Yaptığımız her edim dünyayı anlamak ve onu değiştirmek için
yapılmış bir girişimdir. Ancak insanlar yaşadıkları çağın dönemsel
koşullarından etkilenip tarihsel gerçekliğin bütünlüğünü görme imkânlarına her
zaman sahip olamamaktadırlar. İnsanların, bütünle olan bu ilişkilerindeki her
kopma onların nesnel gerçekliği anlamasına engel olmaktadır. Bu yüzden tarihsel
rolünü tamamlamış ve ölüm sancıları çeken üretim biçimleri her zaman bütünlüğü
parçalamaya çalışmaktan kendilerini alı- koyamazlar.
İşte bu yüzden, kapitalizmde mevcut bulunan teori ile
pratik, ekonomi ile siyaset, sanat ile hayat arasındaki ayrımlar aslında
kapitalizmin kendini yenileyememesinde ve kapitalizmin tarih sahnesine veda
etmek üzere olduğunun göstergeleri arasındadır. Eğer biz hayatımızla ilgili
herhangi bir şeyi anlamak istiyorsak önce tarihsel bütünlüğü anlamamız
gerekmektedir. Eğer bu bütünlüğü anlayamazsak ne kapitalist sistemin dönüşümünü
ne de günümüzdeki sanat anlayışını anlayabilmiş olacağız.
Bundan dolayı kapitalist sistemin ideolojik savunucuları her
zaman ayrılıklar ve olgular üzerinden hareket ederler. Yani demek istediğimiz
şey aslında şudur: eğer bir durum olgular üzerinden okunursa yani sadece mevcut
durum üzerinden bir değerlendirme yapılırsa, böylelikle değişimin asla
olamayacağı sonucu bu ideologlar tarafından çıkarılmış olur. Çünkü olgularda şu
an vardır, ilerisi yoktur, diyalektik bulunmamaktır. Sadece mevcut durumunun
statükosu vardır. Ancak tarihsel bütünlük içinde olaylara yaklaştığımızda, güncel
devrimci özne ve geleceğin toplum yapısı ve sanat anlayışı üzerine doğru bir
değerlendirme yapma imkanına sahip oluruz.
Yukarıda genel bir hat çizdiğimize göre artık bütüne
bakabiliriz. Bilindiği üzere kapitalist sistem, kendi önceli olan feodalizme
göre daha merkezi bir ekonomi yapısına sahiptir. Diğer bir değişle kapitalizm, parçaların
özerkliğinden çok parçaların bağımlılığına dayanan bir yapı üzerinde kurulmuş
bulunur. Bundan dolayı eskiden devrimci bir özne olarak hareket etme imkanına
sahip olamayan proletarya, artık devrimci bir özne olarak tarih sahnesine
çıkmanın somut zeminini kendinde bulmuş olur. Proletaryanın artık devrimci bir
özne olarak tarih sahnesine çıkmasının nedeninin tam da merkezileşmiş ekonomik
yapıda aranması gerekmektedir. Çünkü kapitalist sistemde mevcut olan üretimin
toplumsallaşmasına karşın(toplumsal ilke) bireyselliğinden artmasından
kaynaklanan(sermayenin özel mülkiyet içindeki işlevi,bireyci ilke) karşılıklı
çelişki kapitalizmin kuyusunu kazmaktadır. Buna ek olarak kapitalizmde mevcut
olan bireyin asla dokunulamayacak olan kendi mülkü üzerinde tasarrufta bulunma
hakkı ile planlı ekonomi sayesinde burjuva sınıfı arasında ütopik bir ekonomik
uzlaşma arayışı çabaları yüzünden bireyin tasarruf hakkına görece engel olunması,
kapitalizmin içinde bulunduğu ve ölmeden kurtulamayacağı krizi gözler önüne
sermektedir.
Burjuvazi, gerici bir sınıf olmasına rağmen, kendi kendini
lağvetmeye kalkışamayacağı için yapacağı tek bir şey kalıyor o da; kendini
ekonomik fenomenlere bilinçli bir şekilde egemenmiş gibi gözükerek öbür
sınıfların gözlerini boyayıp onları yollarından saptırmaya çalışmaktır.
Burjuvazi böylece yöntemsel olarak nedenden değil sonuçtan, bütünden değil
bölümden, esastan değil ârazdan yola çıkmaktadır. Eğer biz hala kapitalist
sistemde yaşıyorsak bunun nedeni proletaryanın bütünü kavrayacak şekilde bir
büyük anlatıyı 21.yy’da kuramamasında yatmaktadır. Haliyle proletaryanın özne
olarak görece geri kaldığı dönemlerde, sınıfsal konumundan dolayı küçük
burjuvazi egemen sınıfın etrafında mevzilenmiş halde kendini buluyor (hayatın
her alanında). İşte bu yüzden proletarya, hayatın her alanında zafer kazanmak
istiyorsa sadece dış düşman olan burjuvaziye karşı değil aynı zamanda kendi
kendisine yani kendi sınıf bilinci üzerinde mevcut olan yıkıcı ve aşağılayıcı
etkilere karşı mücadele etmelidir.
Sanat konusuna girmeden önce çoğu insanın kafasında olan bir
yanlış anlaşılmaya değinmekte fayda var. Sanat, hayattan bağımsız bir şey
değildir yani çoğu insanın kafasında bulunan, sanatın saf bir biçimde iyi bir
şey olduğu algısı doğru değildir. Sanat, hayattaki bütün kötü yanları içerir ve
onlardan olumlu ya da olumsuz bir şekilde etkilenir. Bu yüzden sanat sanılanın
aksine meleklerin gökten indirdiği bir iyilik timsali değil ayaklarının üzerine
doğrulmuş hayvanların yaptığı kültürel bir üretimdir.
Şimdi bundan hareketle 20.yy’ın önemli sanat akımlarına
bakalım ve onların tarihteki yerini anlamaya çalışalım.
Fütürizmin tarihsel gelişimini incelediğimizde, sanatın
yaşam ile bağını daha iyi görebiliriz. İtalya’nın Avrupa kıtasındaki çoğu
ülkeden ekonomik ilerleme açısından görece daha bir geri durumda olması,
İtalya’yı birinci paylaşım savaşı öncesi daha saldırgan bir dış politika ve
endüstriyel bir atılım çılgınlığına itmişti. Fütürist akımın temsilcilerinden
Marinetti’nin ilk “Fütürist Akşam”ını Trieste’de yapması dönemin yaygın
şovenist ve yayılmacı politikalarının bir yansımasıdır. Fütürist sanatçıların
içinde bulunan şovenist ve militarist duygular tiyatro sahnelerinde ortaya
çıkmaktaydı. İzleyicileri provoke eden oyunlarıyla hep bir öteki yaratmanın
derdinde olan Fütüristler aslında finans kapitalin en gerici, en şoven, en
emperyalist sınıfın özlemlerini sanat alanına yansıtmaktaydılar.
20.yy’da ortaya çıkmış olan diğer bir sanat akımı olan Dadacılık
ise birinci paylaşım savaşında ortaya çıkan yıkıma karşı bir protesto niteliği
taşımaktadır. Savaşın insanlar üzerinde bıraktığı derin yaralar bu akımın
mensuplarını etkilemiş ve eskiden hegemonyası altında bulundukları burjuvazinin
değerlerine karşı “yıkıcı” bir sanatsal faaliyete girişmişleridir. Tzara’nın şu
sözleri egemen sınıfa karşı hissettiği güvensizliği yansıtmaktadır:
"bir zamanlar onur, ülke, ahlak, aile, sanat, din, özgürlük, kardeşlik
gibi kavramlar, insanların gereksinimlerine karşılık verebilmekteydi. Ama artık
bu tür kavramların içi boşalmış, ,değerlerden geriye anlamsız bir kurallar
silsilesi kalmıştır."(1)
Dadacılar, kendi “yıkıcı” duygularını belirtmek için tesadüflere ve doğaçlamaya
dayanan çeşitli yöntemler kullanmışlardır. Tzara’nın meşhur şiir yazma yöntemi
Dadacıların içinde bulunduğu çaresizliğin ve dünyayı değiştirmeye olan
inançsızlıklarının göstergesidir. Bu yönteme göre gazeteden bir metin kesilir
ve ardından metni oluşturan sözcükler de bire birer kesilip bir torbaya
koyulur. Torba karıştırıldıktan sonra sözcükler torbadan teker teker çekilerek
bir kağıda yazılır. Tzara’ya göre bu “cahil çoğunluğun anlayamayacağı bir
orijinal sanat eseridir!” Dadacıların kitlelerden ve gerçeklikten bu kadar
kopuk olmasının nedenini bu akımın temsilcilerinin sınıfsal konumunda aramamız
gerekir. Yani küçük burjuva yaşam tarzını sanatsal bir biçimde ifade eden
Dadacıların temsilcilerinden George Grosz’un hiçlik içinde olmasında, sınıfsal
açıdan şaşılacak hiçbir şey bulunmamaktadır:
“Her şeye hakaret ediyor, hiçbir şeye saygı duymuyor, her şeye
tükürüyorduk: işte bu Dada'ydı. Mistisizm değildi, Komünizm değildi, Anarşizm
değildi. Bütün bu saydığım hareketlerin bir planı, programı vardı. Bizse tam
anlamıyla nihilisttik, simgemiz hiçlikti, boşluktu, boş bir delikti.”(2)
Gerçeküstücülüğe baktığımızda ise 1920’li yıllarda kurulan ve Dada’nın
mirasını devam ettiren bir sanat akımıyla karşı karşıya kalmış oluruz. Tıpkı
Dada gibi geleneksel burjuva değer yargılarına karşı olan Gerçeküstücüler,
kelimenin küçük burjuva anlamında mevcut düzene tepkiseldirler. Bilinçaltıyla,
rüyalarla, görünen gerçekliği
aşabileceğini sanan Gerçeküstücüler böylece ahlaken iflas ettiğini düşündükleri
kültürel ve toplumsal yapının sınırlarını geçebileceklerine inanmaktaydılar. Dadacılarla
bütün bu benzerliklerine rağmen Gerçeküstücüler, Dadacılardan farklı olarak
belirli ilkeler içerinde hareket etmişlerdir. Gerçeküstücüler için Breton’un
manifestolarının yol gösterici olması Dadacılık ile Gerçeküstücülük arasındaki
sanatı kavrama şeklindeki farklılığı göstermektedir. Ancak bütün farklılıklarına
rağmen Gerçeküstücülükte sanat ve hayat arasında diyalektik bir bağ kuramamakta
ve dünyayı değiştirme amacı taşımamaktadır. Louis Aragon’un aşağıdaki
söyledikleri Gerçeküstücülüğün sanat konusundaki
statükocu tavrına iyi bir örnektir.
“ Devrim sözcüğüyle gerçeküstücülük sözcüğünü birleştirmemizin nedeni, bu
devrimin ilgisiz, tarafsız ve hatta umutsuz karakterini ortaya koyabilmektir. İnsanoğlunun
adetlerini değiştirmek gibi bir iddiamız yoktur, amacımız ne kadar kırılgan
olduğunu ve titrek yuvalarımızı ne denli değişken temeller, ne denli büyük
mağaralar üzerine inşa ettiğimizi gösterebilmektir.”(3)
Gerçeküstücülerin yukarıda bahsettiğimiz hayatı algılamalarındaki olumsuz,
negatif ve iddiasız tavırları yüzünden buradan devrimci bir sanat anlayışının
çıkması imkansızdır. Hayatı bütünsel olarak kavramayan ve dünyayı
değiştirebileceği iddiası taşımayan bütün toplumsal aktörler ve onların kültürel
yansımaları çürümeye ve yok olmaya mahkumdur.
Postmodernizme baktığımızda aynı eleştiriler bu akım içinde geçerlidir.
Postmodernist sanat anlayışı, biçim ve üslup bakımında bütünlüğe karşı
çıkmaktadır. Yani postmodernist sanat anlayışı da dünyayı değiştirmenin, büyük
anlatı yaratmanın, gerçekliğe ulaşmanın peşinden gitmez. Bu sanat akımı da
yukarıda bahsettiğimiz diğer sanat akımları gibi kapitalist sistem içinde
kalmış bir muhalefetin yollarını aramakta ve bu tarzda ürünler vermektedir. Postmodernizmin
sanatı bu tarzda edinmesinde tabi ki Soğuk Savaştaki güç dengelerinin A.B.D
lehinde değişmesinde ve dünyanın tek kutuplu bir aşamaya evrilmeye başlamasının
etkisi son kertede belirleyici olmuştur.
Postmodernistler, iletişim teknolojisindeki büyük ilerleme sayesinde bir
“medya toplumu” haline gelindiğini, artık gerçekliğe ulaşmanın imkansız olduğu,
toplumsal düzeni göstergeler sisteminin belirlediğini, sanatçının görevinin ise
göstergeler sistemiyle oynayarak ve onları sahiplenerek “sorgulama” sürecini
başlatmak olduğunu belirtmişlerdir.
Aslında postmodernistler bireyi pasif bir tüketici konuma indirgeyerek,
sanatın sınırlarını gösterge dedikleri düzlemin dışına çıkılacak bir şey olarak
hayal edemeyerek, kitlelerin, ezilenlerin, işçilerin bundan sonra özne olarak
tarih sahnesinde yer alacağına inanmayarak aslında burjuvaziye koşulsuz şartsız
teslim olduklarını dile getirmektedirler. Postmoderizmin sanatsal anlamda
yaptığı her yapıt (resim, heykel, enstalasyon, fotoğraf vs.) burjuvaziye
teslimiyetin birer yansımasıdır.
Sonuç olarak, eğer biz yeni toplum yaratmak için yola çıkan tarihin
yapıcıları isek, hayatı tarihsel bir bütünsellik içinde değerlendirmemiz ve
buna uygun bir sanat anlayışını yeniden yaratmamız gerekmektedir. Sanat
anlayışımız tam da bu yüzden tarihin yapıcılarının(proletaryanın) hizmetinde ve
nesnel gerçekliğin ışında olmalıdır. Özetle bizlerin çabası, teori ile
pratiğin, sanat ile hayatın birleştirilmesi çabasıdır.
Dipnotlar:
(1) Ahu Antmen, 20.Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar, İstanbul: Sel yayıncılık,
2013, s. 123
(2) Ahu Antmen, A.g.e., s. 131
(3) A.g.e., s. 140