Geçmişte meydana gelmiş bütün toplumsal devrimler,
kendinden önceki dönemin geleneklerinden, düşünce ve algı kalıplarından ciddi
bir kopuş sayesinde meydana gelmiştir. Eğer dünyayı değiştirmeyi kendisine
hedef olarak belirlemiş özneler ve o öznelerin öncüleri, tarih dışı kalmamak ve
özne olarak devam edebilmek istiyorlarsa mutlaka bulunduğu her anda geçmişin
gelenekleri, düşünce ve algı kalıpları ile bir hesaplaşma içinde olmalıdır.
Eğer x öznesi bunları yapamazsa tarih dışı kalacak ve onun boşluğunu bir başka
özne dolduracaktır. İşte bu yüzden Marxist hareketler de tarih dışı kalmamak
için sürekli kendilerini yenilemek zorundalardır. 20.yy’ın Marxist hareketinin
başarısı kendini sürekli yenilemesinde yatmaktaydı. Lenin dogmatik bir Marxist
olsaydı Ekim devriminin başarıya ulaşma şansı hiç yoktu ya da Mao Komünist
Enternasyonal’in kararını dinleseydi(Bu kararın bilinenin aksine Stalin’le bir
alakası yoktur) Çin devrimi başarıya ulaşmayacaktı vs.
Şu anda benim yapmak istediğim tartışma tam da bu!
Eğer biz 21.yy’da devrimin güncelliğinden bahsediyorsak mutlaka geçmişimizle
bir hesaplaşmaya girmeliyiz ve kendimize şu soruları sormak durumundayız:
Proletarya gerçekten enternasyonalist midir?, Ulusçuluğu mahkum etmek ne kadar
doğrudur?, Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına karşı çıkmak sosyal
şovenizm midir?, Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı acaba idealist
bir söylem olabilir mi?, Ulus illa burjuva nitelikte olmak zorunda mıdır?,
Sosyalist bir ulus inşa edilemez mi? Bir ulusu inşa etmenin tek yolu sosyalizm
olamaz mı? Vb. soruları cevaplamamız gerekmektedir. Eğer biz bu sorulara
geleneksel bir tarzda yanıt verirsek 21.yy’da devrimin güncelliği söz konusu
olamayacak ve tarih tarafından tarihin dışına itilmiş olacağız.
Tarih tarafından tarihin dışına itilmiş olmak
istemiyorsak, o zaman mutlaka somut durumun somut tahlilinden ilerlemek ve buna
bağlı olarak kendimizi dönüştürmek zorundayız. Bilindiği üzere uluslaşma süreci
dünyada her yerde aynı zamanda, aynı şekilde yaşanmadı ve yaşanmamaya devam
ediyor. İster kabul edelim ister etmeyelim ulusal bilinç şu anda gücünü
kaybetmek bir yana etkisini sürekli arttırmaya devam ediyor. Bir ulusun ulus
olabilmesi için öncelikle 1) belirli toprak, 2) belirli büyüklük, 3) birleşme
(merkezileşme, karşılıklı bağımlılık) ve 4) kendisinin ulus olduğunun bilincine
sahip olması gerekir. Aslında buradaki en önemli maddeler 1. ve 4.maddelerdir
eğer bir grup kendini ulus olarak hissediyorsa o artık ulustur.
Ulus bilindiği gibi yek pare bir bütün değildir
içinde sınıflar olabilmektedir(olmayabilir de) işte bu yüzden yönetici sınıfın
niteliği ne ise ulusun niteliği de o olmaktadır. Buradan yola çıkarak ulusların
kendi kaderlerini tayin etme sloganının aslında yönetici sınıfın kendi kaderini
tayin etme sloganı demek olduğu sonucu ortaya çıkmış olacaktır. İşte tam bu
sebeple ulusların kendi kaderlerini tayin etme sloganı ilkesel olarak kabul
edilirse bu Marksizmi liberalizmin bataklığına saplayacaktır. Üstelik tarihsel
açıdan Lenin bile her ne kadar lafta ulusların kaderlerini tayin etme sloganını
ilkesel olarak benimsese bile gerçekte bu kuralı hiçbir zaman uygulamamıştır.
“Lenin’in Marksist olarak bu çekişmede söyleyeceği
hiçbir söz yoktur, bu noktayı sık sık kendisi de açıklamıştır. 1908’den önce de
sonra da proleter devrimin çıkarlarının her şeyin üstünde olduğunu ve devrim
için kendi kaderini tayin hakkını her zaman feda edebileceğini söylemiştir.
Soyut olarak kendi kaderini tayin hakkını desteklememektedir, çünkü bu durum
kabul edilemez sonuçlara yol açabilir.” (Horace B. Davis, Sosyalizm ve
Ulusallık, Sayfa:78, Belge Yayınları)
“Kağıt üstünde kendi kaderini belirlemenin önde
gelen savunucusu olan Lenin bu öğretiyi hiçbir zaman Sovyetler Birliği’nin
devlet çıkarlarını zedeleyecek biçimde uygulamadı.” (Horace B. Davis, Sosyalizm
ve Ulusallık, Sayfa:119, Belge Yayınları)
İşte burada komünist öncü devreye girmektedir ve
mevcut olan ulusal bilinci sosyalist bir biçime büründürmektedir.
Yugoslavya’dan tutun da Çin, Vietnam, Küba’ya kadar bütün sosyalist hareketler
ulusal bir tarz altında yürüdü ve başarıya ulaştı. Aslında sosyalizmin dünya
çapında etki etmesinin en büyük sebebi ulusal bilinç ile sosyalizmi
bütünleştirmedeki başarısıydı. Diğer bir değişle Marksizmi güncele
uyarlamasındaki başarısında yatmaktaydı. İşte bu yüzden 20.yy’da Dünya’nın
1/3’ünde Komünist yönetimler inşa edilmiş oldu. Şunu belirtmekte fayda var, en azından ulus ile sosyalizm arasındaki bağ
konusunda 70’lerde mevcut olan tartışmalar halen güncelliğini korumaktadır ve
sosyalizmin bugün kurulabileceği ülkeler yarı-sömürge ülkeleridir. Bundan
dolayı komünist öncüler, kendi ülkelerinde anti-emperyalist ve anti-kapitalist tarzda
bir devrim stratejisini benimsemek zorundadırlar. Aksi takdirde başarıya
ulaşmaları imkansızdır.
Sanıldığının aksine sosyalizm ile ulusallık
birbirinin zıddı şeyler değildir. Bunu biraz daha açarsak; tarihsel süreç bize
göstermiştir ki proletarya sanıldığının aksine enternasyonalist eğilimde
değildir. Proletarya, kendi ulusal burjuvazisinin çıkarı için başka ulusal burjuvaziye
karşı savaşmasa bile o, ulusal düzeyde kendi sınıf çıkarı için mücadele eder.
Bu yüzden uluslararası işçi sınıfı yoktur. Tersine birden çok ulusal işçi
sınıfı bulunmaktadır. Bu değişimi anlayan komünist öncüler kendi ülkelerinde
sosyalizmi inşa edebilmek için ulusal duyguları sosyalizmle kaynaştırmaya
çalışmışlardır.
Örnek olarak Çin’de Japon işgali komünistlerin
iktidara gelmesinde önemli bir rol oynamıştır. Çin’de köylülerin yabancı
işgaline karşı direnişi Yugoslavya’da olduğu gibi komünistlerin önderliğinde
ilerlemiştir. Komünistler, köylüleri harekete geçirilebilmek için can alıcı
önemde olan akılcı ve toplumsal bir program getirmişlerdir. Ayrıca şunu da
belirtmek gerekir, komünistlerin başarısı sadece dış müdahalenin bir sonucu
değildir. Kitlelerin gözünde sosyalist programın işgalciye karşı direnişin en
iyi yolunu göstermesi ve sosyalizmin ekonomik yaklaşımının kitleler üzerinde
yarattığı ikna edici durum sosyalizmin zafer kazanmasına neden
olmuştur.(Vietnam’da olduğu gibi).
Küba örneğine baktığımızda durumun daha iyi
anlaşılacağına eminim. Bilindiği üzere Castro ve onun tabanı başlangıçta
toplumsal bir devrimi hedeflemiyorlardı ve programlarında da buna ilişkin bir
madde yoktu hatta Batista’nın 1952’de tekrar iktidara geldiği zamanki programı
ile 26 temmuz hareketinin programı birbirinden çok farklı değildi.(Köylülere
toprak, işçilerin korunması, yoksullar için gelir dağılımının düzenlenmesi,
sanayileşme, eğitimin geliştirilmesi vb.) Ancak Batista ile Castro arasında bir
fark vardı. Castro ilerleyen zamanlarda bu taleplerin yarı-sömürge bir ülkede
kazanılmasının olanaksızlığını anlayınca daha radikal bir programı benimsedi.
Castro çözüm olarak anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir tarzı zaman içinde
kabul etmiş oldu. Haliyle Batista’nın ABD’den bağımsızlığını sağlayamayacağı ve
taleplerini yerine getirmeyeceği anlaşılınca kitleler tutarlı davranan Castro’nun
arkasından gittiler. Görüldüğü gibi Küba’da kapitalizmle sosyalizmi ya da
Batista ile Castro’yu ayıran şey ulusçuluk oldu. Ulusçuluğun doğru uyarlanması
Küba’da sosyalizmin zaferini sağladı.
“ Anti-emperyalist hareket kendisini yarı sömürge
sömürüsünden kurtarabilmek için aynı zamanda sosyalist olmak zorundadır. Ancak
böyle bir hareket için halk kitleleri fedakarlığa girer ve ancak eski
efendilerin yenileriyle değiştirilemeyeceğine inandığında harekete geçer. Küba
Devrimi’nin büyük önemi buradadır.” (Horace B. Davis, Sosyalizm ve Ulusallık,
Sayfa:252, Belge Yayınları)
Sosyalizm
ile Ulusallık Türkiye ve Kürdistan Gerçekliğine Uyarlanabilir mi?
Bilindiği gibi işçi sınıfı günümüz koşullarında
enternasyonalist olma özelliğini kaybetmiş durumdadır. Haliyle buradan yola
çıkarsak Vietnam savaşında ABD hapishanelerinin savaşa katılmak istemeyenlerle
dolup taşmamasında ve ezici bir çoğunluğun savaşmak için Vietnam’a gitmesinde
şaşılacak bir şey yoktur. Eğer biz sığ bir şekilde bu durumu Türkiye ve
Kürdistan gerçekliğine uygularsak buradan Türkiye’deki yerel halkın Kürdistan’da
yaşayan halkla asla dayanışamayacağı sonucunu çıkarırız. Evet doğrudur kendini
Türk diye tanımlayan halk kesiminin Kürdistan’da yaşanan realiteye duyduğu
düşmanlık bir gerçektir(en azından ezici çoğunluğu için durum böyledir). Ancak unutulmaması gereken bir olgu vardır ki
o da Türkiye’nin yarı-sömürge bir ülke olduğudur. Bundan dolayı komünistler
gerçekten birleşik bir devrim yapmak istiyorlarsa Türkiye’de anti-emperyalist tarzda
bir siyaseti ana gündem maddelerine almaları gerekmektedir. Türkiye’deki halkın
Kürdistan’da yaşanan gerçekliğe duyarsız kalmamasının tek çaresi Türkiye’de anti-emperyalist
ve anti-kapitalist mücadeleyi yükseltmekten geçer. Lakin sormamız gereken soru komünistlerin buna
gücünün olup olmadığıdır.
Çoğu komünist unsurun da içinde bulunduğu HDP’nin Türklerden
bu kadar az oy almasının sebebi HDP’nin siyasetinin Türk halkının hayatına
dokunmamasında yatmaktadır. HDP, şabloncu bir şekilde Kürdistan coğrafyasındaki
gerçekliği Türkiye’ye uyarlamaya çalışmaktadır ve haliyle başarılı
olamamaktadır. Programında her ne kadar yerellikten bahsedilse de aslında
yerele dair bir politika geliştirememektedir. HDP eğer Türkiye’de bir taban
elde etmek istiyorsa mutlaka anti-emperyalizm üzerinden bir politika geliştirmelidir
ve Türk halkının yerel sorunlarına bir çözüm sunduğu ölçüde Türklerin yüzünü Kürdistan
gerçeğine çevirebilme şansı bulunmaktadır. Bu yüzden HDP sosyalist olmasa bile
en azından “burjuva demokratik devrimi” yapacak bir özne olabilmesi için bile
mutlaka anti-emperyalist tarzda politika yapmak zorundadır yoksa Türkiye’de
tutunması imkansızdır. Ayrıca HDP’nin hangi sınıfın öncülüğünde “burjuva
demokratik devrimi” yapacağı tartışma konusudur. HDP’nin böyle bir derdinin
olup olmaması da ayrı bir tartışma konusudur. Bunlar olmadığı takdirde komünistlerin
HDP’den bir şey beklemesi kendilerini kandırmaları anlamına gelecektir. HDP
içinde komünistlerin şu ana kadar rengini verememesi ve kendi stratejik
hedeflerine göre kullanamaması komünistlerin yaşadığı özne olma bunalımının
politik alandaki bir yansımadır. Özne olma bunalımı çeken komünistlerin Türkiye’de
ne burjuva demokratik devrimi ne de sosyalist devrimi yapacak imkanı şu an için
bulunmamaktadır.
Ayrıca Kürdistan bölgesinde öncü kuvvetin
komünistler olmadığı bir gerçektir ve bu yüzden belki de Kürdistan’ın inşası
hala bitmiş değildir. Aşağıda da görebileceğimiz gibi Kürdistan’ın ve diğer
bütün sömürge ülkelerin bağımsızlığa ulaşabilmesi için mutlaka anti-emperyalist
ve anti-kapitalist bir devrim stratejisini benimsenmesi gerekmektedir.
“Kilson’un özellikle üstünde durmadığı ekonomik
alanda ise emperyalizm, ulusun oluşumunda önemli bir etken olduğunu gördüğümüz
bütünleşmeyi durdurmuş ve engellemiştir.” (Horace B. Davis, Sosyalizm ve
Ulusallık, Sayfa:260-261, Belge Yayınları)
Tamillerin yenilgisini unutmamamız gerekir; emperyalizmin ulusal hareketlere olan
düşmanlığına bundan iyi örnek olamaz. Bu yüzden ulusal hareketlerin başarıya
ulaşması için mutlaka günümüzde sosyalizmi benimsemeleri gerekmektedir. Aksi
takdirde başarı şansları oldukça düşüktür. Fakat komünistlerin önünde devrimi
yapamamaktan daha tehlikeli bir sorun vardır ki o da ulusal hareket tarafından
özümsenmektir. Komünistlerin ekonomik
emperyalizme karşı ulusçu hareketlere katılması yeterli değildir, sosyalizmin
bayrağını yükseltmeleri gerekmektedir. Aksi halde ulusçu hareketler tarafından
özümlenmeleri ve kendi ayırt edici kimliklerini yitirmeleri tehlikesi söz
konusudur.
Bu yüzden komünistler bulundukları her alanda öncü
olmak durumundadırlar aksi halde tarih dışı kalma gibi bir riskleri
bulunmaktadır. Somut durumun somut tahlili ilkesinden ilerleyerek ulus ile
sosyalizm arasında bağ kuramayan her özne günümüzde kaybetmeye mahkumdur. Bunu Marxistlerin
iyi kavraması gerekmektedir. En azından şu an için sosyalizm ile ulusallığı
Türkiye ve Kürdistan gerçekliğine uyarlayabilecek bir özne bulunmamaktadır.
İleride bunun olma ihtimali tabi ki vardır ama kendimizi kandırmamızın da bir
anlamı bulunmamaktadır.
Sonuç olarak emperyalizmin en zayıf halkası sömürge
ülkelerdir. Emperyalizm sömürge ülkelerden tekrar kopacaktır. Marxistler
günümüzde sosyalizmi inşa etmek istiyorlarsa mutlaka ulusallığa önem
vermelidirler. Devrim hala güncel bir şey yeter ki özneler gerçekten devrim
yapmak için biraz cesur olsun ve geçmişiyle hesaplaşıp kendini yapı söküme uğratıp
yeniden yaratmak için girişimde bulunsun!