2 Ocak 2014 Perşembe

Maddi Temelden Dini Düşünmek ve Eleştirmek


İnsanlık her zaman yaşam üzerine düşünmüş ve sorular sormuştur. Bu soru sorma olgusu entelektüel bir lafazanlık olmanın ötesinde insanlığın kendi yaşamını örgütlemesi ve içinde bulunduğu sorunları çözmesi ihtiyacından ortaya çıkmıştır. Teori yapmak ya da düşün ürünü üretmek o günün güncel sorunlarından dolayı oluşmaktadır. Bu yüzden kimilerinin zannettiği gibi düşün ürünü üretmek gereksiz ve güncel hayattan kopuk bir şeymiş gibi bir algıya kapılmak cehaletin göstergesidir. Hatta günümüzde teori yaptığını zanneden bazı nev-i şahsına münhasır insanlar teorinin güncel hayatla ilişkisini anlamamakta ve temeli olmayan yazılar yazıp kağıt israfına sebep olmaktadırlar.

Çünkü bir idealist filozof bile ilk bakışta ne kadar soyut görünse de o filozofun uzmanı olanlar bu kişinin yazılarının maddi hayattaki karşılığını bulabilmektedirler. Yukarıda bahsettiğimiz kişiler bu yüzden teori yapamamaktadırlar (günümüzdeki küçük-burjuva entelektüelleri) ve bir dönemin ihtiyacını karşılayamadıkları, bu sistemin hassas noktasını onaramadıkları ve bu yüzden kapitalizmi ileride restore edemeyecekleri için aslında onlara bir teşekkür borcumuz vardır.

Aynı şey din içinde geçerlidir. Dinde ne kadar soyut gibi görünse de aslında dinin de maddi bir temeli vardır. Çünkü din insanın özü olan toplumsal ilişkiler bütünün bir çocuğudur ve bu yüzden maddi bir olgunun ürünü de ne kadar metafizik görünse de onun da maddi bir yanı olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Din diyince aklımıza şu klasik ve asla eskimeyecek bir tanımlar geliyor:

“ Dinsel açlık, bir yandan gerçek açlığın dışavurumu, bir yandan da gerçek açlığa karşı protestodur. Yaratığı bunaltan içli bir ezgi olan din, tinin dışladığı toplumsal koşulların tini, kalbi olmayan bir dünyanın ruhudur. O halkların afyonudur.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:35,Sol Yayınları)

“ Bir halkın siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları anlayışları, fikirleri, vb. üretenler insanların kendileridir… Bu bakımdan ahlak,din, metafizik ve ideolojinin tüm geri kalan kısmı ve bunlara tekabül eden bilinç biçimleri, artık özerk görünümlerini yitirirler. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine maddi üretimlerini ve karşılıklı maddi ilişkilerini geliştiren insanlar, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değiştirirler. Yaşamı belirleyen bilinç değil tersine bilinci belirleyen yaşamdır.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:66-67,Sol Yayınları)

Görüldüğü gibi din deyince aklımıza insanların belli koşullar altında yarattıkları ürünler gelmektedir. İnsanın özü de toplumsal ilişkiler bütünü olduğuna göre, bu toplumsal ilişkiye geçen özneler belli sınıflardan oluşuyorsa ve bu sınıfların ve aynı sınıf içindeki belli hiziplerin birbirlerinden farklı çıkarları olduğuna göre sömürücü sınıfların bir hizmetkarı olan(tarihteki genel durum istisnaları vardır) din olgusu da değişime uğramıştır. Böylece tarih içinde farklı dinler ve aynı din içinde farklı mezhepler oluşmuştur. Bu dinler arası ve mezhepler arası çatışmanın ana nedeni ideolojik ayrılık olmaktan öte farklı mezheplerin üyelerinin toplumda farklı bir hizbin temsilcisi olması durumundan meydana gelmiştir. Bilindiği üzere eğer devlet belli bir sınıfın diğer sınıflar ve hizipler için zor kullanma aygıtı ise dinsel bir devlet ise kendi mezhebi dışındaki mezheplere yaşam hakkı vermemektedir çünkü varlığını diğer mezhepleri ezme üzerinden üretmektedir.

Türkiye’de aslında dinsel bir devlettir çünkü devletin resmi dini olan İslamın suni-hanefi mezhebi(reel olarak böyledir her ne kadar devletin dini yoktur desinler önemli değil) diğer dinlere(Hristiyanlık,Musevilik) ve diğer mezheplere(Şiilik, özellikle Alevilik) baskı uygulamaktadır. Özellikle Aleviliğe yaşam hakkı bile tanımamaktadır ve eskiden olduğu gibi Alevilikte insan hakları üzerinden var olma mücadelesi vermektedir. Ustalarımız bu olduğu şöyle teorize etmektedirler:

“Bir devlet eşit haklara sahip birkaç mezhep barındırmaya başladığı an, bir başka mezhebe inananları delalet mezhebine mensup gibi mahkum eden, her ekmek parçasını inanca bağlı kılan, dogmayı bireyler ile bu bireylerin yurttaş olarak varlıkları arasında bir bağ durumuna getiren bir kilise olmadan, özel dinsel mezheplere zarar vermeden, dinsel bir devlet olamaz. Gidin bunu “zavallı,yeşil Erin’in (İrlanda’nın) katolik halkına sorun, Fransız devrimi öncesinin protestanlarına sorun, onlar dinden yardım istemediler, çünkü dinleri devlet dini değildi, ama “insan haklarından” yardım beklediler; ve felsefe, insan haklarını yorumluyor ve devletin, insan doğasının devleti olmasını istiyor.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:30,Sol Yayınları)

Din Konusunda Marksist Tavır Nasıl Olmalıdır?

Bilindiği üzere din konusunda çeşitli Marksist oluşumlar çeşitli tavırlar takınmışlardır. Bir kısmı kökten dini yasaklamak için çalışmışlardır,(aslında yasa ile yasaklama ile dinin yok olacağı gibi bir sapma içindedirler ve yaptıkları blanquizm olmaktadır) bir kısmı dine özgürlük tanımıştır, bir kısmı ise dinin komünizm aşamasında kendiliğinden söneceğine inanmıştır ve işi komünist aşamaya havale edip bu konudan sıyrılmaya çalışmıştır. Aslında yukarıda saydığımız 3 unsurda Marksizmin sapaklarında gezinmektedir. Marksizm bu konuda alması gereken tavır çok nettir. Marksizm dine özgürlük tanımaya karşıdır fakat bu demek değildir ki din yasa yoluyla yok olacaktır Marksizm dinin yasa yoluyla yok olacağına inanmaz bu yüzden dine karşı aktif bir mücadele gösterir ve bu aktif mücadelenin komünizm aşamasında nihai başarıya ulaşacağına inanır işte bu yüzden Marksizm dinin komünizmde kendiliğinden yok olacağına inanan akımlarında bu sapma içinde yer alması gerektiğini belirtir.

“ Öyleyse tarihin görevi, gerçekliğin ötesindeki dünya bir kez ortadan kalktıktan sonra, bu dünyanın gerçekliğini kurmaktır. İnsanın kendine yabancılaşmasının kutsal biçimi bir kez açığa çıkarıldıktan sonra, kutsal-olmayan biçimlerinde kendine yabancılaşmanın maskesini indirmek tarihin hizmetinde olan felsefenin doğrudan görevidir. Böylece cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:35-36,Sol Yayınları)

“Kuşkusuz, eleştirinin silahı silahların eleştirisinin yerini alamaz, maddi güç ancak maddi güç tarafından yenilebilir, ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir. Teori ad hominem kanıtlar kanıtlanmaz, yığınları sarabilir, ve radikal duruma gelir gelmez de ad hominem kanıtlamalara başlar. Radikal olmak, işleri kökünden kavramaktır. Ama insan için kök, insanın kendisidir. Alman teorisinin radikalizminin, dolayısıyla pratik enerjisinin açık kanıtı, hareket noktasının kararlı ve olumlu bir biçimde dinin ortadan kaldırılması olmasıdır.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:43,Sol Yayınları)

Hristiyanlığın Başarısı ve Onun Maddi Yanı

Din konusunda nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini yukarıda belirtmiştik. Bundan sonra açıklanması gereken şey ise dinin hangi koşullarda başarıya ulaşabildiğidir. Başta aklımızda tutmamız gereken olgu dinin insan hayatından kopuk bir şey olmadığıdır. Din maddi hayattaki savaşımların,bunalımların bir yansımasıdır. Bu savaşımlardan uzun bir süre geçtikten sonra insanlar dinde geçen sembolik anlamların neye karşılık geldiğini anlayamamakta ve kendi hayal güçleriyle farklı bir şekilde kendi dinsel pratiklerini yaratmaktadırlar. Aslında dinin içindeki bu zayıf nokta yüzünden hiçbir din ilk çıktığı haliyle yaşanamamakta ve uygulanamamaktadır çünkü din belli toplumsal ilişkilerden ortaya çıkan bir olgu olduğu için zaman içinde toplumsal ilişkilerin değişmesiyle dinin buyrukları eskimekte ve insanlar kendi inanç sistemleri sürekli reforme etmektedirler.

Bu yüzden dinin değişmez olduğu anlayışı ile hareket edersek gerçekleri görmekte sorun yaşarız(ister Hristiyanlık, ister Müslümanlık olsun). Din de tıpkı diğer politik mücadele biçimleri gibi bir toplumun bunalım dönemlerinde güç kazanabilen bir olgu olmuştur. Nasıl ki Ekim devrimi 1.paylaşım savaşından kaynaklanan açık ve sefalet bir yansıması ise Hristiyanlığın başarısı da Roma dönemindeki ekonomik çalkantıların ve bunalımın bir yansımasıdır. Aralarındaki fark Ekim devrimi cenneti dünyada sunarken Hristiyanlık öbür dünyada sunmuş ve egemen sınıfların çıkarı adına bu bunalım döneminin atlatılmasını sağlamıştır. Bu döneme daha da yakından bakalım.

“ Bağımsızlığın ve geleneksel örgütlenmenin çözülüşüne, asker ve sivil yetkililer tarafından yapılan yağmalar eklendi; bunlar, önce boyunduruk altında tuttuklarının servetlerini ellerinden alıyor, ve sonra yeni haraçlar verebilmeleri amacıyla bu servetleri tefeci faizleriyle yeniden onlara borç olarak veriyorlardı. Doğal ekonominin tek başına ya da çok geniş bir ölçüde hüküm sürdüğü bölgelerde, bu durumun sonucu olarak vergilerin ağırlığı ve para gereksinimi köylülerin yazgısını giderek daha çok tefecilerin eline bırakıyor, servetlerde büyük bir oransızlık yaratıyor, zenginleri daha zengin ve yoksulları tam yoksul yapıyordu. Ve tek başlarına olan küçük kabilelerin ya da kentlerin Roma’nın dev gücüne karşı her direnişi umutsuzdu. Buna nasıl çare bulunacaktı, köleleştirilenler için, ezilenler için, yoksullaştırılmışlar için hangi kurtuluş kapısı vardı, birbirinden ayrılan ya da hatta karşıt çıkarları olan bu değişik insan grupları için hangi ortak çıkış noktası bulunacaktı? Ne de olsa bir tane bulmak gerekiyordu, tek bir büyük devrimci hareketin bütün bunları kucaklaması gerekiyordu. Bu çıkış yolu bulundu; ama bu dünyada değil. Ve o zamanın koşullarında, yalnızca din böyle bir çıkış yolu sunabilirdi.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:310-311,Sol Yayınları)

İnsanların akıllarında şu soru olabilir “Peki din maddi yaşamın bir yansıması ise bunun maddi yanı nerede?”. Daha önce belirttiğimiz şeylerin üzerine koyarak ilerlediğimizde herhangi bir dinin ortaya çıktığı(sınıflı toplumdan sonra çıkan dinler için geçerlidir) zamanda o zamanın belli politik,ekonomik vs. mücadelelerini yansıtması gerekmektedir. Tabi din bu mücadeleleri açık açık belirtmemekte herkes anlamasın diye bir takım şifreleme yöntemleriyle belli ve sığ bir kesimin anlamasını amaçlamaktadır. İşte bu yüzden İncil okuyanda Kur’an okuyanda eğer sıradan bir kişiyse anlaması imkansızdır. Ve bu da belli bir dinsel sınıfın oluşmasını sağlamaktadır(Müslümanlar ne kadar reddederse etsin onlarda da vardır). Sıradan bir insanın Hristiyanlıktaki 666 sayısından anladığı ile orada belirtilmek istenen 666 manası birbirinden farklıdır. Engels 666 sayısındaki sırrı şöyle açıklamaktadır:

“İşte bilgelik. Zeki olan hayvan sayısını hesaplasın; çünkü sayı, bir insan sayısıdır ve sayısı 666’dır… “Görmüş olduğun hayvan var oldu ve o, artık yok… Yedi baş, üzerinde kadının oturduğu yedi dağdır. Aynı zamanda yedi kraldır. Beşi düştü, geriye bir tane kaldı, ve diğeri de henüz gelmedi. Geldiği zaman, az zaman kalmış olacak. Ve eskiden olan ve artık olmayan hayvanın kendisi sekizincidir ve yedi tanedir… Ve görmüş olduğun kadın yeryüzü kralları üzerinde hüküm süren büyük kenttir.” Bu pasaj bize iki açık bilgi sağlıyor: 1. Lal rengi bayan, dünyanın kralları üzerinde hüküm süren büyük kent Roma’dır, 2.kitabın yazıldığı dönemde, altıncı Roma imparatoru hüküm sürmektedir, ondan sonra kısa bir süre hüküm sürecek bir başkası gelecektir, sonra da gizemli sayının adını içerdiği ve İrene’nin de onun Neron olduğunu bildiği “yedilerden biri”, yaralanmış ama iyileşmiş biri geri dönmüş olacaktır.. Öyleyse kitabımızın 9 Haziran 68’den 15 Ocak 69’a kadar hüküm süren Galba’nın hükümdarlığı altında yazılmış olması gerekiyor. Kitap, Neron’un geri dönüşünü çok yakın olarak önceden haber veriyor.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:193-194,Sol Yayınları)

“(nun) n=50, (resch) r=200, (vau) o=6, (nun) n=50,(keph) k(q)=100, (samech) s=60,(resch) r=200… Neron Kesar, imparator Neron, Yunanca Neron Kaiser Demek ki, eğer Yunan yazımını kullanmak yerine, latince Nero Caeser’ı İbrani harflerle yazarsak Neron’un sonundaki nun ortadan kalkar ve onunla birlikte 50 değer de azalır. Böylece öteki eski değere 616’ya varıyoruz, kanıtlama her açıdan eksiksizdir.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:195,Sol Yayınları)

Görüldüğü gibi 666 sayısını incelediğimizde sıradan insanın algısıyla gerçekte bu sayının belirttiği şey birbirinden çok farklıdır. Ama henüz her şeyi açıklamıyoruz bazı insanlar haklı olarak bize şöyle bir soru yöneltebilir “Hristiyanlığın gerçek söylediğinden ziyade eğer kitleler hristiyanlığı egemen sömürücü sınıfın yararına değil de ortakçı bir anlayışla edinmişlerse ya da onlarda böyle bir potansiyel varsa bu hristiyanlığın bizim için ne zararı var?” Bu soruya cevabımızı aşağıda vereceğiz.

Feodal Sosyalizme Yetmez ama Hayır

Öncelikle bir tarihsel olguyu saptamamız gerekir tarihte daha önce dinsel sosla bulanmış sosyalist hareketler olmuştur. Hatta bu hareketlerin kökeni Marksizmden daha eskidir. Ama bu hareketlerin feodal dönemde ilerici bir özelliği varken artık bu ilerici özelliği kalmamıştır. Çünkü bu hareketler dinin politik hayatta egemen aktör olduğu bir zamanda çıkmıştır ve zorunlu olarak dinsel bir renge bürünmüşlerdir ama o zamanın egemen devlet anlayışına göre Thomas Münzer’in büründüğü dinsel renk bu zamanın ateizmine denk düşmektedir. 

Bu yüzden Thomas Münzer’in zamanında Binyılcı hareketin üyesi olmak en ilerici eylemdir ve öyle kalacaktır. Fakat özellikle artık siyasal İslamın da Ortadoğu’da gerilemeye başlamasıyla birlikte dinsel bir renge boyanmış sosyalizm ne kadar gerçekçidir? Bunun gerçekçi olmadığı aşikardır. Ayrıca Marx ve Engels’in laflarına dogmatizmden dolayı değil de hiç değilse güncel konjonktürün tekrar Marx ve Engels’in dediklerine yaklaşmaya başlamasından dolayı kulak vermeliyiz yoksa bu zamanın yenilikçi dinle barışık sosyalist grupları da çok eleştirdikleri “ortadoks” hastalığına yakalanacağa benziyorlar.

“Hristiyanlığın çileciliğine sosyalist bir renk vermekten daha kolay şey yoktur. Hristiyanlık özel mülkiyete karşı, evliliğe karşı, devlete karşı çıkmamış mıdır? Bunların yerine yardımseverliği ve yoksulluğu, evlenmemeyi ve nefse eza etmeyi, manastır yaşamını ve kiliseyi vaaz etmemiş midir? Hristiyan sosyalizmi, rahibin, aristokrasinin kin dolu kıskançlığını takdis ettiği kutsal sudan başka bir şey değildir.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:82,Sol Yayınları)

Ayrıca biz sosyalist hareketi dini bir sosa buladığımız zaman zorunlu olarak dindeki bazı sorunlu yanları da edinmek ve kabul etmek zorunda kalmış oluruz. Örnek olarak karşı cinsle ilişkilerimizde dinsel önyargılarla davranmak zorunda kalabiliriz ve bu da bizim hayal ettiğimiz anlayışa terstir ekmeği eşit bölüşebilsek bile dinsel bir sosyalizmde toplumsal cinsiyet sorununu yeniden hortlatmış olacağımız çok nettir ayrıca sınıflar savaşımını din tarihinin bir uydusu durumuna da sokabilme tehlikemiz vardır ve bu Marksizmin kısıtlanması olacaktır. Bu gibi nedenlerden ötürü dini bir sosyalizm güncel konjonktüre uymamakta ve bugünün ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır. Ustalarımızın bu tehlikeye şöyle dikkat çektiklerini unutmayalım.

“Diğer insanlarla ilişkilerimizde salt insanca duygular duymamız olanağı, daha şimdiden içinde yaşamak zorunda olduğumuz, uzlaşmaz karşıtlık ve sınıf egemenliği üzerine kurulu toplum tarafından zaten yeterince bozulmuştur, bu duyguları bir din düzeyine yükselterek daha da fazla bozmamızın hiçbir nedeni yoktur. Ve aynı şekilde, halen özellikle Almanya’da geçerli olan tarih yazım tarzıyla, tarihteki büyük sınıf savaşımlarını kavramamıza zaten yeterince gölge düşürülmüştür, bir de sınıflar savaşımını din tarihinin basit bir eklentisi haline dönüştürerek bu kavrayışın büsbütün olanaksız kılınmasına hiç gerek yoktur.” (Marx-Engels,Din Üzerine,Sayfa:223,Sol Yayınları)

Cemaat ve AKP üzerine bir not

Yazıyı sonlandırırken daha yakın zamanlara gelirsek dinin sınıfsal yanını daha iyi anlayabiliriz. Cemaat hareketi adında aslında her dinsel hareketin olduğu gibi politik bir figür olan bir grubun kendi sınıfsal hizbine AKP tarafından yapılan saldırıdan sonra nasıl bir tutum aldığı ortadadır. Cemaat ne kadar dinsel bir oluşum olsa da ve halkın gözünde maddi bir dünyanın temsilcisi olmaktan öte ruhani dünyanın temsilcisi olsa da son çatışmalar Cemaatin maddi dünyanın radikal bir temsilcisi olduğunu açığa çıkarmıştır ve her dini harekete kısmet olmayan maskesi düşmüştür.

AKP’nin dershaneleri kapaması ile başlayan kavga birbirlerinin rant alanlarına müdahale ile devam etmiştir aslında bu olay dershanelerin kapanması olayından daha derindir iki farklı burjuva hizbinin asıl sorunu AKP’nin İran gaz endüstrisiyle kurduğu yakın ilişkidir AKP’nin bu ilişkileri Cemaatin sınıfsal çıkarlarıyla uyuşmadığından çatışma çıkmıştır. Yani çatışma dershane çatışması değildir bunun bir geçmişi vardır. Hatırlarsanız operasyonun 1 yıl önceden planlandığına dair bilgiler sızmıştır. Aslında Cemaati bir noktada tebrik etmek lazım 1 yıl operasyon hazırlayacaksın ve MİT’in ya da herhangi bir kurumun haberi olmayacak bu inanılmaz başarılı bir illegalitedir bu yüzden kendilerini bu konuda tebrik etmek lazım.

Bu demek değildir ki bu iki unsur bir daha anlaşmayacak eğer karşılarına güçlü bir sol muhalefet çıkarsa ya da bu iki unsur bu çatışmanın kendilerine çok zarar verdiğini düşünüp anlaşma yoluna giderse şaşırmamak lazımdır. Tarihten hatırlayalım Alman burjuvazisi 1848’de proleter hareketten korkup aristokrasi ile anlaşma yoluna gitmemiş midir? İşte bu yüzden Cemaatin AKP ile yeniden anlaşmasında şaşılacak bir yan yoktur. Fakat bu iki unsurun ille de anlaşacağına dair de bir yorum yapılamaz aralarındaki çatışma belli bir eşiği aşarsa bu iki unsurun anlaşması imkansızdır. Yani cevabı tarih verecektir diğer bütün yorumlar şu aşamada spekülasyon olmaktan öteye geçemeyeceği kesindir.


Fethullah Gülen’in daha önce yaptığı “firavun” tanımının kime gittiği çok nettir ya da okuduğu bedduanın hangi partiye söylendiği de çok nettir. Ama bize bugün çok net gelen bu olgu belki ileride anlaşılmayacaktır tıpkı hristiyanlıktaki 666 meselesinde olduğu gibi 666 geçmişte Neron’u sembolize ediyor idiyse. Günümüzde en azından belli bir kesim için Recep Tayyip Erdoğan’ı sembolize etmektedir. Erdoğan’ın Roma’yı mı yoksa kendini mi yakacağı ise güncel politikanın en önemli merak konusu olarak gözükmektedir.