İnsanlık her zaman yaşam üzerine düşünmüş ve sorular
sormuştur. Bu soru sorma olgusu entelektüel bir lafazanlık olmanın ötesinde
insanlığın kendi yaşamını örgütlemesi ve içinde bulunduğu sorunları çözmesi
ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Teori yapmak ya da düşün ürünü üretmek o günün
güncel sorunlarından dolayı oluşmaktadır. Bu yüzden kimilerinin zannettiği gibi
düşün ürünü üretmek gereksiz ve güncel hayattan kopuk bir şeymiş gibi bir
algıya kapılmak cehaletin göstergesidir. Hatta günümüzde teori yaptığını zanneden
bazı nev-i şahsına münhasır insanlar teorinin güncel hayatla ilişkisini
anlamamakta ve temeli olmayan yazılar yazıp kağıt israfına sebep olmaktadırlar.
Çünkü bir idealist filozof bile ilk bakışta ne kadar
soyut görünse de o filozofun uzmanı olanlar bu kişinin yazılarının maddi
hayattaki karşılığını bulabilmektedirler. Yukarıda bahsettiğimiz kişiler bu
yüzden teori yapamamaktadırlar (günümüzdeki küçük-burjuva entelektüelleri) ve
bir dönemin ihtiyacını karşılayamadıkları, bu sistemin hassas noktasını onaramadıkları
ve bu yüzden kapitalizmi ileride restore edemeyecekleri için aslında onlara bir
teşekkür borcumuz vardır.
Aynı şey din içinde geçerlidir. Dinde ne kadar soyut
gibi görünse de aslında dinin de maddi bir temeli vardır. Çünkü din insanın özü
olan toplumsal ilişkiler bütünün bir çocuğudur ve bu yüzden maddi bir olgunun
ürünü de ne kadar metafizik görünse de onun da maddi bir yanı olduğu kuşku
götürmez bir gerçektir. Din diyince aklımıza şu klasik ve asla eskimeyecek bir
tanımlar geliyor:
“ Dinsel açlık, bir yandan gerçek açlığın
dışavurumu, bir yandan da gerçek açlığa karşı protestodur. Yaratığı bunaltan
içli bir ezgi olan din, tinin dışladığı toplumsal koşulların tini, kalbi
olmayan bir dünyanın ruhudur. O halkların afyonudur.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:35,Sol
Yayınları)
“ Bir halkın siyasal dilinde, yasalarının,
ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim
için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları anlayışları, fikirleri, vb.
üretenler insanların kendileridir… Bu bakımdan ahlak,din, metafizik ve
ideolojinin tüm geri kalan kısmı ve bunlara tekabül eden bilinç biçimleri,
artık özerk görünümlerini yitirirler. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri
yoktur; tersine maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkilerini geliştiren
insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem
de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değil
tersine bilinci belirleyen yaşamdır.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:66-67,Sol
Yayınları)
Görüldüğü gibi din deyince aklımıza insanların belli
koşullar altında yarattıkları ürünler gelmektedir. İnsanın özü de toplumsal
ilişkiler bütünü olduğuna göre, bu toplumsal ilişkiye geçen özneler belli
sınıflardan oluşuyorsa ve bu sınıfların ve aynı sınıf içindeki belli hiziplerin
birbirlerinden farklı çıkarları olduğuna göre sömürücü sınıfların bir
hizmetkarı olan(tarihteki genel durum istisnaları vardır) din olgusu da
değişime uğramıştır. Böylece tarih içinde farklı dinler ve aynı din içinde
farklı mezhepler oluşmuştur. Bu dinler arası ve mezhepler arası çatışmanın ana
nedeni ideolojik ayrılık olmaktan öte farklı mezheplerin üyelerinin toplumda
farklı bir hizbin temsilcisi olması durumundan meydana gelmiştir. Bilindiği
üzere eğer devlet belli bir sınıfın diğer sınıflar ve hizipler için zor
kullanma aygıtı ise dinsel bir devlet ise kendi mezhebi dışındaki mezheplere
yaşam hakkı vermemektedir çünkü varlığını diğer mezhepleri ezme üzerinden
üretmektedir.
Türkiye’de aslında dinsel bir devlettir çünkü
devletin resmi dini olan İslamın suni-hanefi mezhebi(reel olarak böyledir her
ne kadar devletin dini yoktur desinler önemli değil) diğer dinlere(Hristiyanlık,Musevilik)
ve diğer mezheplere(Şiilik, özellikle Alevilik) baskı uygulamaktadır. Özellikle
Aleviliğe yaşam hakkı bile tanımamaktadır ve eskiden olduğu gibi Alevilikte
insan hakları üzerinden var olma mücadelesi vermektedir. Ustalarımız bu olduğu
şöyle teorize etmektedirler:
“Bir devlet eşit haklara sahip birkaç mezhep
barındırmaya başladığı an, bir başka mezhebe inananları delalet mezhebine
mensup gibi mahkum eden, her ekmek parçasını inanca bağlı kılan, dogmayı
bireyler ile bu bireylerin yurttaş olarak varlıkları arasında bir bağ durumuna
getiren bir kilise olmadan, özel dinsel mezheplere zarar vermeden, dinsel bir
devlet olamaz. Gidin bunu “zavallı,yeşil Erin’in (İrlanda’nın) katolik halkına
sorun, Fransız devrimi öncesinin protestanlarına sorun, onlar dinden yardım
istemediler, çünkü dinleri devlet dini değildi, ama “insan haklarından” yardım
beklediler; ve felsefe, insan haklarını yorumluyor ve devletin, insan doğasının
devleti olmasını istiyor.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:30,Sol Yayınları)
Din
Konusunda Marksist Tavır Nasıl Olmalıdır?
Bilindiği üzere din konusunda çeşitli Marksist
oluşumlar çeşitli tavırlar takınmışlardır. Bir kısmı kökten dini yasaklamak
için çalışmışlardır,(aslında yasa ile yasaklama ile dinin yok olacağı gibi bir
sapma içindedirler ve yaptıkları blanquizm olmaktadır) bir kısmı dine özgürlük
tanımıştır, bir kısmı ise dinin komünizm aşamasında kendiliğinden söneceğine
inanmıştır ve işi komünist aşamaya havale edip bu konudan sıyrılmaya
çalışmıştır. Aslında yukarıda saydığımız 3 unsurda Marksizmin sapaklarında
gezinmektedir. Marksizm bu konuda alması gereken tavır çok nettir. Marksizm
dine özgürlük tanımaya karşıdır fakat bu demek değildir ki din yasa yoluyla yok
olacaktır Marksizm dinin yasa yoluyla yok olacağına inanmaz bu yüzden dine
karşı aktif bir mücadele gösterir ve bu aktif mücadelenin komünizm aşamasında
nihai başarıya ulaşacağına inanır işte bu yüzden Marksizm dinin komünizmde
kendiliğinden yok olacağına inanan akımlarında bu sapma içinde yer alması
gerektiğini belirtir.
“ Öyleyse tarihin görevi, gerçekliğin ötesindeki
dünya bir kez ortadan kalktıktan sonra, bu dünyanın gerçekliğini kurmaktır. İnsanın kendine yabancılaşmasının kutsal
biçimi bir kez açığa çıkarıldıktan sonra, kutsal-olmayan biçimlerinde kendine
yabancılaşmanın maskesini indirmek tarihin hizmetinde olan felsefenin doğrudan
görevidir. Böylece cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin
eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi politikanın
eleştirisine dönüşür.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:35-36,Sol Yayınları)
“Kuşkusuz, eleştirinin silahı silahların
eleştirisinin yerini alamaz, maddi güç ancak maddi güç tarafından yenilebilir,
ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir. Teori ad
hominem kanıtlar kanıtlanmaz, yığınları sarabilir, ve radikal duruma gelir
gelmez de ad hominem kanıtlamalara başlar. Radikal olmak, işleri kökünden
kavramaktır. Ama insan için kök, insanın kendisidir. Alman teorisinin
radikalizminin, dolayısıyla pratik enerjisinin açık kanıtı, hareket noktasının kararlı ve olumlu bir biçimde dinin ortadan
kaldırılması olmasıdır.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:43,Sol Yayınları)
Hristiyanlığın
Başarısı ve Onun Maddi Yanı
Din konusunda nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini
yukarıda belirtmiştik. Bundan sonra açıklanması gereken şey ise dinin hangi
koşullarda başarıya ulaşabildiğidir. Başta aklımızda tutmamız gereken olgu
dinin insan hayatından kopuk bir şey olmadığıdır. Din maddi hayattaki
savaşımların,bunalımların bir yansımasıdır. Bu savaşımlardan uzun bir süre
geçtikten sonra insanlar dinde geçen sembolik anlamların neye karşılık
geldiğini anlayamamakta ve kendi hayal güçleriyle farklı bir şekilde kendi
dinsel pratiklerini yaratmaktadırlar. Aslında dinin içindeki bu zayıf nokta
yüzünden hiçbir din ilk çıktığı haliyle yaşanamamakta ve uygulanamamaktadır
çünkü din belli toplumsal ilişkilerden ortaya çıkan bir olgu olduğu için zaman
içinde toplumsal ilişkilerin değişmesiyle dinin buyrukları eskimekte ve
insanlar kendi inanç sistemleri sürekli reforme etmektedirler.
Bu yüzden dinin değişmez olduğu anlayışı ile hareket
edersek gerçekleri görmekte sorun yaşarız(ister Hristiyanlık, ister Müslümanlık
olsun). Din de tıpkı diğer politik mücadele biçimleri gibi bir toplumun bunalım
dönemlerinde güç kazanabilen bir olgu olmuştur. Nasıl ki Ekim devrimi
1.paylaşım savaşından kaynaklanan açık ve sefalet bir yansıması ise Hristiyanlığın
başarısı da Roma dönemindeki ekonomik çalkantıların ve bunalımın bir
yansımasıdır. Aralarındaki fark Ekim devrimi cenneti dünyada sunarken
Hristiyanlık öbür dünyada sunmuş ve egemen sınıfların çıkarı adına bu bunalım
döneminin atlatılmasını sağlamıştır. Bu döneme daha da yakından bakalım.
“ Bağımsızlığın ve geleneksel örgütlenmenin
çözülüşüne, asker ve sivil yetkililer tarafından yapılan yağmalar eklendi;
bunlar, önce boyunduruk altında tuttuklarının servetlerini ellerinden alıyor,
ve sonra yeni haraçlar verebilmeleri amacıyla bu servetleri tefeci faizleriyle
yeniden onlara borç olarak veriyorlardı. Doğal ekonominin tek başına ya da çok
geniş bir ölçüde hüküm sürdüğü bölgelerde, bu durumun sonucu olarak vergilerin
ağırlığı ve para gereksinimi köylülerin yazgısını giderek daha çok tefecilerin
eline bırakıyor, servetlerde büyük bir oransızlık yaratıyor, zenginleri daha
zengin ve yoksulları tam yoksul yapıyordu. Ve tek başlarına olan küçük
kabilelerin ya da kentlerin Roma’nın dev gücüne karşı her direnişi umutsuzdu.
Buna nasıl çare bulunacaktı, köleleştirilenler için, ezilenler için,
yoksullaştırılmışlar için hangi kurtuluş kapısı vardı, birbirinden ayrılan ya
da hatta karşıt çıkarları olan bu değişik insan grupları için hangi ortak çıkış
noktası bulunacaktı? Ne de olsa bir tane bulmak gerekiyordu, tek bir büyük
devrimci hareketin bütün bunları kucaklaması gerekiyordu. Bu çıkış yolu
bulundu; ama bu dünyada değil. Ve o zamanın koşullarında, yalnızca din böyle
bir çıkış yolu sunabilirdi.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:310-311,Sol
Yayınları)
İnsanların akıllarında şu soru olabilir “Peki din
maddi yaşamın bir yansıması ise bunun maddi yanı nerede?”. Daha önce
belirttiğimiz şeylerin üzerine koyarak ilerlediğimizde herhangi bir dinin
ortaya çıktığı(sınıflı toplumdan sonra çıkan dinler için geçerlidir) zamanda o
zamanın belli politik,ekonomik vs. mücadelelerini yansıtması gerekmektedir.
Tabi din bu mücadeleleri açık açık belirtmemekte herkes anlamasın diye bir takım
şifreleme yöntemleriyle belli ve sığ bir kesimin anlamasını amaçlamaktadır.
İşte bu yüzden İncil okuyanda Kur’an okuyanda eğer sıradan bir kişiyse anlaması
imkansızdır. Ve bu da belli bir dinsel sınıfın oluşmasını
sağlamaktadır(Müslümanlar ne kadar reddederse etsin onlarda da vardır). Sıradan
bir insanın Hristiyanlıktaki 666 sayısından anladığı ile orada belirtilmek
istenen 666 manası birbirinden farklıdır. Engels 666 sayısındaki sırrı şöyle
açıklamaktadır:
“İşte bilgelik. Zeki olan hayvan sayısını
hesaplasın; çünkü sayı, bir insan sayısıdır ve sayısı 666’dır… “Görmüş olduğun
hayvan var oldu ve o, artık yok… Yedi baş, üzerinde kadının oturduğu yedi
dağdır. Aynı zamanda yedi kraldır. Beşi düştü, geriye bir tane kaldı, ve diğeri
de henüz gelmedi. Geldiği zaman, az zaman kalmış olacak. Ve eskiden olan ve artık
olmayan hayvanın kendisi sekizincidir ve yedi tanedir… Ve görmüş olduğun kadın
yeryüzü kralları üzerinde hüküm süren büyük kenttir.” Bu pasaj bize iki açık
bilgi sağlıyor: 1. Lal rengi bayan, dünyanın kralları üzerinde hüküm süren
büyük kent Roma’dır, 2.kitabın yazıldığı dönemde, altıncı Roma imparatoru hüküm
sürmektedir, ondan sonra kısa bir süre hüküm sürecek bir başkası gelecektir,
sonra da gizemli sayının adını içerdiği ve İrene’nin de onun Neron olduğunu
bildiği “yedilerden biri”, yaralanmış ama iyileşmiş biri geri dönmüş
olacaktır.. Öyleyse kitabımızın 9 Haziran 68’den 15 Ocak 69’a kadar hüküm süren
Galba’nın hükümdarlığı altında yazılmış olması gerekiyor. Kitap, Neron’un geri
dönüşünü çok yakın olarak önceden haber veriyor.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:193-194,Sol
Yayınları)
“(nun) n=50, (resch) r=200, (vau) o=6, (nun)
n=50,(keph) k(q)=100, (samech) s=60,(resch) r=200… Neron Kesar, imparator
Neron, Yunanca Neron Kaiser Demek ki, eğer Yunan yazımını kullanmak yerine,
latince Nero Caeser’ı İbrani harflerle yazarsak Neron’un sonundaki nun ortadan
kalkar ve onunla birlikte 50 değer de azalır. Böylece öteki eski değere 616’ya
varıyoruz, kanıtlama her açıdan eksiksizdir.” (Marx-Engels,Din
Üzerine,Sayfa:195,Sol Yayınları)
Görüldüğü gibi 666 sayısını incelediğimizde sıradan
insanın algısıyla gerçekte bu sayının belirttiği şey birbirinden çok farklıdır.
Ama henüz her şeyi açıklamıyoruz bazı insanlar haklı olarak bize şöyle bir soru
yöneltebilir “Hristiyanlığın gerçek söylediğinden ziyade eğer kitleler hristiyanlığı
egemen sömürücü sınıfın yararına değil de ortakçı bir anlayışla edinmişlerse ya
da onlarda böyle bir potansiyel varsa bu hristiyanlığın bizim için ne zararı
var?” Bu soruya cevabımızı aşağıda vereceğiz.
Feodal
Sosyalizme Yetmez ama Hayır
Öncelikle bir tarihsel olguyu saptamamız gerekir
tarihte daha önce dinsel sosla bulanmış sosyalist hareketler olmuştur. Hatta bu
hareketlerin kökeni Marksizmden daha eskidir. Ama bu hareketlerin feodal
dönemde ilerici bir özelliği varken artık bu ilerici özelliği kalmamıştır.
Çünkü bu hareketler dinin politik hayatta egemen aktör olduğu bir zamanda
çıkmıştır ve zorunlu olarak dinsel bir renge bürünmüşlerdir ama o zamanın
egemen devlet anlayışına göre Thomas Münzer’in büründüğü dinsel renk bu zamanın
ateizmine denk düşmektedir.
Bu yüzden Thomas Münzer’in zamanında Binyılcı
hareketin üyesi olmak en ilerici eylemdir ve öyle kalacaktır. Fakat özellikle
artık siyasal İslamın da Ortadoğu’da gerilemeye başlamasıyla birlikte dinsel
bir renge boyanmış sosyalizm ne kadar gerçekçidir? Bunun gerçekçi olmadığı
aşikardır. Ayrıca Marx ve Engels’in laflarına dogmatizmden dolayı değil de hiç
değilse güncel konjonktürün tekrar Marx ve Engels’in dediklerine yaklaşmaya başlamasından
dolayı kulak vermeliyiz yoksa bu zamanın yenilikçi dinle barışık sosyalist
grupları da çok eleştirdikleri “ortadoks” hastalığına yakalanacağa benziyorlar.
“Hristiyanlığın çileciliğine sosyalist bir renk
vermekten daha kolay şey yoktur. Hristiyanlık özel mülkiyete karşı, evliliğe
karşı, devlete karşı çıkmamış mıdır? Bunların yerine yardımseverliği ve
yoksulluğu, evlenmemeyi ve nefse eza etmeyi, manastır yaşamını ve kiliseyi vaaz
etmemiş midir? Hristiyan sosyalizmi, rahibin, aristokrasinin kin dolu
kıskançlığını takdis ettiği kutsal sudan başka bir şey değildir.”
(Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:82,Sol Yayınları)
Ayrıca biz sosyalist hareketi dini bir sosa buladığımız
zaman zorunlu olarak dindeki bazı sorunlu yanları da edinmek ve kabul etmek
zorunda kalmış oluruz. Örnek olarak karşı cinsle ilişkilerimizde dinsel
önyargılarla davranmak zorunda kalabiliriz ve bu da bizim hayal ettiğimiz
anlayışa terstir ekmeği eşit bölüşebilsek bile dinsel bir sosyalizmde toplumsal
cinsiyet sorununu yeniden hortlatmış olacağımız çok nettir ayrıca sınıflar
savaşımını din tarihinin bir uydusu durumuna da sokabilme tehlikemiz vardır ve
bu Marksizmin kısıtlanması olacaktır. Bu gibi nedenlerden ötürü dini bir
sosyalizm güncel konjonktüre uymamakta ve bugünün ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır.
Ustalarımızın bu tehlikeye şöyle dikkat çektiklerini unutmayalım.
“Diğer insanlarla ilişkilerimizde salt insanca
duygular duymamız olanağı, daha şimdiden içinde yaşamak zorunda olduğumuz,
uzlaşmaz karşıtlık ve sınıf egemenliği üzerine kurulu toplum tarafından zaten
yeterince bozulmuştur, bu duyguları bir din düzeyine yükselterek daha da fazla
bozmamızın hiçbir nedeni yoktur. Ve aynı şekilde, halen özellikle Almanya’da
geçerli olan tarih yazım tarzıyla, tarihteki büyük sınıf savaşımlarını
kavramamıza zaten yeterince gölge düşürülmüştür, bir de sınıflar savaşımını din
tarihinin basit bir eklentisi haline dönüştürerek bu kavrayışın büsbütün
olanaksız kılınmasına hiç gerek yoktur.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:223,Sol
Yayınları)
Cemaat
ve AKP üzerine bir not
Yazıyı sonlandırırken daha yakın zamanlara gelirsek
dinin sınıfsal yanını daha iyi anlayabiliriz. Cemaat hareketi adında aslında
her dinsel hareketin olduğu gibi politik bir figür olan bir grubun kendi
sınıfsal hizbine AKP tarafından yapılan saldırıdan sonra nasıl bir tutum aldığı
ortadadır. Cemaat ne kadar dinsel bir oluşum olsa da ve halkın gözünde maddi
bir dünyanın temsilcisi olmaktan öte ruhani dünyanın temsilcisi olsa da son
çatışmalar Cemaatin maddi dünyanın radikal bir temsilcisi olduğunu açığa
çıkarmıştır ve her dini harekete kısmet olmayan maskesi düşmüştür.
AKP’nin dershaneleri kapaması ile başlayan kavga
birbirlerinin rant alanlarına müdahale ile devam etmiştir aslında bu olay
dershanelerin kapanması olayından daha derindir iki farklı burjuva hizbinin
asıl sorunu AKP’nin İran gaz endüstrisiyle kurduğu yakın ilişkidir AKP’nin bu
ilişkileri Cemaatin sınıfsal çıkarlarıyla uyuşmadığından çatışma çıkmıştır. Yani
çatışma dershane çatışması değildir bunun bir geçmişi vardır. Hatırlarsanız
operasyonun 1 yıl önceden planlandığına dair bilgiler sızmıştır. Aslında
Cemaati bir noktada tebrik etmek lazım 1 yıl operasyon hazırlayacaksın ve
MİT’in ya da herhangi bir kurumun haberi olmayacak bu inanılmaz başarılı bir
illegalitedir bu yüzden kendilerini bu konuda tebrik etmek lazım.
Bu demek değildir ki bu iki unsur bir daha
anlaşmayacak eğer karşılarına güçlü bir sol muhalefet çıkarsa ya da bu iki
unsur bu çatışmanın kendilerine çok zarar verdiğini düşünüp anlaşma yoluna
giderse şaşırmamak lazımdır. Tarihten hatırlayalım Alman burjuvazisi 1848’de
proleter hareketten korkup aristokrasi ile anlaşma yoluna gitmemiş midir? İşte
bu yüzden Cemaatin AKP ile yeniden anlaşmasında şaşılacak bir yan yoktur. Fakat
bu iki unsurun ille de anlaşacağına dair de bir yorum yapılamaz aralarındaki
çatışma belli bir eşiği aşarsa bu iki unsurun anlaşması imkansızdır. Yani
cevabı tarih verecektir diğer bütün yorumlar şu aşamada spekülasyon olmaktan
öteye geçemeyeceği kesindir.
Fethullah Gülen’in daha önce yaptığı “firavun”
tanımının kime gittiği çok nettir ya da okuduğu bedduanın hangi partiye
söylendiği de çok nettir. Ama bize bugün çok net gelen bu olgu belki ileride
anlaşılmayacaktır tıpkı hristiyanlıktaki 666 meselesinde olduğu gibi 666
geçmişte Neron’u sembolize ediyor idiyse. Günümüzde en azından belli bir kesim
için Recep Tayyip Erdoğan’ı sembolize etmektedir. Erdoğan’ın Roma’yı mı yoksa
kendini mi yakacağı ise güncel politikanın en önemli merak konusu olarak
gözükmektedir.