Emperyalist-Kapitalist Sistemin Soft Power Odağı: Feminizm
Ecevit Sever- Deniz Alaz Gürbüz
Bir simitçinin, bir banka müdürünün, brokerın, pazarlamacının hatta herhangi bir generalin bile kendine özgü bir yaşam tahayyülü ve ona göre iyi kötü “tutarlı” bir yaşamı aşikar oluğuna göre ‘yaşamı’ mevcut tarihsel süreçte anlama ve değiştirme kapasitesinin neden hep belli bir azınlığın ürünü olduğu sorusu ile karşılaşırız. Kimisine göre yaşamı anlama ve değiştirme başasırısı “Tanrısal” bir lütufken kimine göre ise “köylü kurnazlığıdır”. Halbuki görünenle yetinince, istisnaların kaideyi kuracağı gerçeğine gözler kapanınca elbette özne olma durumundan uzaklaşıp kendiğindenciliğin esiri olma bu durumun “doğa kanuna” dönüşmektedir. Hepimiz çocukluğumuzda kuklaları çok severdik, ayrıca kuklalar çokta güzeldir ama kuklacının marifeti olmasaydı kukla olabilir miydi? Adına konjoktür dedikleri, üç beş “hak” kırıntısına kitlelerin “umutlarını” yeşerttikleri, sürekli bir burjuva algı ve etik yaşamın “normalleşmesine” hizmet eden politik, kültürel, ideolojik biçimlerin öne sürüldüğü bir düzlemde kuklacıyı görmez isek yaşamı da kavrayamamış oluruz. Yaprak misali oradan oraya sürüklenme durmunun “keyfini” çıkarmaktan hoşlanmayanlar için iki kelam etmeninin gururunu yaşıyoruz. Savaşı karargahta kazanmaya hevesli emperyalist-kapitalist beyaz terör odakları salt bir toplumsal grubu baskı (suprematie) ve egemenlik (domination) tutmak için zor aygıtlarını kullanmaz aynı zamanda "entelektüel ve moral yönetim” aygıtlarını da devreye sokarak tahakküm mekanizmasını yaşatmaya çalışır. Şu sıralar çokça duyulan “soft power”dan kasıt budur. Maddi gücün maddi güç tarafından yenilebileceği tartışma götürmez bir şey olduğuna göre işçi ve emekçi sınıfların çıkarını savunanlarda bulundukları alanda hükümet erkini fethetmeden önce de yönetici olmanın yollarını aramak ve inşa etmek zorundadır bunun için baskı ve soft power kuvvetlerini kendi sınıf çıkarı için kullanmasından başka şansı yoktur. Bu yazımızda inceleyeceğimiz konu “zor aygıtlarından” öte “soft power”ın belli bir kısmı olacaktır. Bunu da “feminizm” ile sınırlandırıp emperyalist-kapitalist sistemin bu soft power gücünü nasıl kendi çıkarı için bükmeye çalıştığını açıklamaya çalışacağız. Uzun bir alıntı ile sömücü sınıfların kadınlara bakış açısını gösterelim:
"Yüzyıllar boyunca sömürücü sınıflar, sömürünün hüküm sürdüğü toplumlarda kadınların yaşadığı baskıyı haklı çıkarmaya hizmet eden “eksik kadın doğa”sının sözde teorisini sürdürmüş ve empoze etmişlerdir. Böylelikle, Yahudi erkekler duayı: " Rabbimiz ve tüm dünyaların Rabbi, beni bir kadın olarak yaratmadığın teşekkürler" diye dua ederken, Yahudi kadınlar ise: "Kendi isteği doğrultusunda beni yaratmış olan Rab'bim beni kutsasın" diye dua ederek antik dünyada kadınların sahip olduğu küçümseyici durumu açıkça ifade eder. Bu fikirler Yunan köleci toplumunda da baskındı; ünlü Pythagoras, ''Düzen, aydınlık ve erkeği yaratan iyi bir ilke vardır; ve karmaşa, karanlık ve kadını yaratan kötü bir ilke vardır.'' demişti. ve hatta büyük filozof Aristoteles de şöyle demiştir: "kadın, belirli niteliksel hatalar nedeniyle kadındır" ve "kadınların karakteri doğal bir kusurdan muzdariptir."
Köleci Roma toplumunun son döneminde ve Orta Çağ'da yaşamış Hıristiyan düşünürlerde de, kadını aşağılayan ve onu günahın kaynağı ve cehennemin bekleme odası olmakla niteleyen önermeler bulunmaktadır. Tertulian, "Kadın, sen şeytanın kapısısın. Sen, şeytanı cepheden saldırmaya cesaret edemediğine ikna ettin. Tanrının oğlu senin yüzünden ölmek zorunda kaldı bu yüzden her zaman yas tut ve eski püskü şeyler giy"; derken, Hiponalı Augustine ise: "Kadın, ne sağlam ne de kararlı olan bir canavardır" demişti. Havari Tarsuslu Pavlus, " Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratıldı.” demekteydi. Ve yüzlerce yıl sonra, 13. yüzyılda, Thomas Aquinas benzer bir vaaz ile devam etti: " Her erkeğin başı Mesih, kadının başı erkek, Mesih’in başı da Tanrı'dır.” Ve “Kadının kaderi erkeğin otoritesi altında yaşamaktır ve kendi başına bir otoriteye sahip olmadığı bir gerçektir.” demekte hiçbir beis görmüyordu.
Kadının durumun anlaşılması kapitalizmin gelişmesiyle de çok fazla ilerlemedi, Candorcet şöyle diyerek olayın sosyal kökenine dikkat çekti: “Kadınların adalet duygusundan yoksun oldukları ve bilinçlerinden ziyade duygularına itaat ettikleri söylenir… bu farklılık, doğa tarafından değil, eğitim ve toplumsal varoluştan kaynaklanmaktadır.” Ve büyük materyalist Diderot da şöyle yazar: “Kadınlar için üzülüyorum” ve “bütün geleneklerin ve medeni kanunun zulmü kadınların doğasına karşı olan zulme katıldı. Kadınlara embesilmiş gibi davranılmaktadır.” Fransız Devriminin ideolojik öncülerinden Rousseau ise şu görüşünde ısrar etmiştir: “Kadınların tüm eğitimleri erkeğe göre olmalıdır. Kadın, erkeğin adaletsizliklerine katlanmalı ve uyum sağlamalıdır.” Bu burjuva pozisyon, emperyalizm çağında da devam ediyor, zaman ilerledikçe daha da gerici oluyor; Böylece bu durum eski Hıristiyanların pozisyonlarıyla birleşip John 23’ün onaylanmış antik tezleri tekrarlanmaktadır: “Tanrı ve doğa, kadınlar ev işlerinde mükemmelleşsinler diye erkeklere emanet edilmiştir.”
Böylelikle sömürücü sınıfların zamanla nasıl "eksik kadın doğasını" nitelediğini görüyoruz. İdealist kavramlara dayanarak “kadın doğasını” tekrarladılar. Anti-bilimsel "insan doğası" tezinin bir parçası olarak sosyal koşullardan bağımsız bir şekilde; “kadın doğası” olarak adlandırılan, ebedi ve değişmez özü, aynı zamanda, kadınların, erkeklerin patronajı altında çektiği eziyeti “erkeklere kıyasla doğal yetersizliğinin” bir sonucu olduğunu göstermek için “eksik” olarak adlandırmaktadırlar. Bu sözde teori ile kadınların boyun eğmesinin “meşrulaştırılması” amaçlanmaktadır.
Son olarak,
Democritus gibi seçkin materyalist düşünürlerin bile kadınlara karşı
önyargıları olduğunu belirtmemiz gerekmektedir ( “Mantığa uygun bir kadın
korkunç bir şeydir” ; “Kadın, kötülüğü erkeğe göre düşünmeye daha eğilimlidir.”
Ve kadınların savunulması da metafizik veya dini argümanlara dayanmaktadır
(Havva hayat demektir ve Adem ise kara anlamına gelir; Havva, Ademden sonra
yaratıldı, kadın erkekten daha iyi bir şekilde yaratıldı). Devrimci bir sınıf
olduğunda burjuvazi bile, kadınlara salt, bağımsız varlıklar olarak değil,
erkeklerin referansı dahli altında kadınları düşünmüştü."
(Peru Komünist Partisi, Toplu Yazılar Cilt:1)
Aydınlık Yol’un toplu yazılarında bu geçen eşsiz parça sömürücü sınıflar ortaya çıktığından beri egemen sınıfların her zaman sömürülen sınıfları kadın ve erkek diye zamanlarının soft power güçlerini kullanarak “kontrol” altında tutmaya çalıştıklarını çok net ve tartışılmaya yer bırakmayacak şekilde göstermektedir. Kadın ve erkek arasında “inşa edilmiş” bu kapitalist “antogonizma” aslında toplumun sınıflara bölünüp egemen sınıflarla mevcut olan “antognizmayı” maskelemek için ortaya atılan bir soft power ve psikolojik savaş enstürmanı olarak ortaya çıkmaktadır. Kuklalar ortalıkta ama kuklacı nerede? Emperyalist-kapitalist sistemde neden hala bu tarz kimlik sorunları çözülemiyor? Emperyalist-kapitalist sistemin elinden bu tarz soft power ya da kontrollü gerilim aygıtlarını alırsanız ezilen sınıfların yönü direkt kuklacıya dönecektir. O zaman finans kapital ve burjuvazi tam anlamıyla “namlunun ucunda” olacaktır. Namlunun yönünü değiştirmeye çalışan kuklacılar el çabukluğu yapan bir sihirbaz gibi çözümsüzlüğün çözüm olduğu sorunları yerel ya da evrensel düzeyde kalıcılaştırmaya çabalamaktadırlar.
“Feodal köyde malların üretimi ile işgücünün yeniden üretimi arasında toplumsal bir ayrım bulunmamaktaydı, yapılan her iş ailenin geçimini sağlamaya yönelikti. Kadınlar çocuk bakmanın, yemek yapmanın, çamaşır yıkmanın, yün eğirmenin ve şifalı otlar yetiştirmenin yanı sıra tarlada çalışıyorlardı. Evlerinde yaptıkları bu işler ev işinin gerçek bir işten sayılmadığı para-ekonomisinde olduğu gibi değersizleştirilmiyor, erkeklerinkinden farklı toplumsal ilişkiler içermiyordu.Ortaçağ kentlerinde kadınlar demirci, kasap, fırıncı şamdan yapımcısı, şapka yapımcısı, biracı, yün tarakçısı ve perakendeci olarak çalışıyorlardı... Toplumsal hiyerarşileri, özel mülkiyeti ve servet birikimini kınarken insanlar arasında yeni ve devrimci bir toplum anlayışının yayılmasını sağlamıştı...Bu isyan prens, soylu sınıf, ruhban sınıfı ve burjuvaziyi de içeren muazzam bir koalisyon tarafından bastırıldıktan sonra, dokumacılar 1378’de bir deneme daha yaptılar ve tarihte bilinen ilk “proletarya diktatörlüğü” olarak geçecek bir başarı elde ettiler.”(Ghent) Ancak 15.yüzyılın sonlarına gelindiğinde toplumsal ve siyasi alanın her düzeyinde bir karşıdevrim baş göstermekteydi. İlkin, siyasi otoriteler en genç ve isyankar işçilerin cinselliğe özgürce ulaşmalarını sağlayan, hain bir cinsellik politikası izleyerek bu işçileri kendi saflarına katmaya çalıştı ve sınıf antagonizmasını proleter kadınlara karşı bir antagonizma haline getirdi. Jacques Rossiaud’nun Medieval Prostitution’da da belirttiği üzere, Fransa’da belediye yetkilileri, kurbanların alt sınıf kadınlar olması koşuluyla, pratikte tecavüzü suç olmaktan çıkardı.” (Silvia Federici, Caliban ve Cadı, Sayfa:42-75, Otonom Yayınları)
Yukarıdaki alıntıdan da görülüğü üzere Ortaçağ’daki sömürücü sınıflar ortaya çıkmakta olan komünleri dağıtmak için baskı ve zor aygıtlarının yanında kadın-erkek “çelişkisini” ezilen sınıfların bilince bir bomba gibi atıp toplumsal kontrolü sağlamaya çalışmışlardır. Sormamız gereken soru bu toplumsal “çelişkinin” nasıl sönümleceği olmalıdır. Kadın ile erkeğin ortak hareket etmesine mani olmaya çalışan burjuva kimlik siyaseti ile mi? Yoksa direkt namlunun ucuna kuklacıyı koyup hedefi sorunun kaynağına götürmek mi? Sineklerin yok olması için bataklığı kurutmak gerekiyorsa, neden teker teker sinek avlamaya çalışan maceracı çocuklar gibi davranmaya büyük bir kesim devam ediyor? Bunu romantik ya da masumane bir tutum olarak görmeyecek kadar sınıf bilincine sahip olduğumuzu sanırız herkes farkındadır.
Bundan dolayı hem burjuva-liberal-feministlerin hem de proletaryan-sosyalist-feministlerin sandığının aksine; cins kimliklerini ve yönelimlerini belirleyen asıl etken: organik ya da inorganik cinsel emek araçları karşısındaki “icatçı”, “kullanıcılaşmış-icatçı”, “kullanıcı”, “icatçılaşmış-kullanıcı” emek-konumlanışlarıdır. Dahası; cinsel-pazar, cinsel-ürün-meta, cinsel-sömürü, cinsel-tahakküm, cinsel-sermaye vb. gibi bir çok alt kategori de; yine bu tarihsel ve toplumsal bölümlenmeden kaynaklanan çeşitli türden mülkiyet biçimleri, açık/gizli iktidar ve hegemonya ilişkileri ortaya çıkartmaktadır.
Nitekim bu bölümlenme/farklılaşma bir taraftan üstün cins fetişizmine dayalı anaerkçi kadın “icatçılığına” ve egemenliğine neden olurkan, diğer taraftan ise yine üstün cins fetişizmine dayalı ataerkçi erkek “kullanıcılığına” ve egemenliğine sebebiyet vermektedir. Aslında bu iki cinsiyetçi konumlanışta; çift yönlü olarak birbirini yeniden üreten bir ikicilik, cins-düalitesinden kaynaklanmaktadır. Ve bu yüzden de; salt “kullanıcı” ya da salt “icatçı” bakış açısına dayalı her hangi bir cins konumlanışının; ne kendisini ne de kendi “karşıtı” gibi gözüken cins(iyetçilik) eğilimleri(ni) kavrayarak kendiliğinden bir biçimde “cinsiyetler-üstü” bir bakış açısına ulaşabilmesi de mümkün değildir.
İster burjuva-liberal-feminizm olsun, ister proletaryan-sosyalist-feminizm olsun, “icatçı-cins-kadın-fetişizmi, kullanıcı-cins-erkek-fetişizmini yener!” demek; tersinden kullanıcı-cins-erkek-fetişizmine duyulan açık/gizli hayranlığın ve psişik açıdan kendi karşıtına dönüşme istencinin bir dışavurumundan başka da bir şey değildir. Aynı durum kullanıcı-cins-erkek-fetişizmi içinde geçerlidir. O da; tıpkı icatçı-cins-kadın-fetişizmi gibi kendi karşıtına dönüşme istenci içinde yanıp tutuşmakta, “içinden çıktığı şeye” doğru bastırılmış bir hayranlık duymakta, ama bunu bir türlü kendi iç-bilincine bile itiraf edememektedir.
Bu noktada asıl hata; icatçı-kadına kullanıcı-erkek misyonu biçilerek/bilinci giydirilerek erkeğin erkekliğinin aşılabileceği yanılsamasıdır. Ve yine kullanıcı-erkeğe icatçı-kadın misyonu biçilerek/bilinci giydirilerek kadının kadınlığının aşılabileceği (bu nesnel temelin ortadan kaldırılabileceği) yanılsaması da; aynı düalist karşıtlığın kaçınılmaz bir sonucudur. Keza; burjuva-liberal-feminizm erkeğin maddesini yok ederek bilincini değiştirebileceği yanılsamasına kapılırken, proletaryan-sosyalist-feminizm ise erkeğin bilincini yok ederek maddesini değiştirebileceği yanılsamasına kapılmaktadır. Gerçekte ise bu ikiside “bir” ve “aynı” şeydir. Keza; maddeyi düşünceyle, düşünceyi de madde ile aşabileceğini sanmak gerçekte aynı yanılsamalı bakış açısının bir izdüşümüdür. Tarih boyunca çeşitli türden idealist ve materyalist (tarihsel düalist) filozofların içine düşmüş olduğu yanılsamalar da yine bu düal kökten beslenmektedir.
Organik ya da İnorganik cinsel emek araçları karşısındaki “kullanıcı”, “icatçılaşmış-kullanıcı”, “icatçı”, “kullanıcılaşmış-icatçı” bölümlenmesi ve bunun neden olduğu her türden eril ya da dişil baskı, sömürü, eşitsizlik vs. görülmek ve kabullenmek istenmediği için; ister icatçı-üstün-cins-fetişizmi biçimindeki “kadıncılık” olsun, ister kullanıcı-üstün-cins-fetişizmi biçimindeki “erkekçilik” olsun, bu konumlanışların tamamı kullanıcı-cins-emeği, icatçılaşmış-kullanıcı-cins-emeği, icatçı-cins-emeği, kullanıcılaşmış-icatçı-cins-emeği şeklindeki çevrimsel diyalektik cins(leşme) momentumlarını ortaya çıkarttığı içindir ki; bunlar sürekli olarak birbiri ile iç içe geçmekten ve birbirlerine dönüşmekten de kurtulamamaktadır. Bu nedenledir ki; “erkeksileşmiş-kadınlık” olmaksızın bir kadın olma halinin, “kadınsılaşmış-erkeklik” olmadan da bir erkeklik halinin tarif edilmesi ne biyokimyasal, ne duyusal, ne sosyal ne de kültürel-tarihsel olarak mümkün de değildir. Bu açıdan bakıldığı zaman bile; hakim erkeklik ve kadınlık nosyonlarının emek momentumlarının birleşik hareketi tarafından şekillendirilen gerçekte “geçişken-cinsiyetsiz-kimlikler” olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Başka bir deyişle, yeni doğmuş her bebek (ki o da cinsel bir emek ürünüdür) gözlerini dünyaya geçişken bir cinsiyetsizlik kimliği ile açmakta, daha sonrasında ise içinde büyüdüğü toplum biçimine hakim olan toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları üzerindeki cins-hakimiyeti oranında “kadın” ya da “erkek” konumlanışlarını gönüllü ya da zorla içselleştirmektedir. Kısacası; bir emek momentumu olarak cinsiyet kimlikleri ve rolleri doğuştan kazanılmadığı gibi, daha sonraki süreçte organik ve inorganik emek araçlarına hakim olan cinsiyet-statüleri tarafından şekillendirilmektedir.
Dahası; özellikle embriyonun ilk oluşum sürecinde cinsiyetsiz bir süreçten cinsiyetlerin belirlendiği bir sürece doğru da dönüşüm yaşanmaktadır. Başka bir deyişle, kadının ve erkeğin, yani cinslerin birleşmesinden oluşan ilk embriyon her zaman cinsiyetsizdir. Gerçekte ise her iki cinsin birleşmesi cinsiyetsizliği doğurur; o cinsiyetsizlikte cinsiyete doğru hareket eder. Aslında bu cinsiyetlilik halide her zaman cinsiyetsizliğe doğru hareket etmektedir. Bu cinsiyetlilik halide; kadın genomunun baskın hale gelmesi ile kadın içindeki erkeğin çekinik halde sıkışması ile dişil özellik taşıyan, erkek genomunun baskın hale gelmesi ile erkek içindeki kadının çekinik halde sıkışması ile eril özellik taşıyan, cins-oluşumlarını (genom-ittifakını) meydana getirmektedir. Bu da hem kadında hem de erkekte çift cinsiyet genomunun çekinik halde varolduğunun bir göstergesidir. Bu sıkışıklık; her ne kadar öğretilmiş kadınlık ya da erkeklik olsa da, kadın ve erkek bireylerin tüm yaşamları boyunca çekinik genomlarının her an harekete geçebileceğinin de kanıtlarını sunmaktadır.
Örneğin, belirli bir dönem “erkek” olarak yaşayıp daha sonrasında o erkekteki “kadın” genomu baskın hale geldiğinde, o erkek artık “kadınsı” hareket ve dokuya bürünmeye başlarken, zamanla da cinsel erkeklik isteçlerini de kaybettiği oranda, hayatının geri kalan bölümünü kadın olarak şekillendirebilir. Ya da belirli bir dönem “kadın” olarak yaşayan bir kişi, daha sonraki dönemlerde “erkeklik” genomunun baskın hale gelmesinden dolayı hayatının geri kalan bölümünü bir erkek olarak da şekillendirebilir. Bütün bu cinsel yer değiştirmeler zorunlu olarak biyolojik bir alt yapıya da sahiptir. Dolayısıyla; toplumların baskın ahlak anlayışı bu tür bilimsel gerçekleri görmekten çok uzak kaldığı içindir ki, bu cinsel yer değiştirme ve cinsiyet-rollerindeki değişimlere karşı öğretilmiş ya da öğrenilmiş tarihsel kadın ve erkek konumlanışlarından dolayı, karşı bir reaksiyonel tepki de gelişmektedir. Misal; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı semavi dinler olası cinsel faaliyet içerisinde eşcinsel veya cins değiştirme ile gelişen cinsel faaliyetleri tamamen yasaklamıştır. Her ne kadar yasak olsa da; bu tür cinsel faaliyetler, bu yasakların olduğu toplumlarda ironik bir biçimde daha da çok görülmektedir.
Ne kadar burjuva-liberal-feminizmden kopmuş olduğunu iddia etse de; proletaryan-sosyalizan-feminizmin gerçekte dönüp dolaşıp geleceği yer kullanıcı-erkek bilinci giydirilmiş icatçı-üstün-kadın-fetişizminden başka da bir şey değildir. Başka bir deyişle, proletaryan-sosyalist-feminizm; maddeye dayanan materyalist kadın nesnesinin idealist erkek öznesine giydirilmesi yanılsamasından ibarettir. Tersinden burjuvayan-liberal-feminizm ise; maddeye dayanan idealist kadın nesnesinin materyalist erkek öznesine giydirilmesi yanılsamasından ibarettir. Bu nedenledir ki; bu iki yanılsamalı bakış açısı ancak bir araya geldiği zaman “eş zamanlı bir bütünsellik” oluşturabilmektedir. Özetle; birbirini aştığı varsayılan bütün bu materyalist-feminist ve idealist-feminist yanılsamalar aslında tek bir yanılsamanın farklı farklı görüngüleri biçiminde karşımıza çıkmaktadır.
Bu durum psikoemeksel açıdan ele alındığında; her iki feminizm türü de, insanal-cins momentumlarının doğa karşısındaki konumlanışları ve duruşları gereği sürekli olarak birbirine dönüşme eğilimi sergilemekte ve ortaya çıkan devinim ölçeğinde de birbiriyle uzlaşmaz olmayan tezatlıklar üreterek, yine birbirini koşullandırmayı sürdürmektedir. Başka bir deyişle, bu iki feminizm türü de birbirine yapışık kardeşler gibi ancak birlikte varolabilmektedir. Dolayısıyla; yanlış bilince dayalı böylesi bir koşullandırma: özü itibariyle yanılsamalı ve fetişist bir cinsiyetçi-duruş olmaktan öteye de geçememektedir.
Ne yazık ki; bazı istisnalar dışında genel olarak ne burjuva-liberal-feministler ne de proletaryan-sosyalist-feministler, erkek-kadın ya da kadın-erkek meselesinin tarihsel çatışkı noktalarını anlamaktan çok uzaktır. Başka bir deyişle, bu meseleyi onca anlatı, söylence ve mitolojik hikaye üzerinden deşerek, eksik ve yalan-yanlış bilgiler yığını içinde boğulmaktansa; belirli bir emekolojik yöntem dahilinde meselenin özüne inerek bir cins-fetişizmi ve cins-hegomonyası eleştirisi yapmak daha mantıklı olacaktır. Keza; böylesi bir eleştirel bakış varolmadığı müddetçe, bütün bu konumlanışları aşan cinsiyetler-üstü bir bilimsel yaklaşımın ortaya konulması da mümkün değildir. Aynı şekilde; tüm bu cinsel seçilere eşit mesafe de duran ve bir seçinin diğer bir seçi üzerindeki üstünlüğünü temel alan her türden “kadıncı” ve “erkekçi” eğilimler karşısında da, cins konumlanışlarını cinsler-üstü bir bakış açısı ile ele alan etik bir yaklaşımın sürekli geliştirilmesi, böylesi bir eleştirel bakış açısının oluşturulabilmesi içinde elzemdir.
Emekolojistler dışında; ne burjuva-liberal-feministler ne de proletaryan-sosyalist-feministler, erkeğe ya da kadına atfedilen icatçı ya da kullanıcı “tanrısallaşma” rolünün kökeninde, toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları ile kurulan ilişki biçimlerinin olduğunu açıkca dile getirmemektedir. Keza; çeşitli feminizm türleri tarafından sürekli olarak ataerkil “kullanıcı-erkek-egemenliğine” dayandırılarak açıklanmaya çalışılan kadın emeğinin/cinsinin baskılanması ve sömürülmesi gerçeğinin arka planında, doğrudan doğruya toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları üzerindeki cins-hegemonyası/egemenliği yatmaktadır. Ve yine bu cins-hegemonyası da/egemenliği de; sırf cinslerin öznel-emeksel dünyasından (ideolojik evreninden) değil, o dünyayı meydana getiren organik ya da inorganik nesnel-emeksel-araçlar üzerindeki tahakküm ve mülkiyet ilişkilerinin oranları ölçeğinde meydana gelmekte ve oluşmaktadır.
Kadınların erkekler, erkeklerin kadınlar üzerindeki; ve tabi kii her türden cinsel yönelimin/dürtünün başka bir cinsel yönelim/dürtü üzerindeki baskı kurma çabasının toptan ortadan kalkabilmesi için, toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları karşısındaki nesnel eşitsizlik konumlanışlarının iç içe geçerek birbirinde sönümlenmesine bağlı olarak öznel bir eşitlik düzlemi; yani bir anlamıyla cinsiyetsiz-cinsiyet kimlikleri ortaya çıkmaksızın, cinslerarası her türden hegomonik ilişkilerin tümden son bulması da mümkün gözükmemektedir. Toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları karşısında tam bir “eşdeşlik” olmasa da; yaklaşık eşitlikte bir eşitlik düzlemi ortaya çıkmaksızın, cinslerarası cinsel-tahakküm ve baskılandırma girişimlerinin tümden ortadan kalkacağını düşünmekte safça bir ütopizmden başka da bir şey olmayacaktır.
Kendinde ya da kendi için tikel belirlenimlilikte tümel toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları karşısındaki erkek ya da kadın cins konumlanışlarının oran ve orantı ilişkilerine bakıldığı zaman; Antik/köleci toplum formasyonunda av emek araçlarının icatçılarının çoğunluğunun erkek olmasından dolayı, bu toplum biçimi zorunlu olarak ataerkil bir yapıya sahipti. Keza; kılıç, kalkan, yay, ok vb. gibi av emek araçlarının (ki bunlar aynı zamanda av emeğinden türetilmiş ölümcül silahlar biçimini de almıştı) "sert" araç biçimler olmalarından kaynaklı, bu araçların kullanımı noktasında kadınlara kıyasla erkekler her daim "fiziksel-güç" açısından bir tık önde oldukları için, toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları karşısındaki bu dağılım zorunlu olarak kadın cinsinin erkek cinsi tarafından zorunlu emek-köleliğini de/cinsel tahakkümü de beraberinde getiriyordu. Lakin; bu her zaman böyle de değildi. Keza; ilkel komünal dönemde erkeklere kıyasla kadınlar "yumuşak" toplayıcı emek vasıtasıyla (ki kadınlar erkeklere kıyasla "narin" ellerini/organik emek araçlarını daha etkin bir şekilde kullanabiliyordu) hem kendileri hem de çocukları için daha fazla artık-ürün toplamak zorunda oldukları için, bu dönemde zorunlu bir anaerkillikte söz konusuydu. Hatta anaerkil ilkel yaşantı içinde bugün pek çok feminist bu gerçeği kabul etmek istemese de, kadınlar da erkeklere “zorla tecavüz” edebiliyordu. Örneğin; anaerkil yapı ve hiyerarşi içindeki genç bir erkeğin kendisinden çok daha avantajlı konumda olan yaşlı bir kadın tarafından zorla cinsel ilişkiye zorlanması, bu toplumsal emek formasyonun da gayet “normal” karşılanan bir durumdu.
Kısacası; toplumsal emek araçları ve cinsel emek araçları karşısındaki konumlanışlara göre şekillenen üstün anaerkçi icatçı cins fetişizmi biçimindeki kadın egemenciliği ile üstün ataerkçi kullanıcı cins fetişizmi biçimindeki erkek egemenciliği her daim nesnel ve öznel emek araçları karşısındaki oran orantı ilişkilerine göre şekillenmekte olduğu için; o toplumsal emek formasyonunun icatçılık/yöneticilik oranı yüksek olan cinsi diğer cinse karşı daha fazla tahakküm ilişkileri kurabiliyorken, toplumsal formasyonun kullanıcıları/yönetilenleri ise baskın olan emek türünün icatçılığı oranında daha fazla sömürü ve zorbalık ilişkilerine de maruz kalabiliyordu.
Günümüzde ise; nicel de olsa sanayi emeği karşısında her geçen gün daha da güçlenmekte olan teknik/elektronik emek dolayımıyla kadın icatçılığındaki artışa da bağlı olarak, kadın cinsinin erkek cinsi karşısındaki “özgüven artışının” arka planında yatan temel etken, yine emek türlerinin birleşik diyalektik hareketinden bağımız bir olgu da değildir. Teknik/elektronik emek oran orantı ilişkileri açısından baskınlık karakteri kadın icatçılığının/emeğinin ön plana çıktığı bir emek türü olduğu için, erkekleri pek de “kolay günlerin” beklediği söylenemez. Haliyle sallantıda olan ataerkçi kullanıcı erkek fetişizmine son darbeyi vuracak olanlar da devrimci proteleter kadınlardan başkası da olmayacaktır.
Kuşkusuz bu süreç (bugünden bakıldığında kimilerine “delice” gelse de); icatçı-cins ve kullanıcı-cins bölümlenmesine dayalı cinsiyetçi-sınıflaşmaların zamanla iç içe geçerek ve birbirinde sönümlenerek cinsiyetler-üstü cinsiyetsizliğe dayalı bir tarihsel ve toplumsal yapının ortaya çıkması için gerekli olan koşulların oluşmasını da hızlandıran bir emek-momentidir. Keza; cinsiyetçiliğin er ya da geç varacağı “son nokta” cinsiyetsiz-cinsiyet kimliklerinin ortaya çıkması olacaktır. Kuşkusuz bu da; ancak bilim emek araçları karşısındaki toplumsal icatçı emeğin tüm toplum nezlinde kolektifleştiği cinsiyetler-üstü bir komünist/sınıfsız evrede tam manasıyla gerçekleşebilecektir.