edilmesi gerektiğini belirtmesi başka insanın kulağına
çok hoş gelse bile aslında yapılmakta olan kirli bir oyunun parçalarından
biridir. Ezilen sınıfları esaret altına almanın kurgusunu yapmış post-modernist
düşünürler çok kültürlü, çok kimlikli ayrıca başka seslerin varlığını kabul
etmesine rağmen ezilen sınıflar arasındaki farklılıkları ve özgünlükleri
abartır ve çeşitli kimlikler ve kültürlerden gelen ortak özellikleri göz ardı
ederek ezilenlerin birbirinden tecrit olmasını hızlandırır ve iktidar
karşısında daha kolay yem olmasına zemin hazırlar. Haliyle bu ideolojinin
özgürlük kisvesi altında halka esaret sunduğu kuşku götürmez bir gerçekliktir.
Her görüşe saygı duyma, farklılıkların kutsanması ütopyası
ezilen sınıflar için neyin iyi neyin kötü olduğunu; neyin doğru neyin yanlış olduğunun
anlaşılmasına engel olmaktadır. Ezilen sınıfların evrensel çıkarlarını
bütünselliği redderek bir kenara koyan post-modernizm ezilen sınıfları esarete
mahkum etmektedir. Çünkü iyi ile kötü arasında doğru ile yanlış arasında ayrım
yapılmadığında ezilen sınıfları bir adım öteye taşıyacak olan eleştiri
silahından emekçi kitleler mahrum bırakılmaktadır. Bir şey iyi ya da kötü
değilse eleştirilebilir mi? Buradan bir ilerleme çıkabilir mi?
Tabi ki buradan ne bir eleştiri ne de bir ilerleme çıkabilir
aslında post-modernistlerin istediği de tam da budur: ezilen sınıfların
kurtuluş ümidini boğmaktır. Bu tarz düşünürler tekelci devletlerle ideolojik
birlik halinde ezilenlere karşı suç ortaklığı yapmaktadırlar. Toplumsal
sınıfları gözardı ederek, toplumu karşıtlıklar içermeyen bir örgütlenme olarak
görerek sınıfsal antagonizmanın üzerini kapamaya çalışmaktadırlar.
Post-Modernizmin
Siyasal Alanında Olan Bir Proje: Radikal Demokrasi
Radikal demokrasi projesi de post-modernist düşünürlerle
paralel bir hat çizerek evrenselcilik söylemini terk etmiştir ve bunun yerini
her biri kendi söylemini kuran seslerin karmaşası almıştır. Aslında kurulan
oyun post-modernist proje ile birdir: düzen dışına çıkmamak.
" Radikal demokrasi anlayışına göre tamamıyla farklı
bir sistemi düşlemeyi bir kenara bırakmalıyız; fakat sermaye birikimini
düzenlemenin olanaklı birçok farklı yolu olduğunu ve bunlardan bazılarının
eşitlik mücadelesi zeminine daha uygun olduğunu da dile getirmekten geri
kalmamalıyız." ."(Gökhan Demir,Postmarksizm ve Radikal
Demokrasi,Sayfa:169,Patika Kitap)
Radikal demokrasi anlayışına göre komünist unsurlar
demokrasinin radikalleşmesi anlayışı ile yetinmek zorundadır. Artık, kapitalist
sistemden keskin bir kopuşa yeltenmemeli ve devrim fikrini terk etmelidir.
Görüldüğü gibi evrenselcilik, ilerleme ve özne olmayınca ister yapısalcılık
olsun, ister post-modernizm olsun, ister radikal demokrasi olsun hepsi
burjuvazinin arka bahçesinde yedeklenmiş durumda olmaktadırlar. Hatta daha
beteri komünist özneleri bile kendilerine yedeklemek istemekdirler.
"Sosyalizm bir
radikal demokrasi tasarısının bileşenlerin biridir, radikal demokrasi
sosyalizmin bileşeni değil." ."(Gökhan Demir,Postmarksizm ve
Radikal Demokrasi,Sayfa:172,Patika Kitap)
Radikal demokrasi fikri komünizmin önemli unsurlarından olan
sınıf çatışmalarının komünist aşamada çözüleceğini fikrine karşı gelmektedir.
Bu fikriyata göre toplumsal uzlaşma asla tesis edilemeyecektir. Demokratik
konsensüs ancak çatışmaya dayalı bir şekilde tesis edilebilir bu da düşmanlar
arasından değil muarızlar arasındaki çatışmadır.
"Muarızlar birbirleriyle mücadele eder, fakat
konumlarının meşruluğunu sorunsallaştırmazlar. Muarızlar, liberal demokrasinin
etik-siyasi ilkelerine ortak bağlılığı paylaşırlar." ."(Gökhan
Demir,Postmarksizm ve Radikal Demokrasi,Sayfa:191,Patika Kitap)
"Bu durumda demokrasinin radikalleşmesi, demokrasinin
hiçbir zaman uğruna mücadele verilmesi gereken ama asla ulaşılamayacak bir
proje olarak kalacağını anlamayı ve nihai hedef diye bir şey olamayacağının
kabul edilmesini gerektirmektedir. Demokrasi sürekli ileriye doğru işletilen
bir süreçtir." ."(Gökhan Demir,Postmarksizm ve Radikal
Demokrasi,Sayfa:193,Patika Kitap)
Çatışmanın bitemeyeceği tezi ile demokrasinin hiçbir zaman
aşılamayacağı ve ulaşılamayacak bir proje olarak kalacağını kabul etmiş olur.
Aslında radikal demokrasi ne demokrasi getirmekte ne de komünizme gidişte bir
basamak olabilmktedir. Çünkü hep kendi çemberi altında kendi kısır çatışmalarını
yaşanması onun doğasında vardır.
Sonuç: HDP ve Radikal
Demokrasi
Kurulduğu ilk günlerde ezilen sınıfların büyük bir ilgisini
çeken HDP projesi Türkiye ve Kuzey Kürdistan ekseninde bazı ilklerin
yaşanmasına neden oldu. Lakin HDP projesinde bir çok devrimci özne olsada
komünistlerin HDP projesinde özne olma rolü maalesef sınırlıdır. HDP radikal demokrasiyi
benimsemesinden ötürü düzen içinden asla çıkamayacak bir fikriyata sahiptir ve
komünistlerin nihai hedefi ile çatışma halindedir. HDP'deki radikal demokrasiyi
benimseyen unsurlar ile komünistlerin ileride muarrız olmadan öte antagonistik
çatışmalara girmesi iki öznenin doğası gereğidir. HDP ya radikal demokratların
güdümünde düzen ile uzlaşan bir parti olacaktır ya da komünistlerin daha aktif
olmasıyla birleşik devrime yürüyecektir. Komünistler mutlaka HDP içinde özne
olma konumlarını artırmalıdırlar. Birleşik Devrim fikriyatı ancak HDP'deki radikal
demokrat unsurların güç kaybetmesiyle olabilir. Şimdi karşımızda şu sorun
vardır Cihangir solculuğu ve radikal demokrasi mi? yoksa Birleşik Devrim ve
Radikal Komünizm mi?