13 Kasım 2015 Cuma

Özyönetimin Karşısında Proletarya Diktatörlüğünü ya da Tito'ya Karşı Enver Hoca'yı Savunmak

Marx’ın 1848’deki “komünizmin bir hayaleti dolaşıyor” söyleminin değiştiğini kabul etmemiz gerekir. İster kabul edelim, ister etmeyelim kitlelerin beynindeki şiar şu anda artık “komünizmin bir hayaleti dolaşıyor” yerine “kapitalizmin bir virüsü bütün herkesi ele geçiriyor” şeklindedir. Üstelik bu virüs artık burjuvazinin eskisi gibi yönetemediği, kendi iktidarını korumak için kitlesel katliamlara giriştiği bir dönemde yayılıyor. Kendine güvenini kaybetmiş komünist partiler, kitlelerin gördüğünün ötesini görmesi gerektiği halde kitlelerin gördüğünden ötesini görememektedir. Olgular üzerinden dönemi okuyan ve geleceğe dair bir çıkarım yapmaktan yoksun komünist partilerin kendi ideolojilerini güncel görmemelerine şaşırmamak gerekir.

Burjuvazinin, sınıflar arası yaşanan iç savaştan çıkmak için türlü türlü yöntemleri denediği, bir yönetim sisteminden diğerine geçmek için çaba sarf etmesi, bireylerin, kişilerin delilikleri ya da hayallerinden öte kapitalist sistemin temel çelişkisinden meydana gelmektedir. Burjuvazinin bir zamanlar diğer sınıflara karşı giriştiği ödünler sisteminden(Türkiye’de demokratikleşme süreci diye anılan) zor sistemine geçiş kendi öz durumunun temel çelişkisinden kaynaklanmaktadır. Burjuvazi sınıflar arası iç savaşı ödünler sistemiyle aşamayınca tekrardan zor sistemine dönmüş ve süreci doğru tahlil edemeyen kitleler ve özneler şaşkınlık içerisinde kalmıştır.

Türkiye’de bir iç savaşın olduğunu kabul etmeyen, iç savaş tespiti yapanları çılgınlıkla suçlayan sözde komünist öncüler bu süreci doğru okuyamadıkları için bu sürecin altında kalmışlardır. Komünist bir partinin görevi kitlelerin gördüğünden ötesini görebilmek olduğunu lafta kabul eden özneler Türkiye’nin batısında bir iç savaş yaşandığı tespitine katılmaması tesadüfi bir şey değildir. Bilindiği  gibi Marx, Paris Komünü zamanında Fransa’da iç savaşın Paris’te barikatlar kurulduğu zamandan önce başladığını belirtmiştir. Marx, hükümetin işçileri silahsızlandırmaya başladığı zaman Fransa’da iç savaşın başladığı tespit etmiştir. Yani Marx kitlelerin gördüğünden ötesini görmüştür ve mevcut durumun doğru bir tahlilini yapmıştır. Türkiye’nin ortalama komünist partileri ise şu anda batıda patlayan bombalara(Reyhanlı, Suruç, Ankara), kitlelerin yığınlar halinde ayaklanmasına(Gezi ayaklanması), Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en büyük sivil katliamlara rağmen Türkiye’nin batısında bir iç savaşın olduğu tespitini yapamamaktadırlar.

Güncel durumu doğru tahlil etmeyen, kendi ideolojisine ve öz gücüne güvenmeyen ortalama komünist partilerin Marksizmi güncel görememesinde şaşılacak hiçbir şey yoktur. Onların yapacakları tek şey burjuva politikacıların peşinden sürüklenmek ve en demokratik olanına dahil olup “yüksek politika” yapmaktır. Bir anda “büyük insanlığı” “inadına barışı” “özyönetimi” “demokratik özerkliği” keşfeden komünist partilerin komünistliğinin ancak tabelalarında kaldığı yaptıkları “yüksek politika” nedeniyledir.

Demokratik merkeziyetçiliği, Sovyet tipi örgütlenmeyi, Proletarya diktatörlüğünü güncel ve uygulanabilir görmeyen komünist partilerin ademi-merkeziyetçiliği, özyönetimi, demokratik özerkliği desteklemeleri, savunmaları ve bir alternatif olarak sunmaları utanç vericidir.
Özellikle Enver Hocacı gelenekten gelen partilerin bugün HDP içinde olmaları ya da HDP’yi desteklemeleri ve bir alternatif olarak özyönetimi savunmaları bu partilerin nasıl bir ideolojik savrulma yaşadığını iyi bir şekilde göstermektedir. Bir zamanlar Titoculuk diye eleştirilen özyönetimin bizzat bu partiler tarafından savunulmaları yukarıda bahsettiğimiz tespitlerden bağımsız değildir.

Özellikle ESP’nin özyönetimi bir alternatif olarak Türkiye halklarına sunması Enver Hocacılıktan, Titoculuğa geçtiğinin bir göstergesidir.

“Titocular sosyalizmin inşasına taraftar değillerdi. Onlar, Yugoslavya Komünist Partisi’nin Marksist-Leninist teoriyi kılavuz edinmesini de istemiyorlar ve proletarya diktatörlüğünü reddediyorlardı… Gerçekte, Titocular, sosyalist toplumsal bir düzene ve Sovyet tipi devlet örgütlenmesi biçimine ne taraftardırlar, ne de taraftar olabilirlerdi. Çünkü, Tito iktidarın kendi kliğinin elinde olacağı kapitalist sisteme ve esas olarak burjuva demokratik bir devlete taraftardı.” (Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim,Sayfa:42)

“Titoculuk, Yugoslav sistemin “gerçek sosyalist” bir düzen biçimi, “yeni bir toplum”, “bağlantısız bir sosyalizm”… şeklinde propaganda üretti… Troçkist ve kapitalist burjuvazisi tarafından harekete geçirilen diğer anarşist unsurların Lenin döneminde Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşunu baltalamak amacıyla kurmak istedikleri yönetim biçimlerini Yugoslav revizyonistleri kendi ülkelerinde benimsediler.. Yugoslavya Cumhuriyetleri, yönetimde ve örgütsel siyasal önderlik alanında, demokratik merkeziyetçiliğin tasfiye edildiği ve Yugoslavya Komünist Partisi’nin rolünün silindiği bir yapı kazandılar. Yugoslavya Komünist Partisi adını değiştirdi ve “Yugoslavya Komünistleri Birliği” oldu. Bu görünüşte Marksist bir adlandırmaydı. Ama gerçekte bu Birlik, içeriği, kuralları, görevleri ve amaçları bakımından anti-Marksistti. Birlik, karar yetkisi olmayan bir cephe haline geldi, Marksist-Leninist bir partinin çizgilerini kaybetti, eski biçimini korudu ama artık işçi sınıfının öncüsü rolünü oynamıyordu.” .”(Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim,Sayfa:44-45)

Hem proletarya diktatörlüğünü savunup hem de özyönetim savunusu tabi ki olamaz ayrıca özyönetim ile demokratik devrimin birbirinden farklı şeyler olduğu da aşikardır. Ancak ESP’ye göre hem özyönetimi savunup hem de proletarya diktatörlüğü savunulabilir ayrıca özyönetim ile demokratik devrim birbirinden ne kadar farklı şeyler olsa da ESP’ye göre bunlar bir ve aynı olabilmektedir. Kulağa çok hoş gelen bürokratizme karşı mücadele, işçilerin, halkın kendi kendisini yönetmesi özyönetimin özellikleri olarak lanse edilse de aslında gerçek öyle değildir. Titocu özyönetim ile Öcalan’ın özyönetim modelleri bir ve aynı olmasa bile birbirleriyle çok büyük oranda benzemektedirler. Burada komünistler için hangi tarihin mirasçılarıyız sorusu büyük bir önem taşımaktadır. ESP, Kürt özgürlük hareketinin gücünden kaynaklı özyönetimi savunmasıyla hangi tarihin gerçek mirasçısı olduğunu aslında belirtmiş oluyor.
21.yy’da Tito yaşaydı herhalde modeli Türkiye’de övgü üzerine övgü alacaktı. Tito’nun kulağa çok hoş gelen modeline biraz daha yakından bakmamız lazım.

“Ben sadece şu örneklere değineceğim. Birincisi, devlet yönetiminin özellikle ekonomide yerelleşmesi. İkincisi, fabrika  ve iktisadi teşebbüslerin genel olarak kendi kendilerini yöneten çalışma kolektiflerine dönüştürülmesi. Hayatın  ekonomik, politik, kültürel ve diğer yanlarının yerelleşmesi sadece derinden bir demokratikleşme, doğal olarak merkezileşmenin dönüşümünün tohumlarını içermek değil, mekanik bir güç olarak devletin de yerelleşmesi anlamına gelir. Bu gerçeği isteyen buradan kontrol edebilir…Sovyetler Birliğinde durum Ekim Devriminden otuz bir yıl sonra nasıl görünüyor? Ekim Devrimi, devlet için üretim araçlarının ele geçirilmesini mümkün kıldı. Fakat bu araçlar otuz bir yıl sonra bile hala devletin elindeler. “Fabrikalar işçiler içindir” sloganı uygulamaya konmadı mı? Şüphesiz ki hayır. İşçiler hala fabrikaların yönetiminde söz sahibi değiller… Sovyetler Birliğinde devletin ortadan kalkma konusu ne durumdadır? (Burada devlet, uygulamayla aynı olmadığı gibi coğrafi ve ulusal bir kavram değil). Bu ülkede devlet fonksiyonlarını ekonomik ve siyasi olarak daha alt organlara bırakmak gibi bir eğilim var mı? Özyönetim oluşumunun bir sinyali var mı? Şimdiye kadar bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Tam tersine, burjuvazi, bürokrasi ve merkezi devletin en aleni özelliği olarak esnek merkeziyetçilik söz konusu. Bu tür merkezileşmenin en belirgin özellikleri şunlardır: a) bütün ekonomik, siyasi, kültürel ve diğer fonksiyonların tek merkezde toplanması; b) muazzam bir bürokratik aygıt; c) milisler gibi devlet aygıtının iç silahlı güçlerinin azalması yerine artışı, NKVD gibi.”(1)

Görüldüğü gibi Tito sözde işçi sınıfının hakkını savunuyormuş gibi görünmek için özyönetimi alternatif bir model gibi göstermeye çalışmaktadır. Ancak bürokratizmle, merkezi devletle mücadele kisvesi altında önerilen özyönetim modeli işçi sınıfı üzerinde bir baskı mekanizması olarak işlev gördü. Başlangıçta fabrikalar için geliştirilen özyönetim modeli daha sonra siyasal alana da yayılmış ve değişik cumhuriyetler ve bölgeler arasında yavaş ve eşitsiz bir gelişmeyi toplumsal ve sınıfsal büyük farklılıkları, ulusal anlaşmazlık ve baskıya ve manevi yaşamın çürümesini Yugoslavya’ya beraberinde getirmiştir. Titocu özyönetimci sistem demokratik merkeziyetçiliğin reddi ve devletin yönetici rolünün reddedilmesi ile anarko-sendikalist sapmanın sosyalist kılığa bürünmüş halidir. Özyönetim modeli ile zamanla kendi işyerini ve kesimini öne çıkaran burjuva düşünceler işçi sınıfının içinde bireyci bir anlayışı hakim kılarak işçi sınıfının bir kesimini diğeri ile rekabete sokarak sınıf içi bir bölünmeye yol açmıştır. Özyönetim modeli ile Tito Yugoslavya’da işçi sınıfının devlet ve toplumdaki egemen rolünü elinden alarak onun genel çıkarlarını savunmasını ve birlik içinde davranmasını engelleyecek koşulları da zorla kabul ettirmiştir.

“ “Özyönetim”, ilk önce ekonomik bir sistem olarak ortaya çıktı, daha sonra devlet örgütlenmesi alanına ve ülkenin yaşamının tüm alanlarına yayıldı. Yugoslav “özyönetimi”nin teorisi ve pratiği, Marksizm-Leninizmin öğretilerinin ve sosyalizmin inşasının genel yasalarının açıkça reddedilmesidir. “Özyönetimci” ekonomik ve siyasal düzen, uluslararası sermayeye boyun eğmiş bir ülke olan Yugoslavya’da hüküm süren burjuva diktatörlüğünün anarko-sendikalist bir biçimidir.” (Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim, Sayfa:46)

Titocu özyönetim özü itibariyle böyledir. Kürt özgülük hareketi lideri Abdullah Öcalan’ında “bütün dünya halkları” için sunduğu “özyönetim” “demokratik özerklik” düşüncesi de özü itibariyle anarko-sendikalist sapmanın 21.yy’da ete kemiğe bürünmüş halinden başka bir şey değildir. Nasıl ki Tito 1920’ler Troçkist muhalefetin öne sürdüğü anarko-sendikalist sapmayı Yugoslavya’da uyguladıysa. Abdullah Öcalan’da bunu bugün başta Ortadoğu halkları için bu modelin uygulanmasını önermektedir. Yukarıda belirttiğimiz kendi öz gücüne ve kendi ideolojinin haklılığına inanmayan ortalama komünist partilerin politika yapmak için “istemeyerekte” olsa Marx’ın, Lenin’in Stalin’in, Enver Hoca’nın yargıladığı ve mahkum ettiği modelleri “yeni dönem koşullarına uygun politika” diye sahiplenmekte ve bu politikayı evrensel bazda uygulanabilecek rasyonal bir yönetim şekli olarak düşünmektedirler. Böylece de proletarya diktatörlüğünü, demokratik merkeziyetçiliği, Sovyet tipi yönetim modelini reddetmekte ve Hopa Özyönetim olsaydı başka olurdu diyebilmektedirler. Neden “Hopa’da Sovyet tipi yönetim modeli olsaydı” diye bir yazı yazılmadı diye insan düşünmeden edemiyor.

Özyönetim, yerinde yönetim, yerel yönetim, demokratik özerklik adıyla tanımlanan sistem, merkezi hükümetin birtakım görev ve sorumluluklarının devralınması; sağlık, eğitim, sosyal politikalar, ekoloji, yerel ekonominin güçlendirilmesi gibi konularda yetki ve karar hakkının yerel yönetimlere devredilmesi demektir. Yerel yönetimler de köy, kasaba, ilçe, mahalle ve kent meclisleri üzerinden şekillenen demokratik bir işleyişle vücut bulacaktır… Şimdi sorumuzu bir kez daha soralım: Hopa'da özyönetim olsaydı, felaket bu düzeyde yaşanır mıydı? Rahatlıkla "Kesinlikle hayır" diyebiliriz. Özyönetimin "bölücülerin" işi olmadığını, tüm Türkiye halklarına daha kolay ve açıklıkla anlatabilecek bir örnek Hopa'da yaşananlar… Hopa Halk İnisiyatifi, adı konulmamış bir meclis deneyimi aslında. Yaptıkları, kısa zamanda üstlendikleri görev, çoktan "boylarını" aştı. İşini yapmayan resmi güçlere adeta ders verircesine, halk inisiyatifinin nelere kadir olabileceğini gösterdi. Bu anlamda, Hopa Halk İnisiyatifi gibi örneklerin güçlendirilmesi ve çoğaltılması, deneyim biriktirmek açısından da önemli… Hopa Halk İnisiyatifi, bir ilk ve işaret fişeği olarak başkaca sipariş felaketlerin önüne geçmek için, kültürel ve ekonomik hakların elde edilmesi için (çay fiyatlarının belirlenmesi gibi), halkın inisiyatif alarak kendi gerçek sorunlarına çözüm üretmesi için iyi bir örnek. Kürdistan'daki benzerlerinden deneyimleri öğrenerek kendini geliştirebilir. Bunun önünde bir engel de yok. Özyönetim dediğimiz şey işte bu kadar basit, bir o kadar da elzem.”(Fuat Uygur, Hopa’da Özyönetim Olsaydı)

Özyönetimin tarihte ne zaman nerede gerçekleştirildiğine, evrensel tarifinin ne olduğuna değinmeyeceğim. Bunun teorisine girmeye gerek de yok. Bugünün pratiğinde, hangi düzeyde olursa olsun Kürt ulusunun kendisini yönetme çabasıdır. Kürt ulusunun sömürgeciliği tümden yıkıp atarak kendisini yönetme hakkı en doğal demokratik hakkıdır… Özyönetim, anaların ak sütü gibi Kürt halkımızın hakkı, halklarımızın demokratik geleceğinin buzkıranıdır. Destekleyelim, yaygınlaştıralım, geliştirilmesine katılalım.”(Ziya Ulusoy, Özyönetim Kürtlerin Hakkı Değil Mi?)

Fuat Uygur’un yazısında da gördüğümüz gibi sunulan özyönetim modeli aslında Titocu tarzdaki bir özyönetim modelidir. Titocu özyönetimin işçi sınıfı düşmanı uygulamaları ve sonuçları aynı şekilde bu coğrafya için önerilen özyönetim için de geçerlidir. Ayrıca Ziya Ulusoy’un yazısında özyönetimlerin tarihine girmemesi ve bunun evrensel tarifini yapmaktan kaçınması bence bu sorunun çözümünü bize göstermektedir. Çünkü Ziya Ulusoy özyönetimlerin tarihine girse ve bunun evrensel bir tarifini yapsa karşına, karşı devrimciliğin kalesi Yugoslavya ve onun lideri Tito’nun çıkacağını çok iyi bildiği için bu konuyu atlamayı tercih etmiştir. Özyönetimlerin bizim anladığımız gibi anti-kapitalist bir içerik taşımadığı ve sosyalizmle alakalı bir ekonomik içeriği olamadığını Abdullah Öcalan’ın yazılarına baktığımızda görebiliriz.

3-Ekonomik Boyut : İnşa edilen demokratik ulusun bir de ekonomik politikası olur. Nasıl bir ekonomi olmalıdır, bu belirlenir. Barajlar, yeraltı-yerüstü kaynakların bir politikası olur. Vergiler alınacak ise nasıl ve ne kadar alınır? Ekonomik boyutla bunlar belirlenir. Ekonomik sistem olarak kapitalizmi kabul edemeyiz. Belki kapitalizmi tam olarak ortadan kaldıramayız ama önemli oranda kapitalist ekonomik sistemi değiştirebilir, onu aşındırabilir, kendi ekonomik sistemimizi kurabiliriz. Bu sistemde halkın ekonomisi olur. Bir kısmını da özel ekonomi oluşturur. Yani özel şirketler olur. Bütün bunlar tartışılmalıdır.”(2)

“Mülkiyetin bölünmesi, büyük toprak mülkiyeti tekelini yadsır, onu kaldırır, ama ancak onu genelleştirerek. Tekelin temelini, özel mülkiyeti ortadan kaldırmaz. Tekelin varoluşuna karşı çıkar, ama özüne karşı çıkmaz. Bunun sonucu, özel mülkiyet yasalarının etkisi altında kalır. Toprak mülkiyetinin bölünmesi, gerçekte sınai alandaki rekabet hareketine karşılık düşer..  bu parçalara ayrılma, rekabetin tekele dönüşmesi gibi, zorunlu olarak yeni baştan birikime dönüşür…Tekelin ilk kaldırılışı, her zaman onun genelleştirilmesi, varoluşunun genişletilmesidir.”(Marx,1844 Elyazmaları)

Kapitalizmi tam olarak kaldıramayız demek kapitalizmin karşında bir sistem önermiyorum demektir. Daha açık bir şekilde söylersek benim modelim kapitalizmin krizine çözüm sunacak ve kapitalizmi yok etmek yerine onu güncele uyarlayacak bir modeldir demektir. Bu da zamanında Marx’ın tekellerin varoluşuna karşı çıkan akımlarla ilgili söylediklerini aklımıza getirmektedir. Marx’ında belirttiği gibi bu akımlar tekelin varoluşuna karşı çıkmakla birlikte özel mülkiyeti kaldırmaz ve onun özüne karşı çıkmaz. Böylece bu akımlar sayesinde tekeller kaldırıldığında onun genelleştirilmesine ve yaygınlaştırılmasına neden olmaktadır. Abdullah Öcalan’ın sunduğu ekonomik ve yönetimsel modelde Marx’ın tekel karşıtı hareketler için belirttikleriyle uygun düşmektedir. Özetle Öcalan kapitalizmin kurtuluşu için anti-tekelci bir yönetim önermekte ve bunu evrensel anlamda her yere uygulanabileceğini düşünmektedir. Sorun Abdullah Öcalan’ın küçük burjuva hayalinden ziyade ortalama komünist partilerin kendi ideolojilerini haklı görememesindedir. Sonuç olarak kapitalizm artık kendi kendini yönetememekte ve kurtulmak için bir çözüm aramaktadır. Sınıflar arası iç savaşın bu kadar kızıştığı bir ortamda iç savaşı görememek ve komünizmi güncel görmeyip küçük burjuva ütopyasını uygulanabilir görmek bir komünist için utanç verici bir durumdur. Enver Hocacı gelenekten gelenleri politik olarak küçük burjuva gericiliğin etkisinde görmek gerçekten çok üzücü.

Dipnotlar: