Siyasal ideoloji ve tarihle ilgilenen uzmanlar
faşizmi genellikle Hitler ve Mussolini dönemi ile sınırlı tutmaktadırlar bazı
uzmanlar Latin Amerika’da 70’lerde yapılan askeri darbelerin faşizm olmadığını
iddia etmektedirler. Çünkü bu tarz faşist diktatörlüklerin Hitler’in faşist
anlayışı ile bazı farklılıkları olmalarından dolayı 70’lerdeki askeri
diktatörlüklerin faşizm olarak tanımlanmasının yanlış olduklarını
belirtmiştirler.
Fakat faşizmin sadece Hitler dönemindeki faşizmden
sınırlı olmadığını tespit etmemiz gerekir. Faşizm zamana ve mekana göre
değişiklik gösterir. Yani faşizm zaman içinde ve zaman değişmese bile farklı
coğrafi ve ekonomik ilişkilerin oldukları bölgelerde bir takım farklılıklar
göstermektedir. Bundan dolayı 70’lerdeki Latin Amerikadaki askeri
diktatörlüklerde faşizmin alanına girmekte aynı zamanda günümüzde Türkiye’nin
siyasal rejimi de faşizm içinde
değerlendirilmesi gerekmektedir. Kurulduğu günden beri faşizmle yönetilen Türkiye’de
70’li yıllarda “gizli faşizm” biçimine bürünen rejim artık zaman içinde
gizliliğini yavaş yavaş lağvetmeye başlamış ve Tayyip Erdoğan zamanında açık
faşizme dönüşmesine ramak kalmıştır.
Türkiye Cumhuriyetinin eskiden kafalara koyduğu
duvarlarla yetinmeyip “güçlü Türkiye” şiarıyla yola çıkan Erdoğan ırkçı
düşüncelerini demokratikleşme kisvesi altına gizlemekte, bir dediği bir
dediğiyle uyuşmayan cümleler söylemekte, bunla da yetinmeyip “kalkınma” maskesi
altında barajlar,yollar yaparak halkların istediği meşru hakları boğmaya
çalışmaktadır. Çünkü sınıra baraj yaparak Kürt halkının Türkiye’ye girişini
engellemeye çalışmakta, yollar inşa ederek askerlerin bir yerden bir yere
gidişini kolaylaştırıp halkı öldürmenin ya da hapse atmanın imkanını oluşturmakta,
kalekollar yaparak açlığa terk ettiği insanları sınır ticareti yaptığı için kuş
avlar gibi avlamanın hayalini kurmaktadır bunu yaparkende “terörle mücadele”
şiarını dilinden düşürmemektedir.
İsrail’in Filistin’e ördüğü duvarların aynısını
Rojava sınırına örmeye çalışarak Anadolu’nun İsrail’i olduğunu tekrar tekrar
kanıtlamaktadır. Fakat bunu halktan gizlemek için “one minute” diye öğretmeni
olduğu İsrail’e sözde rest çekmektedir. Mısır’da devlet görevlilerinin
öldürdüğü çocuk için ağlarken ekmek almak için başından gaz kapsulü ile vurulan
ve halen komada Berkin Elvan için ağzını bıçak açmamaktadır. Berkin için adalet
eylemlerini plastik mermi ve gaz bombalarıyla terörize etmekten başka bir şey
yapmayan Erdoğan’ın “ileri demokrasi” şiarı “ileri faşizm”den başka birşeyden
oluşmadığı artık gün gibi açıktır. Ne demek istediğimizi daha da açmak için
önce faşizmi tanımlayalım:
“Faşizm ne sınıfların
üstünde var olan bir güç, ne de küçük burjuvazinin ya da yozlaşmış proletaryanın (lümpen proletarya) finans kapital
üzerindeki iktidarıdır. Faşizm finans kapital iktidarıdır. Faşizm finans
kapital iktidarının ta kendisidir; işçi sınıfı ile köylülerin ve aydın
kitlenin devrimci kesimlerine karşı örgütlenmiş bir yıldırıcı öç alma
hareketidir. Dış siyaset açısından faşizm en kaba biçimiyle bağnaz bir
milliyetçiliktir; öteki uluslara karşı kini körükler.”(Dimitrov, Faşizme Karşı
Birleşik Cephe,Sayfa:88,Evrensel Basım Yayın)
Genelde insanların
Tayyip Erdoğan dönemini değerlendirirken yanılgıya düştüğü noktalardan biridir
yukarıdaki alıntı. Tayyip Erdoğan’ın burjuvazinin bir kanadının değilde sanki
mahalle serserisi çapulcuların desteğiyle kendi diktatörlüğünü ve kendi egemenliğini
ilan ettiği algısı ulusalcı kesimde çok yaygındır.
Bilindiği üzere Tayyip
Erdoğan sadece burjuvazinin bir piyonudur onlardan izinsiz tuvalete bile
gidemez. Tayyip Erdoğan’ın burjuvazinin güdümünde olması onun bol sıfırlı banka
hesabı olmasına engel değildir. Tayyip Erdoğan Anadolu burjuvazisinin piyonudur
bunla da yetinmeyen Erdoğan her ne kadar İstanbul burjuvazisi ile çatışıyormuş
gibi görünsede aslında onlarlada arası iyidir. Gezi ayaklanmasında Divan otelin
açılması burjuvazinin ikili oyununun göstergesidir. Bunun kanıtı ise
Olimpiyatların İstanbul’a gelmesi için Türkiye heyetinde Koç grubundan
kişilerin olduğu aslında bu çatışmanın Tayyip Erdoğan’ın “one minute” çıkışının
lokal bir tekrarı gibidir. Türkiye’deki faşizmin başka bir özelliğine geçersek:
“Ekonomik ve sosyal sorunlar açısından Faşizmin
programı sindirilmemiş ve birbiriyle çelişen bir sürü laf kalabalığıdır. İleri
sürülen formüllerin başlıca niteliği akıl almaz derecede demagoji ile dolu
bulunmasıdır.” (Paul Sweezy, Kapitalist Gelişim Teorisi, XVIII.Bölüm,
Faşizm)
“Faşizmin bu gerçek
yüzünü özellikle belirtmek gerekir. Çünkü faşizm, birtakım ülkelerde -toplumsal
demagoji maskesi altında- krizin yerinden oynattığı küçük burjuva kitlesinin, hatta proletaryanın en geri tabakalarının
bazı kesimlerinin desteğini kazanmıştır. Bu güçler faşizmi, eğer onun gerçek sınıfsal niteliğini
ve gerçek yapısını kavrayabilselerdi, asla desteklemeyeceklerdi.” (Dimitrov, Faşizme
Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:88, Evrensel Basım Yayın)
Tayyip Erdoğan’ın demogojik
örnekleri saymakla bitmez fakat en yakın örnek olarak verebileceğimiz örnek
herhalde öğrenci evleri meselesidir. Tayyip Erdoğan önce yurtları birbirinden
ayırmış bunla da yetinmek istemeyen Erdoğan yatak odası polis birimini devreye
sokmuş ve klasik kapitalist rejimin bile kurallarını çiğneme pahasına konut
dokunulmazlığı yasasını yerle bir edip özel hayata müdahele etmeye kalkmıştır.
Bunu yapmak için “fuhuşla mücadele” altında faşist uygulamalarını pazarlamaya
çalışmakta ve kız erkek aynı evde kalan insanlara hakaret etmektedir. Halbuki
kız-erkek aynı evde kalsa bu fuhuş olmayacak ve eğer bu insanlar aralarında bir
cinsel münasebet olsa bile bu konu zorlamanın olmadığı koşullarda bir tek bu
iki yetişkin bireyi ilgilendirmektedir.
Tayyip Erdoğan baskı
konusunda böylece bir ilke imza atmıştır. Kürtleri çözüm süreci ile asimile
etmeye çalışan Erdoğan kendi arka bahçesi olarak düşündüğü yerde ise kürtajı
yasaklayarak ve kendi ahlaki değerlerine uygun olarak ev hayatını düzenlemeye
çalışarak tek tip adam yetiştirme modeli uygulayarak Hitler’in ari Alman ırkı projesinin Türkiye
formatı olarak elinde Kuran ve İpad olan nesil projesi ile değiştirmiş, İçkiyi
fiiliyatta yasaklamış ve bunu “batı devletleri ile uyumlu olması” maskesi
altında pazarlamaya kalkmaktadır. Biraz düşünürsek içkinin en çok tüketildiği
zaman dilimi olan 22:00’den sonra olduğu açık bir olgu olduğuna göre 22:00’den
sonra içki satış yasağı aslında bütün olarak bunun içki yasağı olduğu çok
nettir.
Bazı kişilerin
kafasında “Neden hala parlemento açık?” “Eğer Faşizm olsaydı parlementonun
kapatılması gerekmiyor muydu?” gibi soruların bulunması muhtemeldir. Bu gibi
insanların kafasında oluşan bu karmaşıklık yukarıda belirttiğimiz unsurlardan
kaynaklanmaktadır. Daha da açarsak bu kişiler, faşizmi sadece Alman faşizmden
ibaret olarak görmenin bir yansıması olarak böyle bir akıl yürütmenin kurbanı
olmaktadırlar.
Halbuki faşizm
bukelemun ile sülüğün melezlenmiş bir halidir, faşizm bukelemun gibi ortamdaki
her renge bürünebilme özelliğinin yanında sülük gibi kan emme özelliğine de
sahiptir. Halkın kanını emmeyi çok seven faşizm bu kanı emmek için Türkiye’de
parlemento biçimi altında ortaya çıkmanın kendi çıkarı için daha uygun olduğunu
düşündüğünden parlementoyu fesh etmemektedir.
“Tarihi, toplumsal ve ekonomik
koşullar, ulusal özellikler, hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve
faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde gelişmesine yol
açmaktadır.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:88, Evrensel Basım
Yayın)
“Anayasaya karşı
sloganlar kullanan Alman faşizminin aksine, Amerikan faşizmi kendini
Anayasanın ve "Amerikan demokrasisinin" muhafızı olarak takdim
etmektedir.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:116, Evrensel Basım
Yayın)
Görüldüğü gibi Türkiye’de
parlementonun olması Türkiye’de faşizmin olmadığını kanıtlamaz. 2002’de gizli
faşizmin yerine açık faşizmi restore etmek için görevlendirilen Erdoğan
burjuvazinin ekonomik krizden çıkmak
için umud ışığıydı. Krizi emekçilerin kanını emerek(hem ekonomik hem gerçek
manada) atlatmayı planlayan Erdoğan faşizmin yasaları gereği o krizi dindirmek
şöyle dursun daha da artmasına neden olmuştur. İktidara gelmeden önce halkın
hoşuna gidecek demagojilerle kitleleri kendine çekmeye çalışan Erdoğan bir anlamda
başarılı olmuştur.
“Faşizmin kitleleri
etkilediği kaynak nedir? Faşizm kitleleri çekebilir, çünkü demagoji yoluyla
onların en acil ihtiyaçlarına
ve isteklerine seslenir.
Faşizm, kitlelerin özünde kökleşmiş ön yargıları alevlendirmekle kalmaz,
onların duygularına, adalet anlayışlarına ve hatta bazen de devrimci geleneklerine
el atar” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:90, Evrensel Basım Yayın)
“Faşizm insanları en
yozlaşmış ve en sömürücü unsurların merhametine terketmekle birlikte; onların karşısına
"dürüst ve yozlaşmamış bir hükümet" isteğiyle çıkar. Burjuva
Demokratik hükümetlerde kitlelerin derin hayal kırıklığına uğradıklarını ileri
sürerek yozlaşmayı -ikiyüzlülükle- yerden yere vurur.” (Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:90,
Evrensel Basım Yayın)
Hatırlanacağı üzere
Tayyip Erdoğan’ın iktidara gelmeden önce ortaya attığı 3Y’le
(yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar) mücadele
şiarı o zaman halkın en acil ihtiyaçlarına cevap vermekteydi. Fakat tarih
Dimitrov’u yanıltmadı ve Erdoğan yoksulluğu,yolsuzluğu,yasakları daha da
arttırdı. 2002’deki sistemin kendini yönetememesinden ve sosyalist mücadelenin
ya da kapitalizme alternatif mücadelelerin güçsüzlüğünden faydalanıp Erdoğan’ın
açık faşizmini kurumsallaştıran yapı aradan 11 yıl sonra tekrar krize girmiştir
kitleler faşist yönetime karşı direnişe geçmekte ve Türkiye tarihinde ilk kez
Gezi ayaklanması gibi bir olayın hem tanığı ve hem öznesi olmuştur. Erdoğan’ın
grevi yasaklayan, kıdem tazminatı hakkını gasp etme arzusundaki yasaları
Dimitrov’un şu sözlerini akıllara getirmektedir:
“Faşizm, işçilere
"adil ücret" vadetti ama, gerçekte onların hayat standartlarını daha
da düşürdü, yoksullaştırdı. İşsizlere iş vadetti; ancak bugün emekçiler
açlıktan -daha da- büyük bir acıyla kıvranıyor, köle emeğe
zorlanıyorlar.”(Dimitrov, Faşizme Karşı Birleşik Cephe,Sayfa:91, Evrensel Basım
Yayın)
İnsanları köle emeğine
zorlayan Erdoğan her ne kadar kriz teğet geçti, ekonomik olarak çok iyi
durumdayız dese de ekonomik veriler Erdoğan'ı yalanlamaktadır. Aşağıdaki veriler
Erdoğan’ın nasıl bir yalan alemi içinde olduğunu kanıtlamaktadır:
“Boratav, IMF verilerine
dayalı yazısında şu sonuca varıyor: “AKP’li yılların Türkiyesi, benzeri
ekonomilerle karşılaştırıldığında (a) ortalamanın altında büyüyen; (b) en fazla
dışa bağımlı; (c) çok düşük oranda yatırım yapan; (d) ulusal tasarruf oranları
daha da düşük bir ekonomidir.”(1)
“Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD)
ikincisini yayınladığı How’s Life? 2013 (Hayat Nasıl?) toplumsal refah raporu,
işgücüne katılımda sonuncu olan Türkiye’nin aynı zamanda OECD ülkeleri arasında
emekçilerin en uzun haftalık çalışma süresine sahip olduğu ülke olduğunu ortaya
çıkardı. Yaşam konforu ve kalitesini ölçen pek çok alanda Türkiye OECD ülkeleri
arasında son sıralarda yer alırken, OECD ülkeleri arasında toplumsal destek
ağlarının en zayıf olduğu ülkenin Türkiye olduğunun anlaşılması düşündürdü…
Türkiye’de ise işgücüne katılım yüzde 48’de kaldı. Listenin son sırasında yer
alan Türkiye’ye, yıllardır finansal krizlerle ve kemer sıkma tedbirleriyle baş
etmeye çalışan Yunanistan 8 puan fark attı.” (2)
Ekonomik ve sosyal baskı uzmanı Erdoğan artık kendi
müttefikleriyle bile çatışma halindedir. Kendi kafasına uygun nesiller
yetiştirmek isteyen Erdoğan bir zamanlar yol arkadaşlığı yaptığı Fethullah
Gülen cemaati ile bile çatışmaya düşmüş, birbirlerine karşı yaptıkları tehdit
ve şantajların boyutu arşivlere sığmaz olmuş, Fethullah Gülen’in Erdoğan’ı
“Firavun”a benzetmesi gibi anolojiler artık bu iki grup arasında günlük hayatın
ritüelleri arasına girmiştir. Erdoğan’ın cezalandırma mekanizmaları Gülen’e
kadar ulaşmış Gülen hareketinin omurgası olan dershaneleri kapama girişimi
Gülen’i şaşkına çevirmiş, Gülen sabır etmekten başka çarelerinin olmadığını
söylemiş hatta bir zamanlar çatışma halinde olduğu askerlerden özür dilemiş
kendisinin bu tutuklama olaylarıyla ilgisinin olmadığını belirtip “elimde olsa
hepinizi bırakırım” diyerek Erdoğan’ı sıkıştırmaya çalışmıştır. Hatta bu gibi
çatışmalar sonunda Erdoğan’ın otoriterden de öte olduğunu Gülen cemaatine yakın
bir gazetede dillendirilmiştir:
“İktidarın ‘muhafazakâr' karakteri,
sergilenen jakoben ve müdahaleci anlayışını mazur görmemizi gerektirmez.
Muhafazakâr bir partinin bu niteliğini politikalarına yansıttığı bir durumu
aşan noktadayız; iktidar, özel alanların kanun yoluyla düzenleneceğini
söylüyor. Yani sınırlı-anayasal devlet, kişi özgürlüğü, özel hayatın gizliliği,
konut dokunulmazlığı vs. aşılıyor. Şehir
Üniversitesi'nden siyaset bilimci Hasan Kösebalaban'ın ifadesiyle: “Devletin
özel alanda denetim yapması otoriterlikten de öte bir durum. Zira otoriter
rejimler kamu alanını kontrol etmeyi kâfi görürler.”(3)
Zaman gazetesinin bile inkar
edemediği gerçek ortadadır. İktidara yakınlığı ile bilinen Mehmet Barlas’ın
“artık Erdoğanı korumak için bahane bulamıyorum” diye yakındığı bir ortamda
Erdoğan’ın faşist kimliği ve uyguladığı politikaların faşist devlet anlayışının
bir ürünü olduğu bugün için reddedilemez bir olgu olmuştur. Erdoğan bir
zamanlar çok eleştirdiği paşalarla aynı konuma düşmüş, kırmızı-beyaz Kemalizmin
yerine yeşil Kemalizmi kurmuştur. Sonuç olarak, kent yoksulları için dayanılmaz
hale gelen Erdoğan’ın durumunun ileride ne olacağı belirsizdir fakat kesin olan
bir şey varki o da faşist yapı ile mücadele etmek ve yok etmek için kapitalizme
alternatif sistemlerden herhangi birinin Türkiye’deki politik hayatta hegemonik
bir aktör olmasıyla mümkündür. Bu yüzden faşizme karşı mücadele Erdoğan’la
sınırlı olmamalı ve kitleler öfkesi kapitalizmin içine nüfus etmelidir.
Kitlelerin öfkesini doğru yola sürükleyebilecek unsurlara selam olsun!
Dipnotlar: