Marx’ın 1848’deki “komünizmin bir hayaleti dolaşıyor”
söyleminin değiştiğini kabul etmemiz gerekir. İster kabul edelim, ister
etmeyelim kitlelerin beynindeki şiar şu anda artık “komünizmin bir hayaleti
dolaşıyor” yerine “kapitalizmin bir virüsü bütün herkesi ele geçiriyor”
şeklindedir. Üstelik bu virüs artık burjuvazinin eskisi gibi yönetemediği,
kendi iktidarını korumak için kitlesel katliamlara giriştiği bir dönemde
yayılıyor. Kendine güvenini kaybetmiş komünist partiler, kitlelerin gördüğünün
ötesini görmesi gerektiği halde kitlelerin gördüğünden ötesini görememektedir.
Olgular üzerinden dönemi okuyan ve geleceğe dair bir çıkarım yapmaktan yoksun
komünist partilerin kendi ideolojilerini güncel görmemelerine şaşırmamak
gerekir.
Burjuvazinin, sınıflar arası yaşanan iç savaştan çıkmak için
türlü türlü yöntemleri denediği, bir yönetim sisteminden diğerine geçmek için
çaba sarf etmesi, bireylerin, kişilerin delilikleri ya da hayallerinden öte
kapitalist sistemin temel çelişkisinden meydana gelmektedir. Burjuvazinin bir
zamanlar diğer sınıflara karşı giriştiği ödünler sisteminden(Türkiye’de
demokratikleşme süreci diye anılan) zor sistemine geçiş kendi öz durumunun
temel çelişkisinden kaynaklanmaktadır. Burjuvazi sınıflar arası iç savaşı
ödünler sistemiyle aşamayınca tekrardan zor sistemine dönmüş ve süreci doğru
tahlil edemeyen kitleler ve özneler şaşkınlık içerisinde kalmıştır.
Türkiye’de bir iç savaşın olduğunu kabul etmeyen, iç savaş
tespiti yapanları çılgınlıkla suçlayan sözde komünist öncüler bu süreci doğru
okuyamadıkları için bu sürecin altında kalmışlardır. Komünist bir partinin
görevi kitlelerin gördüğünden ötesini görebilmek olduğunu lafta kabul eden
özneler Türkiye’nin batısında bir iç savaş yaşandığı tespitine katılmaması
tesadüfi bir şey değildir. Bilindiği gibi
Marx, Paris Komünü zamanında Fransa’da iç savaşın Paris’te barikatlar kurulduğu
zamandan önce başladığını belirtmiştir. Marx, hükümetin işçileri
silahsızlandırmaya başladığı zaman Fransa’da iç savaşın başladığı tespit
etmiştir. Yani Marx kitlelerin gördüğünden ötesini görmüştür ve mevcut durumun
doğru bir tahlilini yapmıştır. Türkiye’nin ortalama komünist partileri ise şu
anda batıda patlayan bombalara(Reyhanlı, Suruç, Ankara), kitlelerin yığınlar
halinde ayaklanmasına(Gezi ayaklanması), Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en
büyük sivil katliamlara rağmen Türkiye’nin batısında bir iç savaşın olduğu
tespitini yapamamaktadırlar.
Güncel durumu doğru tahlil etmeyen, kendi ideolojisine ve öz
gücüne güvenmeyen ortalama komünist partilerin Marksizmi güncel görememesinde
şaşılacak hiçbir şey yoktur. Onların yapacakları tek şey burjuva
politikacıların peşinden sürüklenmek ve en demokratik olanına dahil olup
“yüksek politika” yapmaktır. Bir anda “büyük insanlığı” “inadına barışı”
“özyönetimi” “demokratik özerkliği” keşfeden komünist partilerin komünistliğinin
ancak tabelalarında kaldığı yaptıkları “yüksek politika” nedeniyledir.
Demokratik merkeziyetçiliği, Sovyet tipi örgütlenmeyi,
Proletarya diktatörlüğünü güncel ve uygulanabilir görmeyen komünist partilerin
ademi-merkeziyetçiliği, özyönetimi, demokratik özerkliği desteklemeleri,
savunmaları ve bir alternatif olarak sunmaları utanç vericidir.
Özellikle Enver Hocacı gelenekten gelen partilerin bugün HDP
içinde olmaları ya da HDP’yi desteklemeleri ve bir alternatif olarak özyönetimi
savunmaları bu partilerin nasıl bir ideolojik savrulma yaşadığını iyi bir
şekilde göstermektedir. Bir zamanlar Titoculuk diye eleştirilen özyönetimin
bizzat bu partiler tarafından savunulmaları yukarıda bahsettiğimiz tespitlerden
bağımsız değildir.
Özellikle ESP’nin özyönetimi bir alternatif olarak Türkiye
halklarına sunması Enver Hocacılıktan, Titoculuğa geçtiğinin bir göstergesidir.
“Titocular
sosyalizmin inşasına taraftar değillerdi. Onlar, Yugoslavya Komünist
Partisi’nin Marksist-Leninist teoriyi kılavuz edinmesini de istemiyorlar ve
proletarya diktatörlüğünü reddediyorlardı… Gerçekte, Titocular, sosyalist
toplumsal bir düzene ve Sovyet tipi devlet örgütlenmesi biçimine ne
taraftardırlar, ne de taraftar olabilirlerdi. Çünkü, Tito iktidarın kendi
kliğinin elinde olacağı kapitalist sisteme ve esas olarak burjuva demokratik
bir devlete taraftardı.” (Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim,Sayfa:42)
“Titoculuk, Yugoslav sistemin “gerçek sosyalist” bir düzen
biçimi, “yeni bir toplum”, “bağlantısız bir sosyalizm”… şeklinde propaganda
üretti… Troçkist ve kapitalist burjuvazisi tarafından harekete geçirilen diğer
anarşist unsurların Lenin döneminde Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin
kuruluşunu baltalamak amacıyla kurmak istedikleri yönetim biçimlerini Yugoslav
revizyonistleri kendi ülkelerinde benimsediler.. Yugoslavya Cumhuriyetleri,
yönetimde ve örgütsel siyasal önderlik alanında, demokratik merkeziyetçiliğin
tasfiye edildiği ve Yugoslavya Komünist Partisi’nin rolünün silindiği bir yapı
kazandılar. Yugoslavya Komünist Partisi adını değiştirdi ve “Yugoslavya
Komünistleri Birliği” oldu. Bu görünüşte Marksist bir adlandırmaydı. Ama
gerçekte bu Birlik, içeriği, kuralları, görevleri ve amaçları bakımından
anti-Marksistti. Birlik, karar yetkisi olmayan bir cephe haline geldi,
Marksist-Leninist bir partinin çizgilerini kaybetti, eski biçimini korudu ama
artık işçi sınıfının öncüsü rolünü oynamıyordu.” .”(Enver Hoca, Emperyalizm ve
Devrim,Sayfa:44-45)
Hem proletarya diktatörlüğünü savunup hem de özyönetim
savunusu tabi ki olamaz ayrıca özyönetim ile demokratik devrimin birbirinden
farklı şeyler olduğu da aşikardır. Ancak ESP’ye göre hem özyönetimi savunup hem
de proletarya diktatörlüğü savunulabilir ayrıca özyönetim ile demokratik devrim
birbirinden ne kadar farklı şeyler olsa da ESP’ye göre bunlar bir ve aynı
olabilmektedir. Kulağa çok hoş gelen bürokratizme karşı mücadele, işçilerin,
halkın kendi kendisini yönetmesi özyönetimin özellikleri olarak lanse edilse de
aslında gerçek öyle değildir. Titocu özyönetim ile Öcalan’ın özyönetim
modelleri bir ve aynı olmasa bile birbirleriyle çok büyük oranda
benzemektedirler. Burada komünistler için hangi tarihin mirasçılarıyız sorusu
büyük bir önem taşımaktadır. ESP, Kürt özgürlük hareketinin gücünden kaynaklı
özyönetimi savunmasıyla hangi tarihin gerçek mirasçısı olduğunu aslında
belirtmiş oluyor.
21.yy’da Tito yaşaydı herhalde modeli Türkiye’de övgü
üzerine övgü alacaktı. Tito’nun kulağa çok hoş gelen modeline biraz daha
yakından bakmamız lazım.
“Ben sadece şu örneklere
değineceğim. Birincisi, devlet yönetiminin özellikle ekonomide yerelleşmesi.
İkincisi, fabrika ve iktisadi
teşebbüslerin genel olarak kendi kendilerini yöneten çalışma kolektiflerine
dönüştürülmesi. Hayatın ekonomik,
politik, kültürel ve diğer yanlarının yerelleşmesi sadece derinden bir
demokratikleşme, doğal olarak merkezileşmenin dönüşümünün tohumlarını içermek
değil, mekanik bir güç olarak devletin de yerelleşmesi anlamına gelir. Bu
gerçeği isteyen buradan kontrol edebilir…Sovyetler
Birliğinde durum Ekim Devriminden otuz bir yıl sonra nasıl görünüyor? Ekim
Devrimi, devlet için üretim araçlarının ele geçirilmesini mümkün kıldı. Fakat
bu araçlar otuz bir yıl sonra bile hala devletin elindeler. “Fabrikalar işçiler
içindir” sloganı uygulamaya konmadı mı? Şüphesiz ki hayır. İşçiler hala
fabrikaların yönetiminde söz sahibi değiller… Sovyetler Birliğinde devletin
ortadan kalkma konusu ne durumdadır? (Burada devlet, uygulamayla aynı olmadığı
gibi coğrafi ve ulusal bir kavram değil). Bu ülkede devlet fonksiyonlarını
ekonomik ve siyasi olarak daha alt organlara bırakmak gibi bir eğilim var mı?
Özyönetim oluşumunun bir sinyali var mı? Şimdiye kadar bunların hiçbiri
gerçekleşmedi. Tam tersine, burjuvazi, bürokrasi ve merkezi devletin en aleni
özelliği olarak esnek merkeziyetçilik söz konusu. Bu tür merkezileşmenin en
belirgin özellikleri şunlardır: a) bütün ekonomik, siyasi, kültürel ve diğer
fonksiyonların tek merkezde toplanması; b) muazzam bir bürokratik aygıt; c)
milisler gibi devlet aygıtının iç silahlı güçlerinin azalması yerine artışı,
NKVD gibi.”(1)
Görüldüğü gibi Tito sözde işçi sınıfının hakkını
savunuyormuş gibi görünmek için özyönetimi alternatif bir model gibi göstermeye
çalışmaktadır. Ancak bürokratizmle, merkezi devletle mücadele kisvesi altında
önerilen özyönetim modeli işçi sınıfı üzerinde bir baskı mekanizması olarak
işlev gördü. Başlangıçta fabrikalar için geliştirilen özyönetim modeli daha
sonra siyasal alana da yayılmış ve değişik cumhuriyetler ve bölgeler arasında
yavaş ve eşitsiz bir gelişmeyi toplumsal ve sınıfsal büyük farklılıkları,
ulusal anlaşmazlık ve baskıya ve manevi yaşamın çürümesini Yugoslavya’ya
beraberinde getirmiştir. Titocu özyönetimci sistem demokratik merkeziyetçiliğin
reddi ve devletin yönetici rolünün reddedilmesi ile anarko-sendikalist sapmanın
sosyalist kılığa bürünmüş halidir. Özyönetim modeli ile zamanla kendi işyerini
ve kesimini öne çıkaran burjuva düşünceler işçi sınıfının içinde bireyci bir
anlayışı hakim kılarak işçi sınıfının bir kesimini diğeri ile rekabete sokarak
sınıf içi bir bölünmeye yol açmıştır. Özyönetim modeli ile Tito Yugoslavya’da
işçi sınıfının devlet ve toplumdaki egemen rolünü elinden alarak onun genel
çıkarlarını savunmasını ve birlik içinde davranmasını engelleyecek koşulları da
zorla kabul ettirmiştir.
“ “Özyönetim”, ilk önce ekonomik bir sistem olarak ortaya
çıktı, daha sonra devlet örgütlenmesi alanına ve ülkenin yaşamının tüm
alanlarına yayıldı. Yugoslav “özyönetimi”nin teorisi ve pratiği,
Marksizm-Leninizmin öğretilerinin ve sosyalizmin inşasının genel yasalarının
açıkça reddedilmesidir. “Özyönetimci” ekonomik ve siyasal düzen, uluslararası
sermayeye boyun eğmiş bir ülke olan Yugoslavya’da hüküm süren burjuva
diktatörlüğünün anarko-sendikalist bir biçimidir.” (Enver Hoca, Emperyalizm ve
Devrim, Sayfa:46)
Titocu özyönetim özü itibariyle
böyledir. Kürt özgülük hareketi lideri Abdullah Öcalan’ında “bütün dünya
halkları” için sunduğu “özyönetim” “demokratik özerklik” düşüncesi de özü
itibariyle anarko-sendikalist sapmanın 21.yy’da ete kemiğe bürünmüş halinden
başka bir şey değildir. Nasıl ki Tito 1920’ler Troçkist muhalefetin öne sürdüğü
anarko-sendikalist sapmayı Yugoslavya’da uyguladıysa. Abdullah Öcalan’da bunu
bugün başta Ortadoğu halkları için bu modelin uygulanmasını önermektedir. Yukarıda
belirttiğimiz kendi öz gücüne ve kendi ideolojinin haklılığına inanmayan
ortalama komünist partilerin politika yapmak için “istemeyerekte” olsa Marx’ın,
Lenin’in Stalin’in, Enver Hoca’nın yargıladığı ve mahkum ettiği modelleri “yeni
dönem koşullarına uygun politika” diye sahiplenmekte ve bu politikayı evrensel
bazda uygulanabilecek rasyonal bir yönetim şekli olarak düşünmektedirler.
Böylece de proletarya diktatörlüğünü, demokratik merkeziyetçiliği, Sovyet tipi
yönetim modelini reddetmekte ve Hopa Özyönetim olsaydı başka olurdu
diyebilmektedirler. Neden “Hopa’da Sovyet tipi yönetim modeli olsaydı” diye bir
yazı yazılmadı diye insan düşünmeden edemiyor.
“Özyönetim, yerinde yönetim, yerel yönetim,
demokratik özerklik adıyla tanımlanan sistem, merkezi hükümetin birtakım görev
ve sorumluluklarının devralınması; sağlık, eğitim, sosyal politikalar, ekoloji,
yerel ekonominin güçlendirilmesi gibi konularda yetki ve karar hakkının yerel
yönetimlere devredilmesi demektir. Yerel yönetimler de köy, kasaba, ilçe,
mahalle ve kent meclisleri üzerinden şekillenen demokratik bir işleyişle vücut
bulacaktır… Şimdi sorumuzu bir kez daha
soralım: Hopa'da özyönetim olsaydı, felaket bu düzeyde yaşanır mıydı?
Rahatlıkla "Kesinlikle hayır" diyebiliriz. Özyönetimin
"bölücülerin" işi olmadığını, tüm Türkiye halklarına daha kolay ve
açıklıkla anlatabilecek bir örnek Hopa'da yaşananlar… Hopa Halk İnisiyatifi,
adı konulmamış bir meclis deneyimi aslında. Yaptıkları, kısa zamanda
üstlendikleri görev, çoktan "boylarını" aştı. İşini yapmayan resmi
güçlere adeta ders verircesine, halk inisiyatifinin nelere kadir olabileceğini
gösterdi. Bu anlamda, Hopa Halk İnisiyatifi gibi örneklerin güçlendirilmesi ve
çoğaltılması, deneyim biriktirmek açısından da önemli… Hopa Halk İnisiyatifi,
bir ilk ve işaret fişeği olarak başkaca sipariş felaketlerin önüne geçmek için,
kültürel ve ekonomik hakların elde edilmesi için (çay fiyatlarının belirlenmesi
gibi), halkın inisiyatif alarak kendi
gerçek sorunlarına çözüm üretmesi için iyi bir örnek. Kürdistan'daki
benzerlerinden deneyimleri öğrenerek kendini geliştirebilir. Bunun önünde bir
engel de yok. Özyönetim dediğimiz şey işte bu kadar basit, bir o kadar da
elzem.”(Fuat Uygur, Hopa’da Özyönetim Olsaydı)
“Özyönetimin tarihte ne zaman nerede
gerçekleştirildiğine, evrensel tarifinin ne olduğuna değinmeyeceğim. Bunun
teorisine girmeye gerek de yok. Bugünün pratiğinde, hangi düzeyde olursa
olsun Kürt ulusunun kendisini yönetme çabasıdır. Kürt ulusunun sömürgeciliği tümden
yıkıp atarak kendisini yönetme hakkı en doğal demokratik hakkıdır… Özyönetim,
anaların ak sütü gibi Kürt halkımızın hakkı, halklarımızın demokratik
geleceğinin buzkıranıdır. Destekleyelim, yaygınlaştıralım, geliştirilmesine
katılalım.”(Ziya Ulusoy, Özyönetim Kürtlerin Hakkı Değil Mi?)
Fuat
Uygur’un yazısında da gördüğümüz gibi sunulan özyönetim modeli aslında Titocu
tarzdaki bir özyönetim modelidir. Titocu özyönetimin işçi sınıfı düşmanı
uygulamaları ve sonuçları aynı şekilde bu coğrafya için önerilen özyönetim için
de geçerlidir. Ayrıca Ziya Ulusoy’un yazısında özyönetimlerin tarihine
girmemesi ve bunun evrensel tarifini yapmaktan kaçınması bence bu sorunun
çözümünü bize göstermektedir. Çünkü Ziya Ulusoy özyönetimlerin tarihine girse
ve bunun evrensel bir tarifini yapsa karşına, karşı devrimciliğin kalesi
Yugoslavya ve onun lideri Tito’nun çıkacağını çok iyi bildiği için bu konuyu
atlamayı tercih etmiştir. Özyönetimlerin bizim anladığımız gibi anti-kapitalist
bir içerik taşımadığı ve sosyalizmle alakalı bir ekonomik içeriği olamadığını
Abdullah Öcalan’ın yazılarına baktığımızda görebiliriz.
“3-Ekonomik Boyut : İnşa edilen
demokratik ulusun bir de ekonomik politikası olur. Nasıl bir ekonomi olmalıdır,
bu belirlenir. Barajlar, yeraltı-yerüstü kaynakların bir politikası olur.
Vergiler alınacak ise nasıl ve ne kadar alınır? Ekonomik boyutla bunlar
belirlenir. Ekonomik sistem olarak kapitalizmi kabul edemeyiz. Belki kapitalizmi tam olarak ortadan
kaldıramayız ama önemli oranda kapitalist ekonomik sistemi değiştirebilir, onu
aşındırabilir, kendi ekonomik sistemimizi kurabiliriz. Bu sistemde halkın
ekonomisi olur. Bir kısmını da özel ekonomi oluşturur. Yani özel şirketler
olur. Bütün bunlar tartışılmalıdır.”(2)
“Mülkiyetin bölünmesi, büyük
toprak mülkiyeti tekelini yadsır, onu kaldırır, ama ancak onu genelleştirerek. Tekelin temelini, özel mülkiyeti
ortadan kaldırmaz. Tekelin varoluşuna karşı çıkar, ama özüne karşı çıkmaz.
Bunun sonucu, özel mülkiyet yasalarının etkisi altında kalır. Toprak
mülkiyetinin bölünmesi, gerçekte sınai alandaki rekabet hareketine karşılık
düşer.. bu parçalara ayrılma,
rekabetin tekele dönüşmesi gibi, zorunlu olarak yeni baştan birikime
dönüşür…Tekelin ilk kaldırılışı, her zaman onun genelleştirilmesi, varoluşunun
genişletilmesidir.”(Marx,1844 Elyazmaları)
Kapitalizmi tam olarak kaldıramayız demek kapitalizmin karşında
bir sistem önermiyorum demektir. Daha açık bir şekilde söylersek benim modelim
kapitalizmin krizine çözüm sunacak ve kapitalizmi yok etmek yerine onu güncele
uyarlayacak bir modeldir demektir. Bu da zamanında Marx’ın tekellerin
varoluşuna karşı çıkan akımlarla ilgili söylediklerini aklımıza getirmektedir.
Marx’ında belirttiği gibi bu akımlar tekelin varoluşuna karşı çıkmakla birlikte
özel mülkiyeti kaldırmaz ve onun özüne karşı çıkmaz. Böylece bu akımlar
sayesinde tekeller kaldırıldığında onun genelleştirilmesine ve
yaygınlaştırılmasına neden olmaktadır. Abdullah Öcalan’ın sunduğu ekonomik ve
yönetimsel modelde Marx’ın tekel karşıtı hareketler için belirttikleriyle uygun
düşmektedir. Özetle Öcalan kapitalizmin kurtuluşu için anti-tekelci bir yönetim
önermekte ve bunu evrensel anlamda her yere uygulanabileceğini düşünmektedir.
Sorun Abdullah Öcalan’ın küçük burjuva hayalinden ziyade ortalama komünist
partilerin kendi ideolojilerini haklı görememesindedir. Sonuç olarak kapitalizm
artık kendi kendini yönetememekte ve kurtulmak için bir çözüm aramaktadır.
Sınıflar arası iç savaşın bu kadar kızıştığı bir ortamda iç savaşı görememek ve
komünizmi güncel görmeyip küçük burjuva ütopyasını uygulanabilir görmek bir
komünist için utanç verici bir durumdur. Enver Hocacı gelenekten gelenleri politik
olarak küçük burjuva gericiliğin etkisinde görmek gerçekten çok üzücü.
Dipnotlar: